Koltuk Değneklerinde Bir Nietzsche


Ağır aksak adımlarla bir adam, eczane kapısından içeri girdi. Koltuk değneklerine, dünyada sırtını yaslayacak kimsesi yokmuşçasına dayanmıştı. Elindeki reçeteyi uzattı eczacı kalfasına. Kâğıttaki kodları girdi kalfa. Ardından iki kutu Dolorex uzattı. ''Sabah akşam bir tane Rüştü Bey.'' dedi ve not düştü kutuların üstüne. Eczaneden çıkmaya pek de niyetli değildi Rüştü. Biraz soluklanayım şurada, dedi. Sebilden aldığı suyla bir tane hapı hemen oracıkta yuvarlayıverdi. Tok karna mı aç karna mı içeceğini umursamadan. Kendinden sonra içeri giren iki kadına dikkat kesildi sonrasında. Kadınlar, Rüştü’nün hakkında atıp tutuyorlardı. Akılları sıra koltuk değneklerine milat biçiyorlardı. Hafif kızıl olanı kestirmişti gözüne Rüştü. Yanındakine ise hayatta onay vermezdi. Ojeli tırnaklarından dip boyasına kadar sakillik akıyordu zira. Gene de kendi hakkında ahkâm kesmekten geri kalmıyordu. Kızıl olan, Rüştü’nün elim bir trafik kazası sonrasında bu hale geldiğini düşünüyordu. Sakil olan ise felç geçirdiğini. Ve bununla da yetinmeyip felcin nedenlerini belirterek sınır tanımıyordu ukalalıkta. Yargılamada gösterdiği cömertliği anlayışta göstermiyordu sakil. Birden damladı muhabbetin ortasına Rüştü. Ve hiç beklenmedik bir çıkışla girdi konuya;


-Sabahtan beri topallığıma yaptığınız analizlerin bini bir para olan sizler… Sizler hiç mi düşünmediniz ki aptal bir şoför hatasından yahut basit bir felçten ötürü değil de kendi fevriliğimden bu durumun cereyan ettiğini. Evet, bunu ben yaptım kendime. Henüz on beşimdeyken hem de. Sürekli sakatlığından şikâyet eden bir ahmağa yalnız olmadığını kanıtlamak için üstelik. Tüm gün sandalyesi üstünde, koşamamanın verdiği ıstırabı anlatmasından bezmiştim artık. Bir gün o kadar bunalmıştım ki bu ardı arkası gelmeyen tatavalardan, ''Keşke tek sakat kısmın ayakların olsaydı.'' diye var gücümle bağırdım ona. Bana gayet sakin bir biçimde “Sen ne anlarsın ki.'' dedi. ''Kendimi bildim bileli üstündeyim bu meredin. Mıh gibi çakılıp kalmışım üstüne. Senin her sabah yaptığın şey; benim en büyük hayalim, o ne, biliyor musun peki? Kalkmak… Artık yürümek ve koşmaktan geçtim hatta ara sıra kalkma hayalimden bile vazgeçiyorum. Kendi eceline yürüme hayali bile kâfi geliyor bana bazen. Senin ütopyanda Thomas Moorelar, George Orwellar, Platonlar fink atarken benimkinde herkesin sakat kaldığı bir ülkede ayakları yere basan bir firavun olarak ben varım. Böyle işte, ayaklarımı yerden kesemezsin benim. Christy Brown’la yemleyemezsin beni, zira sorunsuz çalışan bu ellerimin kâğıda dökebileceği cümle sayısı Brown’un sol ayağındaki parmak sayısı kadar. O bir iki kelamlık birikimimi de sana dil döküp harcadım zaten. Yani senin anlayacağın şapa oturmak, senin için yalnızca bir deyimken benimse hayatımın özeti.'' Bu isyan iyice germişti beni ve kabzamdaki beyliği çıkarıp iki üç el sıktım bacağıma ve topuğuma. Yüzüne sıçrayan kanla adeta abdest alıyordu Resul.

      

''Oldu mu şimdi?'' dedim. ''İçin rahata erdi mi? Gönlün ferah mı? Yalnız değilsin artık. Topuğuma sıkıp senden bir tane daha klonladım. Ölüme teşebbüs ederek bir Resul daha yarattım kendimden. Ben ölmek üzereyken hayat buldun sen adi herif. İçim dışım sen oldu ve ben senle içli dışlı olmaktan nefret ediyorum.'' Resul ise istifini bile bozmadan yanıtladı tüm bu serzenişi. ''Olmadı, rahat değilim ve asla da rahat olmayacağım. Çünkü hâlâ yalnızım, hâlâ tek sakat benim. Birazdan kurşunları temizlerler ve sen bırak sakat olmayı, belki topallamazsın bile.''


-O halde boş verelim hastaneyi, sol bacağımı bırakana dek bir milim öteye gitmeyelim.

-Olmaz, sana bu zevki yaşatmam. Bu koltuk ikimize dar gelir.

-Hangi koltuk be?! Ne saçmalıyorsun gene? Ne zevki?

-Her şeyden şikayetlenmek, söylenmek ve daha nice zevki barındıran bu yüce taht. Bu derin ve ulvi memnuniyetsizlik imparatorluğunu öyle bir iki silah darbesiyle sana bırakacak değilim ben.

      

Bu sözlerle kan beynime sıçramıştı adeta. Aslında yalnız mecazen de değil, içinde bulunduğumuz durum gereği hakikat de bu olabilirdi. Ve beynime sıçrayan bu kan, bana bacağımdan akanı unutturmuştu. Gerçi şu an her şeyi unutabilirdim. Beşir Fuad gibi ölmeden önce ölüm anına dair hatırladığım ne varsa kâğıda dökmek de bir çözüm olabilirdi. Lakin ben onun bilinçsiz ve plansız versiyonuydum. Evvela gözlerim kapandı, sonra bilincim takip etti onu. Ve o an için hiçbir şeyi düşünecek durumda değildim. Sol bacağımı kaybetme ihtimalimden tutun da hayatımı üzerine bina etmeyi planladığım atletizm kariyerime kadar hiçbir şeyi. Gözlerimi araladım sonrasında. Burnumda boruya benzer bir zımbırtı ve iliklerimde hissettiğim damla damla serumla. Baş ucumda Resul, bana süreci özet geçiyor bense direk sadede gelmesini bekler gözlerle Resul’ün ileri sarma tuşunu arıyordum. Resul’ün anlattığına göre bayılmıştım ve akabinde ambulansla güç bela yetiştirmişlerdi hastaneye. Ardından ciddi bir operasyonla kurşunları çıkarmışlardı, akabinde birkaç sargı, sonrasında serum ve istirahat…

     

Derken birkaç güne taburcu oldum. Hekim arkadaşlar sağ olsun yalnız başıma gitmeme içleri razı olmadığından iki yoldaş daha eklediler yanıma. İşte bu gördüğünüz değnekler o günlerin hatırası bana. Yani sizin anlayacağınız, sabahtan beri tahmin üstüne tahmin yürüttüğünüz sakatlığımın asıl hikâyesi bu. Şimdi izniniz olursa biraz da ben tahminleyeyim sizleri, dedi topal gözlerini sakil olanın üstüne dikip.

      

-Görünüşe bakılırsa sizler, baştan ayağı bir servetle bezeli olarak bu caddelerde fink atıyorsunuz. Ancak o hin bakışlarınızda köprü altındaki bir fahişenin çaresizliği yatıyor. Tabii o fahişenin cansız bedeni de göz bebeklerinizde saklı. Ah bu donuk bakışlar! Onları iyi bilirim. Bu donuk bakışlardan biri benden beş seneyi yakıp götürdü, haberiniz var mı? Ama iyi ki de götürmüş. Bana, ömrümü adasam da kazanamayacağım bir şey verdi; dilediğim kişi olma fırsatını. Şimdi size böyle şeffaf bir biçimde konuşabiliyorsam bu, o donuk bakışların sahibinin bana bir lütfu. Neyse, uzun etmeyelim. Bu pahalı etiketlerle mumyalanmış sizler, esasında o etiketin yarısı bile etmezsiniz. Muhtemelen zengin bir baba ve onun parasını ezmekle meşgul bir annenin harmanısınız. Gene de son iki yılını inşaata gömen bu topalla aynı eczane rafından besleniyorsunuz. Çünkü aslında bizler aynıyız. Ama sakın bunu yanlış anlayıp da o boktan hümanizm güzellemelerinize yormayın. Çünkü bizim hislerimiz, duygularımız değil, piçliğimiz aynı. Mesela benim babam beni doğar doğmaz çöpe attı. Senin babansa belki bugün yeni sekreterinin koynunda. Annem bakamayacağı halde beni doğurduğu için pişman, senin annense gebelikten fiziği bozulduğu için hayıflanıyor. En nihayetinde sen de ben de bu ebeveyn ilgi ve alakası denen haltı tadamıyoruz. O halde benim senden geri kalır yanım ne? Birbirinden iğrenç mahlukların piçliğinde uzlaşıyoruz işte seninle.

 

Sizi de unuttum sanmayın kızıl hanım. Hiç öyle manasız estağfurullahların lüzumu yok, siz de en az bizim kadar piçsiniz. Bu durumla başa çıkılmaz, yalnızca alışmaya bakın. Misal ben alıştım. Ezelden ebede gidişatım bu doğrultuda olacak, buna eminim. Rota tayinim bana danışılmadan yapılmış, ne diyebiliriz ki? Aslında hiçbir şey demeye gerek yok. Tarih hep böyle tekerrür etmiş bizler için. Çıkamayacağımız kesin ve bu yüzden de daha da fazla batmak istiyorum bayanlar. Affedersiniz, kadın demeliydim değil mi? Üzgünüm, gerçekten üzgünüm, bağışlayın beni. Yarattığınız şu sanal kavram ataerkillik denen zımbırtıdan bir türlü sıyrılamıyorum. Ya da vazgeçtim bağışlamayın beni. Hem yalnızca bardaki kadınları daha da sarhoş etmek için centilmen takılan bu mizojenin siz iki hanımefendiden özrü ne derece içten olabilir ki? Durun, zahmet etmeyin. Sizlerin yerine cevaplarım ben. Zerre kadar pişmanlık yok size karşı olan özrümde. Bir nebze dahi içten değil sizden af dilenişim. Dışarıda beklettiğim sakat ve avele katbekat daha mahcubum. Alın size buz gibi gerçekler. İster bunlarla doldurun küvetinizi ve dinç kalın, isterseniz bu gerçekleri de eritip yalan edin kendinizi. Beni soracak olursanız ben alıştığımı yaşamaya devam edeceğim.

  

Samsun 216’dan bir nefes daha çekeceğim mesela. Biraz daha gizleyeceğim kendimi, kendiminmiş gibi gözüken fikirlerin ardında. Biraz daha kamburlaşıp Quasimodo’yu geçeceğim. Ve bir kez daha mars edecek beni Esmeralda, Notre Dame’ın avlusunda. Elbette ki hiç korkmadan yapacağım bunları. Hem neden korkacakmışım ki şehvetten? İlk defa mı ışıkları söndürmeden sevişiyorum şeytanla? Halvetimizden ilk kez mi irin akıyor, ilk kez mi adıyorum karanlığın kucağına çocukları? Lale, sümbül değil diken üstüne diken fışkırıyor belki de bahçemizden, ilk kez mi kanatıyorum sanki kendimi? Defalarca çekmedik mi hayat denen tetiği ölümün üstünde?


-Senin tek sorunun bastırılmış duyguların, diye çıkıştı sakil olan.

  

Freud ha dedi, Rüştü. O ilk önce gitsin beni introvert ilan eden ustam Jung’dan af dilesin. Siz de alın başınızı defolun gidin buradan. Tüm pozitif ve fenni ilimlerinizi de başınıza çalın ayrıca. İhanetle dolu benim sarmalım. Benliğime ve özüme ihanet… İnsanlığa hakaret benim varoluşum. Neden DNA bir anlam ifade etsin ki benim için. Gen haritam bu lanetli Ortadoğu’dan da beter. Tek sıra dahi olamayan gen diziliminize sokayım sizin. Fakat sizler düzeltmemek için ipe un serdiğiniz yozluklarınızı karakteristik özellik diye yutturmaya devam edin kitlelere. Toplum normu diye pazarlayın tek başınıza sergilemekten korktuğunuz aptallıklarınızı. Biraz daha küfredin bana, biraz daha vebal yükleyin omzuma. Korkmayın, her türlü puştluğu göğüsler bu beden. Her türlü saldırıya açık bir türüm ben çünkü. Herhangi birinize hazır ve nazırım her daim. Buyurun bayanlar, şimdi size hakikatin bir okunu takdim edeyim. İster yayı gerip beni vurun, isterse münasip bir yere tıkıştırın. Tamamen siz ve paşa inisiyatifinize kalmış, diye bitirdi Rüştü. Kendinden ve hatipliğinden emin bir tavırla.

  

Bu kez kızıl olan atıldı. ''Sen kafayı yemişsin,'' dedi. ''Resmen delilik bu. Şu rezil haline bakmadan geçmişsin karşımıza, Nietzsche’yi oynuyorsun.''

 

''Böyle buyurdu koltuk değneği.'' dedi Rüştü ve aralık kapıdan gelen ''Hadisene topal.'' sesine doğru yol aldı.