MİLİTARİST BİR BOHEM MESELESİ OLARAK NACİ
Alnını dayadığı bu kahvenin envai tonunu aynı anda barındıran masadan, genzine kördüğüm urgan misali çöken o kekremsi tadın acısıyla kalktı. Gözlerini araladığında dün gene eve gitmeyi unuttuğunu fark etti. Neyse ki minimum düzeyde bir bilinç hala mevcuttu. Ne yazık ki mi demeliydi yoksa? Şu an içinde bulunduğu anı idrak edebilmek şanslı mı kılıyordu onu, yoksa şuurlu aptallığıyla akla ve mantığa karşı omuz omuza açılmış pankart mıydı bu bohem militanlığı? Uğruna ölünecek tek bir ideoloji yok diyordu Naci. Davam uğruna tırnağımı bile kesmem demişti sana can feda diyen müritlere. Şimdiyse nükseden bu baş ağrısı ve en büyük yandaşı, bu istifra nöbetlerinin emekçisi olarak bir bardak tuz-limon-sodaya hiç düşünmeden tüm varlığını adardı. Can alıp can vermedi hiçbir şeyin uğruna, hiçbir şeyin de bedelini ödemedi Naci. Yalnızca hayat denen bu muazzam piyasada sermaye olarak kullandı kendini. İstem dışı yapılan aptal fedakarlıklar, ödenmeyen kefaletler ve bozuk düzenin sürekli yağlanan çarklısı... Naci hepsini elinin tersiyle itti. Ona göre kendisi hayat denen bu futbol maçındaki en büyük defansifti. Şiarı da dünden hazırdı, gün geçer ömür geçmez. Çok rüzgarlarda savrulmuştu, o rüzgarlar karşısında şuursuz ve bilinçsiz Durkheim hastası, işlevsiz bir yapraktı. Ömrünü adamış olduğu her ne varsa hepsinde de nihai hedef bir rüzgar türbülansı olmaktı. Rüzgar estikçe dönse yeterdi, esmezse de insafına kurban yel eken fırtına biçer, Rabbim buna da şükür, elbet bugünler de geçer derdi.
Şimdi ise yerinden doğrulup kıçını yasladığı bu ortopedik zımbırtıyı terk etme vaktiydi. Kalktı, boynunu olabildiğince öne çekip sırtını batıla atılacak bir okun yayı gibi gerdi. Elini uzattı ve stor mu, yoksa jaluzi mi, her ne zıkkımsa güneşini engelleyen bu zamazingoyu yukarı doğru kaldırdı. Bu kez de elini alnına siper etmesi gerekti. Zira güneş olduğu gibi yeni aralanmış gözlerine taarruz ediyordu. Elini düşündü Naci, eli işlevseldi. Sayesinde gözlerini ovuşturmuş, perdeyi aralayıp güneşine kavuşmuş ve gene eriştiği her mükafatın akabinde olduğu gibi canını yakan bu bedele müdafaayı bu eller sağlamıştı. Sonra da kafada hasıl olan kaşıntı ve gene o kaşıntıyı giderecek kahraman eller... Ellerinin bu denli işlevsel oluşu ona Perec'i hatırlattı. "Isınsın diye ellere, soğusun diye çorbaya üflemek ne garip." diyordu ya hani Perec. Perec'in bu cümlesi e harfini kullanmadan roman yazışından daha çok etkiliyordu Naci'yi. İşte Naci de ellerini üflemek gibi fonksiyonel bir eylemle özdeşleştirdi aklı sıra kendini Perec'le bir tutup. Ellerine methiyeler düzmek isterdi ama şu an ne yeri ne de zamanıydı. Zira kafasında hasıl olan bu bitmek bilmez kaşıntı, ona kendi varlığının bile bir zul olduğunu hatırlatmıştı. Kafasını Boston'da ava kurban giden bir cadınınki gibi uzun bir tırnakla kafasından oluk oluk kanları boşaltana dek kaşınmak istiyordu. Lanet, rezil, sinir bozucu, ahlaka mugayir kaşıntı... Kahrolasıca kaşıntı! Nemrut'un kulağına kaçan sineğin tesiri gibi kafasını önündeki bu ahşap masada parçalama isteği yaratan cinsten bir delirme hali... Günaşırı duşa rağmen kafada bitler cem ediyormuşçasına bir kaşıntı... Seboreik dermatit demişti aptal dermatolog. Postmodern Afrodit sanıyordu kendini. Oysaki yalnızca karga burunlu, kolondan hallice basenli ve en az Naci kadar kıllıydı. Cinsinin ne olduğu mühim değildi. Cins karının teki olduğunu bilsek yeterdi yalnızca. Yüzüne bile bakmadan konuşuyor, titizlikten ve sterilden bihaber bir ortamda üstünkörü bir muayene ile teşhisi koyuyordu. Allah belanı versin Afrodit. Verdiğin şampuanlar, yüzünü yıka dediğin bu bebek sabunu hiçbiri bir boka yaramadı. Hem zaten kabahat bende. Ne demeye yüzü benden de sivilceli bir karıya tedavi oluyorum ki? Terzi kendi söküğünü dikemez misali, kurtuluş sende olsa yüzün mayın tarlası gibi olmazdı zaten. Ah Afrodit ah... Kafamda kaşıntı kaynaklı oluşan bu kan gölleri sende kanın gövdeyi götüreceğine bir dalalet mi yoksa? Neyse dedi sonra Naci, kendince duyar abideleri gelir ve sağlık emekçilerine şiddete hayır seni eril pislik der, saatlerce kafa düzerler diye yatıştırdı kendini. Afrodit'e en layık hediyenin kapısına en temizinden bir tüy dökücü bırakmak olduğuna kanaat getirdi. Bu da kendine girecek bir 60 kağıdın daha habercisiydi ama olsundu, sıkıntı yok. Yeter ki rencide olsun Habeş maymunu Afrodit...
Askılıktakileri heybe muamelesi yaptığı çantaya dizdi birer birer. Aklında onlarca kargaşa ve bu kaotik ortamda yüzen adabı muaşeret anarşisi.... Kafasında fink atan Sezen Cumhur Önallar, Nurettin Selçuklar... Bir tatlı huzur için Kalamış'a yol tepecek var mı sahiden? Neyse dedi, neyse... Daldan dala atlamak pek de iyi değil. Bazen de sabit kalmalı, kalabilmeli insan. Ama gene de tematik bir bütünlüğe hayır demezdi Naci. Zira hayatı boyunca hiç kronolojiye uygun şekilde bir anlatımı olmamıştı. Giriş-gelişme-sonuç, onun için bermuda şeytan üçgeninden farksızdı. Bu bağlam dahilinde anlatılanlar yetkin ve etkin bir sonuca mazhar olamıyordu. Bu da umurunun kapsamına girmiyordu aslında. Yalnızca bir ilki gerçekleştirmekti hedef. Aksi takdirde anlattığını yalnızca kendisinin anlaması kafiydi. Hep de öyle yaptı zaten, kendi söyledi kendi güldü. Kendi anlattı, kendi anladı. Ne yaparsa yapsın hep kendine yaptı Naci, tıpkı her insan gibi... Onu farklı kılansa ne yaparsa yapsın kendine yapacağını kendine itiraf edebilmesi ve bu itirafı içselleştirebilmesiydi. O yüzden bu çeyrek asırlık hikayede hep körler sağırlar birbirini ağırladı ve başkasıyla olan derdini hep kendiyle çözdü Naci. Kendi usul ve yöntemleriyle, kaideleri kahr-u perişan eyleyen istisnai halleriyle... Kendi sahasında, kendi metodlarıyla, kendi kendine edilen kavgalar ve kendince ödenen bedellerle, kendini kendine anlatırken buldu Naci bir kez daha. Ve not düşmeye başladı saman kağıtlarına...
"İçimi dökmek, kaçak dövüşmek ve üst düzey bencilliğimi sergilemek adına elimden gelen her şeyi yaptım. Denemeler, öyküler yazdım ve asla bitmeyecek romanımın temel projesini atmam da cabası... Ha unutmadan, Türk edebiyatına pek de lazım olmayan şiirler dizeledim. Onlarca fuzuli kıta ve mısra... 20 küsur sene aylak aylak gezdim ve halihazırdaki boktan fiziğime en az kendi kadar boktan bir göbek daha ekledim. Gördüğünüz üzere yalnızca başkalarını değil, kendim dahil hepinizi aşağılayan bir hödüğe evrildim. Bu boktan boyama benliğimle soyut somut normlarınızın alayına daha da bir ehil hale geldim. Artık daha eğitimliyim zira tüm puştluklara hakimim, daha bir aklımda başımda çünkü artık kazık yiyen değil, kazıklayan benim. Şimdi tüm numaralar bende ve ben böylesine bir tezgahın içinde sünepe bir personel değil, o tezgahın yaratıcısıyım. Hikayem merak uyandıran cinsten değil. Tüm gün ağzında küfür kıyamet dolaşan larvalar şahının güncesi... Pek de beğeneceğin gibi değil bu meret. Kurumuş tütün, ağzındaki pamukçuk ve salyalarınla muhatap medeniyetsiz tükürükler kaldırımı... Boğazına kadar Orta Doğu. Gene de her şeye rağmen farklı benim hikayem, inanır mısın, farklı. Hem de dibine kadar. Pek çok isyankar, hikayenin aksine benimkinde başrol kendisine teklif edilen makam mevkiyi elinin tersiyle itmiyor. Makamı da mevkiyi de keza onların sahiplerini de var gücüyle çıktıkları yere itiyor. Kendisiyse bilahare üst düzey mercilere kaymakla meşgul sağlı sollu. Orta yolu tutturanlarsa emniyette sanmasın kendini. Hedefi tam 12'den vuran bir puşt karalıyor bu satırları. Tam alnınızın ortasına gez göz arpacık orta yolun yollu sakinleri... Böyle işte benim hikayem, böylesine olağan ve öylece sere serpe... Farklı ve tarifsiz hissiyatlar içindeyim. Umutlarım ağır zayiatların kaldırılması güç moloz yığınları... Septimus Severus'un o şahane aforizmasında vücut buluyor hayatım. "Omnuia fui, nihil expedit." "Her şeydim, hiçbir şeye değmezmiş." Güncel vaziyetimin tekabülü tam olarak budur. 25'imi devirdiğim şu günlerde tüm çabalarımın sonuçsuz kalışını görmek, hiçbir şeyin dilediğim gibi olmayışı ve puslu akıbetimi de hesaba katınca mücadelelerimin kümülatif biçareliğine erişiyorum. Hakikaten haklı yani Severus, değmezmiş hiçbir şeye! Bir elveda yazısı yazmaya dahi ehil değil kalemim. Bu yüzden tüm zorbalıklar karşısındaki tavrını yineliyor. Eyvallah diyor edebiyata da sağ baştan sol başa, tüm zorbalara dediği gibi... Fakat sinmiyor zorbalara, boyun eğmiyor ve geçit vermiyor onlara. Yanlış anlaşılmasın, meselem mazlum hakkını savunmak değil, zira mademki her şey zıttıyla kaim bu kainatta, o halde güzele çirkin, mazluma mezalim yakışır. Zalim zulümle abad olur, mazlum zulümle irşat... Neyse, benim amacım zorbalığı bitirmek değil, kendimden bir zorba yaratmak niyetim. Ondan hayatımı roman yaptım, yaktım sonra tüm sayfalarımı, kül oldum, eridim. Rüzgara karşı savurduğum milyonlarca külümden biri ile muhatapsın şu an. Düşün ki kapkara, kıçı kırık isli bir parçamla dahi şaşıyorsa feleğin, küllerimden doğsam bırak ankalığımı, kabulü mecusi olup secde edersin bana."
Bla bla, tonla satırla devam etti sonra Naci. Ardışık sayıları peş peşe dizer gibi dizdi cümleleri. Ardı arkası kesilmeyen bir veryansındı bu cereyan eden. Kalktı, sayfalarını derledi ve bir kez daha gözden geçirdi yazdıklarını. Sonra ellerini semaya açıp haykırdı, ne olur Tanrım, bugün de Avel'e layık satırlar karalamış olayım. Bugün de hoşnut olsun benden arak satırlarla. Bir kez daha kazanayım takdirini. Başa saralım tüm hikayemizi. Hem belki sürekli bahsettiği Rennan'ı da yakından tanımış olurum böylelikle. Ne olursun Tanrım, bağışla beni yazdığım her kötü satır için. Senden yegane ricam, bir daha senden ricada bulunmayacak bir konuma eriştirmendir beni. Bu konum ne mi Tanrım? Sen pekala benden daha iyi biliyorsun. Sait'in yerini almak elbette... Bir de al benden sana bir durum tespiti Tanrım. Artık önümü görmekte güçlük çekiyorum, bu yalnızca göz numaralarımın artmasından değil, memleketin akıbetinin puslu oluşundan... Gene kurtuluş naraları, gene bir mücadele tınısı, fonda liberal bir ezgi gene. Belirsizlik dediğin zımbırtı, öz geçmişimden hallice... İmla ve noktalamaya gelecek olursak, satırlarımdan uzak olsun onlar. Bilmem kaç milyar larvayı da beraberinde götürsünler. Satırlarıma yalnızca sen eşlik et. Sen kim olduğunu biliyorsun. Artık yalnızca kendini bilenler bilsin beni, olmaz mı? Kendini olmadığı yerlerde gören, uçup kaçan, lafa gelince mangalda kül bırakmayan, kendini bu ülkeye fazla görüp aslında dünyada fazlalık olan narsist aptallar sürüsü... Buyurun, yollar sizindir, sıradanlık diyarının dört bir yandan çıkışı mevcut. Ben her ne kadar sizlere siyanürlü bir finali layık görsem de sizler kendi alternatiflerinizi yaratabilirsiniz. Bir bıçak sırtında yahut bir gökdelenin tepesinde... Tercih sizin yüce takdirinize tabidir. Öyleyse hafifçe bırakın kendinizi en sert zeminlere, sanki en kaşmirinden bir halıymışçasına... Belki bakarsınız sizi bizden üstün yaratan Tanrınız intiharınıza paraşüt açar... Şimdi sana son bir sorum var Tanrım: Benden ölesiye esirgediğin şu rahmet adlı meltemi bu helakı müstehaklara kasırga olup yağdıracak mısın, yoksa paraşütlerine can simidi misali bahşedip bir kuş gibi süzülmelerini bize izletmeye devam mı edeceksin?!