Son zamanlarda ruhsal olarak kendimi bu kadar kötü hissettiğim bir hafta yaşadığımı hatırlamıyorum. Dünyanın en mutsuz insanı ile minicik bir evde kalmak ve evdeki her bireyin görevinin bu mutsuz insanı mutlu etmek olması, gerçekten bir korku oyunu gibiydi. Hayatım boyunca, mutluluğun insanın içinde olduğunu anlamak hiç bu kadar somut hale gelmemişti.

Hayatımızın her anında bir akış içerisindeyiz. Doğal olarak bu akışta hem iyi hem kötü şeyler oluyor. Bu akıp giden zamanın ve hayatın içinden iyi şeyleri yakalayıp, yakamıza asıp sevgiyle taşımamız gerekiyor. İşte dünyanın en mutsuz insanı bu akışta, dışarıdan baktığımızda hiç de kötü bir hayatı olmamasına rağmen gidip en değiştiremeyeceği ve en minik kötü şeyleri; eski bir askının kırılmış uçları gibi sivrilmiş ruhuna asıyor. Kendiyle olan savaşı o kadar büyük ki, bu debelenme sırasında etrafına sıçrattığı suyun farkında bile değil.

Dünyanın en mutsuz insanının içerisinde bulunduğu yanılgılardan biri “beklenti”. Çevresinden beklentisi o kadar çok ki… Buna bir de iletişim engelleri eklendiğinde karşılanmayan beklentiler bir bir yıkılan binalar haline geliyor. Dünyanın en mutsuz insanı, salatadaki tüm soğanların kendisinin hayalindeki gibi doğranmasını, eşinin kendi istediği yerde uyumasını, bulunduğu yere gürültü yapan hiçbir çocuğun girmemesini, kendi çocuğu da dahil olmak üzere herkesin bedeninin kendisinin istediği gibi olmasını istiyor. Bu insan kendisi de aynı süreçleri yaşamış olmasına rağmen daha yeni bebeğini kaybetmiş bir annenin kilolu olmasını ve giydiklerini eleştirebiliyor. Beklenti halkası o kadar geniş ki, kendi çocuğunu ve eşini aşarak, anahtarını içeride unuttuğu için kapıda kalan komşuya iyilik olsun diye verilen tabağın, neden geri gelmediğini, geri geldiğinde de verilen kaşığın neden gelmediğini tüm gün sorgulayarak bekliyor ve daha da önemlisi bunu dile getiriyor, hatta sınırları aşıp bunu karakterine asla yakıştıramayacak olan birinden gidip kaşığı sormasını istiyor. Yani dünyanın en mutsuz insanı karşıdaki kimsenin karakterini, benliğini kabul etmeden koca koca beklentiler içerisine giriyor ve sonunda mutsuz oluyor. Bir süre sonra sınır tanımaz hale gelip, havanın sıcaklığının ve neminin, denizin uzaklığının, binanın boyunun da kendisinin idealize ettiği şekilde olmasını istiyor.

Bu nedenle mutlu olmak istiyorsan,

Başkalarından ve bazen kendinden hiçbir şey beklememeyi öğrenmen gerekiyor.

Dünyanın en mutsuz insanının bir diğer özelliği ise “ayrıcalıklı” olduğunu sanması. Neden ayrıcalıklı olduğunu düşündüğünü inanın çözemedim. Ama önemli nedeni başkalarını küçümsemekten gelen bir yüksek hissetme hali olabilir. Gittiği her yerde, girdiği her dükkânda kendisine herkesten farklı davranılmasını istiyor. Kapıcının sadece kendi çöpünü almasını, her yerde sadece kapıların kendine açılmasını, girdiği havuza kimsenin girmemesini, kendi mutlu olmuyorsa kimsenin olmamasını istiyor. Nerede anın tadını çıkaran, akşam serinliğinde tembel tembel uyuyan, bilgisayar ekranına odaklanıp işini yapıp bundan keyif alan, izlediği bir şeye gülen, yediği çikolatanın tadını çıkaran bir insan var, onu rahatsız etme hakkını görüyor kendisinde.

Bu nedenle mutlu olmak istiyorsan,

Ayrıcalıklı olmadığını, herkes gibi olduğunu kabullenmen gerekiyor.

Dünyanın en mutsuz insanının diğer özelliği ise, başkaları ile ilgilenmek. Başkaları ile ilgilenmek deyince yanlış anlaşılmasın, zaten insan başkalarının iyi olma hali ile ilgilenirse kendini gerçekleştirmiş hissediyor. Bu başkaları ile ilgilenme hali, başkaları ne yemiş ne içmiş ne giymiş, nereye gitmiş, ne yapmış gibi benim beynimin hiç çalışmayan bölümünde işlenen bilgiler… Mutsuz olan insan, “bize ne” olması gereken her olay ve olguya fazla vakıf olup, hayatta en değerli olan zamanı bunlarla ilgilenerek harcıyor. Ama bu konulardan bahsederken başkaları eleştirdiği eylemleri ya da varoluşunu sürdürürken onların hislerini düşünmüyor, fakat herkesin kendi hislerini ve düşüncelerini dile getirmeden anlamasını ve buna yönelik hareket etmesini istiyor. Bu nedenle mutlu olmak istiyorsan,

Başkalarından “bana ne” demeyi öğrenmek gerekiyor.

Tüm bu nedenlerin altındaki daha bütüncül neden ise hem fiziksel hem de ruhsal olarak “kendini sevmemek”. Bu mutsuz insan kendisini sevmediği için akşam olmasının üzüntüsüne o kadar odaklanıyor ki, güneşin batışının güzelliğini kaçırıyor. Ne fiziksel he de ruhsal halinden memnun. Daha da kötüsü kendini seven insana da düşman kesiliyor, çünkü herkesin kendisi gibi olmasını istiyor. Bu nedenle, mutlu olmak istiyorsan, önce

Kendini sevmeyi öğrenmen gerekiyor.

Dünyanın en mutsuz insanı ile geçirdiğim bu günlerden bazı dersler çıkardım. Ama öğrendiğim en önemli şey; mutsuz olmanın çaba gerektiren bir şey olmaması. Asıl çabanın mutluluğun içimizde bir yerlerde olduğunu bilmek ve onu keşfetmek… Esas olan; uyanınca herkesten önce kendine “günaydın” demek, evine girerken, evden çıkarken gülümsemek, hayat yolunun kenarındaki sana kol kanat geren ağaçların yanında, önüne çıkan, ayağına dolaşan taşların da güzelliğini görmek, elimizde olanların kıymetini bilmek ama yitirince, kendini kaybedecek kadar değer vermemek…

Dünyanın en mutsuz insanının kulağına biraz Nazım, biraz Hikmet fısıldamak istedim;

“Yaşamak şakaya gelmez,

Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın

Bir sincap gibi meselâ,

Yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,

Yani bütün işin gücün yaşamak olacak..."