“Karanlığın olmadığı bir yerde tekrar karşılaşacağız…”

George Orwell, 1984


Sıcak ve oldukça bunaltıcı bir yaz günüydü. İki kız arkadaş, daha doğrusu kuzen, patika yolda sarsakça yürüyordu. Dondurmalarını yiyorlar, gözlerine gözlerine gelen güneşten kendilerini sakınmak için elleriyle siper ediyorlardı. 

Aralarından sarışın olan yanındaki arkadaşına usulca döndü ve ne yaptığını izlemeye başladı. Arkadaşı elindeki telefona gömülmüş, dikkatle bir şeyleri okuyordu. Okurken alnındaki çizgiler büzüşüyor, kaşları kararlılıkla çatılıyordu. Dondurmasını yemeye devam ederken mırıldandı:


"Ne var ki o telefonda o kadar bakıyorsun?"


Yürümeye devam ederlerken arkadaşı ona üstten bir bakış attı. O dondurmasını çoktan bitirmişti ama dondurmanın çubuğu hala elindeydi. Ne olurdu yani, kimseciklerin etrafta olmadığı ıssız bir patika yolunda öylece çevreye salıverse o çubuğu? Ama bu tarz hareketler asla ona göre değildi, olmayacaktı da.


"Bir haber okuyorum.”


Sarışın kız dudağını büzerek önüne döndü.

"Tanrım... Öylesine sıkıcısın ki!" dedi sarışın olan sekerek yürürken. Arkadaşı ses etmedi, hatta umursamadı bile. Onlar hep öyle olmuşlardı. Bir mıknatısın zıt kutupları gibilerdi adeta... İlgi alanları, kişilikleri, düşünceleri ve hobileri tamamıyla zıtlaşıyordu. Halbuki bu özelliklere sahip iki kişi bütün uyumsuzluklara rağmen pekala da anlaşabilirlerdi. Ama o iki kuzen öyle değillerdi, dünyaya bakış açılarının çok ayrı alemlerden olmasından kaynaklanıyordu belki de, kim bilir...


Dağ evine yaklaştıklarında sarışın kız, dondurmasını da bitirmişti. Genç kız ilk önce çevresini yokladı, ardından duyarsızca elindeki çubuğu yere attı. Bunu gören arkadaşı, içinde belli belirsiz, istemsizce oluşan bir öfkenin peyda olduğunu hissetti.


"Miray?" dedi artık telefonuna bakmayan kız.


"Hı?" diye mırıldandı Miray önden giderken.


"Neden çubuğu öylece yere attın?"


Miray bir anlığına arkasına döndü ve arkadaşına öyle bir bakış attı ki genç kız bende mi sorun var diye içten içe kendini sorgulamaya başladı.


"Alt tarafı bir çöp parçası Neva." dedi Miray omuz silkerken. İçinden Neva’nın her tarafından türlü türlü kompleksler akan bir kız olduğunu düşündü.

Neva bakışlarını zar zor ondan çekti ve önüne döndü. O hep böyle yapıyordu işte... Parası yere düştüğünde eğilmemek için almaya tenezzül etmeyen, her şeyi har vurup harman savuran, bana dokunmayan yılan bin yaşasın düşüncesi formunda hayatını sürdüren basit bir kızın tekiydi ona göre. Ne yok olmak üzere olan hayvan türleri ne de eriyen buzullar umurunda değildi onun. Bunu birilerine anlattığında onun haddinden fazla abarttığı düşünülebilinirdi ama hayır, öyle değildi. Bu Neva'nın tanık olduğu ilk vurdumduymazlık değildi. Olay asla basit bir çöp parçasından ibaret olmamıştı.


“Benmerkezci kız.” diye mırıldandı Neva arkasından. Miray duydu mu bilmiyordu ama duyduysa bile gram umursamamıştı.


Dağ evine varana kadar hiç konuşmadılar, vardıklarında ise Miray hızlıca bahçeye girdi. Bu dağ evi, büyük bir bahçesi olan üç katlı bir villaydı. Miray ve Neva'nın dedesinden mal varlığı olarak onların ailesine kalmıştı, onlar da her yaz burada buluşup kendilerini akıp giden hayattan soyutluyorlardı.

Neva bahçeye girdiğinde et ve tavuk kokusu duyumsadı, ardından babasını mangalın başında gördü. Miray çoktan içeri girmişti. Babası da Neva'yı gördüğünde içtenlikle gülümsedi.


"Nasıl geçti bakalım patika turunuz?" dedi babası etleri çevirirken.


Neva kenardan bir sandalye çekip oturdu, yorulmuştu. Hiçbir zaman sportif ya da formda bir insan olmamıştı ve ne zaman dışarıda fazla efor sarf etse yoruluyordu.

"Güzeldi." dedi o da aynı şekilde gülümsemeye çalışarak.


Babası ona temkinle baktı. Doğru ya, bu söylediğine kendisi bile inanmamışken babası nasıl inanabilirdi ki?


"Miray'la aranızda bir sorun olduğunu hissediyorum, Neva." dedi burnunun ucuna düşmüş gözlüğünü düzeltirken. "Eskisi kadar yakın değilsiniz gibi."

Neva bir süreliğine kendine düşünme hakkı tanıdı. Elbette eskisi kadar yakın değillerdi çünkü artık ikisi de on altı yaşlarındaydı. Yıllar önce yedikleri içtikleri ayrı gitmezken bu bir anda değişmişti. Çünkü Neva’ya göre o; düşünmeye ve sorgulamaya başlamış, Miray da Neva'ya göre ters orantılı bir şekilde aptallaşmaya başlamıştı. Miray kendisini bir tür gösteriş, şaşaa ve ergenliğin verdiği şımarıklığa kaptırmıştı. Böyle olunca da ilgi alanları birbirinden ayrılmış ve aralarında koca bir uçurum oluşmasına sebebiyet vermişti. 


Neva tam cevap vereceği sırada halasını, yani Miray'ın annesi, iki eli tabaklarla dolu bir şekilde sürgülü kapıyı açmaya çalışırken gördü. 


"Bunu sonra konuşuruz." dedi babası, Neva ayaklanırken. Neva da hiçbir şey demedi, canıma minnet diye düşünerek halasına yardım amaçlı ayaklandı. 

Birkaç dakika sonra uzun sofraları tamamiyle hazırdı. Salata, çeşitli mezeler ve etlerle donatılmış masaya hepsi teker teker oturdu. Miray otururken Neva'ya kısa bir bakış attı. Aralarında sorun yoktu lakin bir tür, kimsenin isim veremediği türden temkinli bir gerginlik vardı. Her an tetiklenmeye hazır bir gerginlik...


"Hadi bakalım. " dedi Miray'ın annesi herkesin tabağına etleri dağıtırken. "Herkes yumulsun yemeklerine."


Masada toplam altı kişi vardı. Miray'ın annesi ve Neva'nın babası, iki kardeş, karşılıklı oturmuşlardı. Miray'ın annesi Elif'in yanında Miray, Miray'ın diğer yanında ise küçük erkek kardeşi Merih oturuyordu. Babaları önemli bir iş gezisi için Fransa'daydı. Neva'nın babası Bülent'in yanında ise eşi Serap oturuyordu. Serap, Neva'nın üvey annesiydi. Neva annesini o sadece on iki yaşındayken meme kanserinden kaybetmişti. Yeni yeni ergenliğe girmiş ve acısını paylaşabileceği bir kardeşi olmayan bir ergen için, bu oldukça tehlike teşkil eden bir durumdu. Artı olarak genç kız, annesinin iki yıl süren mental açıdan oldukça yorucu olan kanserle mücadele evresinde de oldukça hızlı duygu değişimleri yaşamıştı. Bir umut pırıltısı, ufukta kendini azıcık belli etse Neva olmadık hayallere kapılıyor, her zaman iyiyi düşünme eğilimiyle mutlu oluyordu. Ardından durumu kötüleştiğinde ve o umut pırıltısı yerle bir olduğunda kendini alaşağı olmuş bir vaziyette buluyordu. Annesinin ölümünden önce şen şakrak, dışadönük ve konuşkan bir kızken, bir anda içine kapanmıştı. Babası onu birçok terapiste ve psikiyatriste götürmüştü ki bu hamlesi büyük ölçüde başarı sağlasa da Neva o ölümden sonra eskisi gibi olmamıştı. Belki de gerçek karakteri buydu; içekapanık, dobra ve soğukkanlı. Ama babasının kesin olarak emin olduğu bir şey varsa o da, eşinin ölümü kızın benliğinde ve geçmişinde asla kapanmayacak ve her daim kanayacak bir yara olarak izini bırakmıştı.


Hava kararmaya yüz tutarken, bahçedeki ağaçlardan cırcır böceği sesleri yükselirken, yaz meltemin verdiği hafifçe soğuk ama sadece iç gıdıklayan rüzgarı eserken, masadan yükselen konuşma ve gülüşme sesleri eşliğinde yemeklerini yemeye başladılar. Ebeveynler kendi aralarında sohbet ediyor, et yemekten asla hazzetmeyen Merih yemek yerken annesine mızmızlanıyor, Neva ve Miray ise arada kaçamak bir şekilde bakışıyordu. İlişkilerindeki ilerleme ya da gerileme, her şey pamuk ipliğine bağlıydı. İkisi de birbirleriyle olan konuşmayı başlatan kişi olmak istemiyordu; ama gerek buradaki akran iletişimsizliğinden sıkılmalarından, gerek itiraf etmeseler de yeniden eskisi kadar yakın olmak istemelerinden birbirleriyle konuşmak istiyorlardı. İnsanoğlu böyleydi işte, aynı şeyi arzulamasına rağmen gurur adı altında bu arzuyu bastırmaya çalışmak…


Neva mezelere yumulurken sevecenlikle halasına baktı.


“Ellerine sağlık hala, mezeler çok güzel olmuş.” dedi yeni bir ekmek parçasını başka bir mezeye banarken. Halası da ona dönüp muzipçe gülümsedi.


“Afiyet olsun canım, istersen daha var.”


Neva lüzumu yok dercesine başını silkti. Ardından halasının, Elif’in gözleri iki kuzen arasında mekik dokumaya başladı. Miray çok fazla bir şey yememişti, şimdi de tabağındaki börülce parçalarını çatalıyla bir o yana bir bu yana itekliyordu. Usulca esnedi, uykusu gelmiş gibiydi. Elif iki elini masanın üstünden birleştirerek kızlara sordu.


“Eee, yarın ne yapmak istersiniz? Hep birlikte göle gidelim mi?”


Neva’nın dikkatli, Miray’ın da mahmur bakışları aynı anda Elif’i buldu.

“Yani, olabilir…”


İki genç kız da mırın kırın ederken Elif’in gözleri sadece milisaniyelik bir süre için Bülent’i buldu. Günün sabahı, iki kız birlikte patikaya doğru yol alırken kızlar hakkında konuşmuşlardı. Bülent, Elif ile konuşurken nedense kardeşinin hep kendi kızını suçlama eğiliminde olduğunu fark etmişti. O da kızının pervasız, sorumsuz ve bencil olduğunu düşünüyordu. Kendi karakterine zıt olarak yetişmesi onu hafiften kaygılandırıyor ve üzüyordu. Bunu Bülent, bu sabah yaptıkları konuşmada daha iyi idrak etmişti.


Bir süre daha ebeveynler, sohbete devam ettiler. Bu sırada Miray ve Neva birbirlerine yakalanmamaya uğraş vererek, ama her nasılsa her baktıklarında yakalanıyorlardı. Neva onunla tam konuşmaya başlayacak gibi olduğunda Miray telefonunu eline aldı. Neva’nın hafifçe aralanan ağzı ışık hızında kapandıktan sonra, o da okumak için kitabını eline aldı. Neva, kararmaya yüz tutmuş havada, ara sıra gözlerini kısarak kitabını okurken Elif’in gözleri yeniden Neva’ya tutundu.


“Yine ne okuyorsun?” dedi Elif, Neva’ya atıfen. Neva, kitaba aşırı bir şekilde odaklandığından ancak birkaç saniye sonra ona ne sorulduğunu kavradı.


“Ah.” Neva kitabı parmağıyla aralayıp Elif’e gösterdi. “George Orwell’den 1984.”

Elif kafasını onaylarcasına salladı, kendisi çoğunlukla şiir ve kişisel gelişim kitapları okusa da bu eseri sık sık duymuştu. “Neyi anlatıyor?” diye sordu, ilgiyle.


“Distopik bir gelecekte bireyselliğin yok edildiği, insanların makineleşmiş kitlelere dönüştürüldüğü bir kitap. Geleceğe dair bir kabus senaryosu. Bir nevi, günümüzün bilinçsiz insanlarına karşı yazılmış bir ağıt.”


Miray aslında kendisiyle ilgili tek kelime geçmemiş olmasına rağmen kafasını kaldırdı, sanki son cümleyi ona söylemiş gibi hissetmekten kendini alamadı. Neva’nın öyle bir amacı yoktu, o sadece hevesle kitabı yorumluyordu.

“Ne güzel.” dedi Elif elindeki bardağı yudumlarken. Ardından erkek kardeşine döndü. “Çok şanslısın Bülent, bizim Miray’ın bugüne kadar eline kitabın değdiği görülmemiştir. Hatta toplasan hayatı boyu on kitap okumuştur herhalde.”


Elif’in alayla şakaya vurmaya çalışarak ve hafif alayla söylediği bu cümleye karşılık Bülent kendisini tebessüm etmeye zorladı. Gözleri yeğenine döndü. Şimdi Miray telefonuna bakıyor, daha doğrusu bakıyor gibi yapıyordu. Genç kızın annesi tarafından hep bu tarz eleşirilere maruz kaldığını hissedebiliyordu.


“Herkesin ilgi alanı farklıdır, Elif. Herkes aynı şeylerden hoşlanmaz.” dedi Bülent, beklediğinden daha sert çıkan bir sesle. Bir anlığına herkes sustu, Neva ise Miray’ı dikizledi. Halasının onun hakkında söylediği şeylerin hoşuna gitmesini beklemişti ama nedense gitmemişti. Evet, onun eleştirilmesini istiyordu ama bunun kendisiyle karşılaştırılıp onun kin tutmasına vesile olmadan yapılmasını istiyordu. Bir anlığına Miray bıkkın bakışlarını kuzenine doğrulttu. Yaptıkları kısacık bakışmada bile Neva, Miray’ın hissettiği bıkkınlığı ve özgüvensizliği gördü.


“Bahsettiğim o değil.” dedi Elif atmosferi dindirmek istercesine yumuşak bir sesle. “Miray kendine yararlı hiçbir şey yapmıyor, bu yaşlarını ve zamanını boşa harcıyor.”

Miray resim yapmaya bayılırdı ama herhalde annesine göre bu önemsizdi. Miray spor yapmaya bayılırdı ama herhalde bu da annesine göre önemsizdi. Annesine göre akademik ve kültürel açıdan yetersiz olan bir birey, tamamen hiçti. Artık annesinin neden böyle düşündüğünü anlıyordu.


İnsanların arasında eleştirilmekten bıkmış olan Miray ellerini masaya dayayarak kendisini itti, kimsenin yüzüne bakmadan tabağını ve bardağını masadan aldı. Bütün bakışlar az önceki vukuattan dolayı kendi çehresinde dolaşırken umursamadan arkasını döndü.


“Nereye?” dedi Bülent. Kimseye cevap vermek istemese de zar zor dudaklarını araladı. “Uyuyacağım.” dedi kısmen cılız bir sesle. Miray annesinin arkasında daha yemeğini bitirmediğiyle ilgili bir şeyler söylediğini duydu ama ona cevap vermedi. Elindekiler mutfağa bıraktı, Neva ile ortak kaldıkları odaya çıktı ve yatağın içine kıvrıldı. Sıcak olmamasına rağmen battaniyeyi tam tepesine çekti, tortop olmuş bir vaziyette uyumaya çalıştı ama olmuyordu. Zihni, annesinin onun hakkında söyledikleri, Neva ile öğlen yaptıkları atışma ve aşağıdan gelen konuşma sesleri ile vızıltılı bir makine gibi işliyordu. Bir sağa bir sola yattı, en sonunda gerçekten uykusunun geldiğini hissettiğinde ise uykuya direnmeden güçsüz göz kapaklarını kapadı.


Rutubet her yeri kaplamıştı. Onun kokusunu duyumsayabiliyor, tenine verdiği nemi hissedebiliyordu. Birkaç kere omzunun dürtüklendiğini hissetti. Gözlerini aralamak istese de sanki gözleri bir daha açılmamaya yemin içmiş gibiydi. Sanki gözlerine bu komutu veren bedeni değil, zihniydi.


“Uyan artık, varmak üzereyiz.”


Gözlerini açtığında bulanık bakışının netleşmesini bekledi, ardından ona seslenen insana döndü. Kızdı, hafif kızıla çalan kahverengi düz saçı ensesinde kısacık kesilmişti. Çatık kaşları, bir kedininkine benzeyen şekliyle yeşil gözleri, yüzünün her tarafına ara ara dağılmış çilleri ve düz inen burnuyla çok karakteristik bir çehresi vardı. İki kız bir süre birbirlerini inceledi, ardından Miray etrafını incelemeye koyuldu. Etrafta onun gibi oraya buraya büzülmüş birçok insan vardı. Bazıları uyanık, bazıları uyur vaziyetteydi. Loş ışığın aydınlattığı yere baktı ve hareket halinde olduklarını anladı. Yüksek ihtimalle büyük bir kamyonun arkasındaydılar, kamyonun içi çok bakımsızdı. Her yer is, pas ve rutubet kaynıyordu.


“Neredeyiz?” dedi Miray meraklı bir sesle. Yanındaki kız usulca iç çekti, parlak renklerden oluşan garip eşofman takımını düzeltti. Hareketleri her an için temkinliydi, sık sık etrafı kontrol ediyordu.


“İşçi Kampı’na giden kamyondayız. Arkamızda bunun gibi birkaç tane daha kamyon var.”


Bir anlığına Miray dediklerini idrak etmeye çalıştı, etrafa yeniden baktı. Bu sefer gerçekten baktı onları görmeye çalışarak. Çoğu bakımsızdı, hepsinin de üstlerinde yanındaki kızınkine benzer takımlar vardı, tıpkı aynı sürüye mensup damgalanmış koyunlar gibi. Bir anda kendi üstünü yokladı ve kendisinde de aynısının olduğunu fark etti. Yarı şaşkınlıkla etrafı dikizlemeye devam etti. Tek tük çocuk vardı, hatta bir iki tane dışında hiç yoktu. Atmosfer bozuktu, insanların ortak noktası da hepsinin somurtkan olmasıydı.


“Neden herkes somurtuyor?” diye fısıldadı Miray istemsizce. Kız ona bir süre bön bön baktı, ardından sorusunu cevapladı.


“Dünyaya parasıyla ve kimyasal silahlarıyla hükmeden diktatörlerin, çöplüğünü temizleyen işçilerin güle oynaya gitmesini bekleyemezsin.”


Bir anlığına Miray rutubetin üstüne üstüne geldiğini hissetti, nemden ötürü nefes alamaz gibiydi. Ağzından nefes alıp verirken kalp ritminin dinginleşmesini bekledi. Cızırtılı bir ses duyması üzerine dikkatini oraya doğrulttu.


“Sayın yoldaşlar, lütfen yukarıdaki aparatlardan çıkan maskeleri takınız. Radyasyon seviyesinin yüksek olduğu bir alana giriyoruz.”


Herkesin ayaklanması üzerine o da insanlara uyarak ayağa kalktı, kısa saçlı kızın yaptığı gibi üstündeki kırmızı düğmeye bastı. Bir anda aparat alçalırken içindeki kalın maskeyi gördü. Maske oldukça büyüktü, sadece gözler ve kulaklar açıkta kalacak şekilde dizayn edilmişti. Takıldığında içeriye oksijen parçasını bile aktaracağından şüpheliydi. Herkes alışagelmiş bir şekilde maskelerini takmaya başlarken o neredeyse beline uzanan saçlarına baktı. Bu saçlarla maskeyi takması olanaksızdı. Bakışları kısa saçlı kıza döndüğünde onun da aynı şeyi düşündüğünü anladı.


“Saçları en kısa zamanda kesmen gerekecek gibi görünüyor.”


Dışarıya derin bir nefes verdi, saçlarını tek eliyle yukarı doğru tutup maskeyi zorlukla kafasına geçirdi. Şimdiden nefes alamaz gibi hissediyordu. Sanki maske yılan derisiydi, ikinci bir katman gibi derisine yapışıyordu. Derin derin nefes alırken, kısa saçlı kızın sesini zorlukla duydu.


“Alışırsın. Hepimiz alıştık.”


Sanki sesi başka bir gezegenden geliyordu. Zorlukla anlamış olmasına rağmen kafasıyla onayladı.


Birkaç dakika öylece beklediler, ardından hareket hali kesildi. Arkadaki kapıdan bir ses yükseldiğinde o da arkasını döndü. İnsan topluluğu kapıya doğru adımlıyordu. Kısa saçlı kız onu kolundan, nazik sayılabilecek bir şekilde kavradı. Kendisini yönlendirmesine müsaade etti. Kapının önünden aydınlık yükseldiğinde sırada beklediler. O sırada Miray yanındaki kıza döndü.


“Adın ne?”


Kız, sanki onu pek anlayamamışcasına baktı, ardından ne demek istediğini anlamış gibi kafasını oynattı. Belki de lanet maskelerden dolayı duyamamıştı.


“3309. Adım yok, doğduğumda etiketlendiğim sayı bu.”


Miray, en derinlerinde hafif bir burukluk hissetti. Numarayı aklına kazıyarak önüne döndü, ama 3309 hala ona bakıyordu, kendisininkini söylemesini bekliyordu.


“Miray.” dedi yavaşça.


3309’un gözlerinden bir anlığına şaşkınlık dalgası geçti, ardından iç çekerek sırada ilerledi. Pek fazla karşılaşmadığı bir durum gibiydi bu.


“Hepimiz doğduğumuzda sokağa bırakılmayacak kadar şanslı olmuyoruz.”

Miray bir şeyler söylemek istese de pot kırabileceğini düşünerek sustu. Oldukları yerde ilerlediler, ardından merdivenlerden adımlayarak yere indiler. Bir süreliğine yine etrafını gözden geçirdi. Yaklaşık beş metre ötelerinde en az onlar kadar kalabalık başka bir grup daha vardı, onun da ilerisinde aynı şekildeydi. Ani bir şokla sarsılırken onlar gibi kaç tane grup olduğunu merak etti. Gözlerini insan topluluklarından çekip bu sefer etrafta gezdirdi.


Etraf aşırı kuraktı, tek tük bitkiler ve ağaçlar vardı, onlar da sararmıştı. Ne ormanlık bir alandaydılar, ne de kentteydiler. Sanki bütün dünyadan izole olmuş, pek önemsenmeyen bir yerdeydiler. En önemlisi ise burası ağır radyasyonun olduğu bir yerdi. Radyasyonun hissedilmesi mümkün değildi, ama nedense kendini radyasyonu hissediyor gibi hissetmekten alıkoyamıyordu. Aşırı sıcaktan boğuluyor gibi hissetti.


Kamyondan başka bir adam çıktı, bu adam oldukça uzundu, onlarınkinden farklı olarak parlak siyah bir üniforma giyiyordu ve ellerinin arasında makineli bir tüfek tutuyordu. Herhalde bizleri komuta eden bu adam, diye düşündü Miray. Adam topluluğun hemen önünde durdu, bir süreliğine insanları gözden geçirdi. Ardından sert ve monoton bir sesle “Beni takip edin!” diye bağırdı.


Miray, tıpkı az önce düşündüğü gibi bir koyun sürüsüne mensup gibi hissederek ilerlemeye başladı. Herkes cansızdı, çok az kişi konuşuyordu. Gözleri bir anlığına yanlarındaki çocuğa döndü. Taş çatlasın on yaşındaydı ama bitkin yüzünde öyle bir dinginlik vardı ki ermişlere bile benzetilebilirdi. Çocuğun da ifadesiz bakışları ona döndüğünde içini tamamen kaplamış kedere boyun eğerek önüne döndü.


Bir süre sürüler halinde devam ettiler, yanında devamlı 3309 vardı. Arkalarında saydığı iki sürü vardı, önündekileri ise hesap etmesi olanaksızdı. O anda Miray bir şeyi fark etti, böyle kısmen ormanlık bir alanda neden hiç hayvan yoktu? Hatta onlardan, kurumuş bitkilerden ve yerde dolaşıp duran karıncalardan başka hiçbir canlı yoktu.


“Neden hiç hayvan yok?” dedi Miray 3309’a doğru.


“Hayvandan kastın nedir?” dedi 3309 ona bakmadan. “Kedi, köpek gibi hayvanları kast ediyorsan onlar böyle yerlerde durmazlar, şehirde dururlar. Onun dışında çoğu hayvanın soyu tükendi, buzullar eridi. Artık ormanlar şehirlerden daha güvenli bir vaziyette.”


Miray, bir süre düşünme için kendine zaman tanıdı. Ama düşündükçe içi kıyılır gibi oluyordu. Onun kendi iç hesaplaşmasına zaman vermeden 3309 devam etti.

“En azından bir ormanda yaşarsan nükleer patlama sonucu ölme ihtimalin daha düşük.”


Miray’ın kaşları çatıldı. Ne kadar şey öğrenirse öğrensin hep bir şeylerin eksik kaldığını, yapbozu tamamlayamadığını hissediyordu.


“Nükleer patlama?” dedi 3309’a doğru. 3309 uzun süre sonra yeniden ona döndü, Miray da maskenin ardındaki yorgun gözlerini izlemeye başladı. Yorgun. Burada gördüğü her insanın artık ışıltısını kaybetmiş irislerine yerleşen tek şeydi bu. Salgın bir hastalık gibiydi, bir kere enfekte olan tümden yaşama sevincini yitiriyordu sanki.

“Üçüncü Dünya Savaşı çıktığında çok ileri teknolojiler vardı.” diye mırıldandı 3309. “O zaman da dünya berbat bir haldeydi, insanoğlu birbirine yetemiyordu. Ama en azından daha iyiydi. Savaşta kimyasal silahların kullanılması yasaklandığı için bilerek nükleer patlama yaptılar. Bu nükleer patlama dünya nüfusunun yedide birine mal oldu.”


Bir süreliğine ara verdi, bu maskelerin ardından konuşmak onu da yormuştu anlaşılan. Şimdi sürüler halinde bir köprüden geçiyorlardı.


“Küresel ısınma hat safaya çıktı, çoğu hayvanın nesli tükendi, önüne geçilemez bir hava kirliliği başladı. Ülkelerde isyanlar çıktı, bir süreliğine asayiş sağlanamadığı için sokaklarda her türlü suç işlenilir hale gelmişti. İleri teknolojinin kullanılması yasaklandı. İnsanlar artık dünyada bir gelecek olmadığını bildikleri için deli gibi uzay enstitülerine ediyorlardı. Olası bir yaşam olan gezegen bulunduğunda orada yer almak için kontenjana girmeye çalıştılar. Ama tabii hiçbiri bundan yararlanamadı, işçilerin hepsi de burada kaldı.”


Miray, 3309 konuşurken onu izliyordu. O sırada maskenin açıkta bıraktığı yerde, tam boynunun omzuyla birleştiği yerde bir iz gördü. Daha doğrusu, siyah mürekkeple işlenmiş büyük bir sayı dövmesi.


3309.


Bir kimliği yoktu. Bir benliği yoktu. İmkanı olmadığı için artık geleceği olmayan bir gezegende yaşamaya maruz bırakılmıştı. Onu seven insanlardan mahrum kalmıştı. Mahrum kaldığı şeyleri kalbine gömmüş, oradan da bir daha çıkarmamıştı. Hepsi sadece zihin defterinde, yıllar öncesine ait puslu ve solgun anılardan ibaret olmuştu.


“İnsanoğlu hiçbir zaman birbirine yetemedi.” diye devam etti, 3309. Bir nevi içini döküyordu, zihninde ağ tutmuş düşünceleri özgürce dillendirmenin tadına varıyordu.

“Biz dünyanın sonuna doğan çocuklarız. Dünyanın sonuna doğduğunda, asla çıkışın olmaz. Bunu kabullenmek en iyisi.” dedi çaresiz bir tınıyla.

Söyleyişini bitirdiğinde uzaklara baktı. Miray onun eskiden güçlü bir serzenişte bulunduğunu ama hiçbir işe yaramayınca isyan etmekten vazgeçtiğini o zaman anladı. Bir makineye dönüşmüştü; kendi iradesi dışında eylemler yapan, amaçsızca işleyen bir nesneydi.


Yolun geri kalanı boyunca hiç konuşmadılar. 3309 hiçbir şey düşünmeden sadece kampa vardığında yüzündeki maskeyi yırtıp atmayı düşlerken Miray ise sadece dünyanın geldiği korkunç duruma kafa yormaya başladı. Gelecek, buydu. Eski nesillerin öleceğini bildiği için umursamadığı şeyler, büyük bir felakete sebebiyet vermişti. İnsanoğlu bencildi. İnsanoğlu acımasızdı. İnsanoğlu, dünya üzerinde her şey olabilirdi ama en çok da empati yoksunuydu. Kendi bulunduğu durumdan şikayet ederken geleceği göz ardı eden ahmaktı insanoğlu.


Yaklaşık on beş dakika sonra siyah üniformalı adam durdu, diğerleri de aynı şekilde durdu. Bütün topluluklar hayattan yoksun bir şekilde durduklarında bir anons duyuldu.


“Gruplar ikiye ayrılsın. Tekrar ediyorum, bütün gruplar ikiye ayrılsın.”

3309’la Miray birbirine baktı. Burada yolları ayrılıyordu. Sadece yarım saatlik bir yolculuk da olsa bu yolculuk ikisinin de aklına bir çivi gibi işlenmişti. Bir süre susarak birbirlerini izlediler, ardından anons bir daha tekrar edildi. Zaman durmuş, saniyeler sahildeki km tanelerine bölünmüştü.


“Veda etmeyi sevmem.” dedi 3309. “Belki bir gün başka bir yerde yine karşılaşırız.”

Miray kafasıyla onayladı. Nedense gözleri dolmuştu. Gözleri dolmuştu çünkü bir daha karşılaşamayacaklarını biliyordu. Gözleri doldu, çünkü bunun gerçek olmadığının ayırdındaydı.


“Sadece dikkatli ol.” dedi 3309 usul usul sağa doğru adımlarken. Miray bir budala gibi, yeniden başını salladı. 3309 ona tam olarak arkasını dönmeden önce son kez Miray’a baktı, ardından insan kalabalığına karıştı. 3309 uzaklaşırken arkasından “Hoşça kal, 3309.” dedi. Ama 3309’un duyduğunu pek sanmıyordu.

Miray da onu iten insanlardan silkelenerek grubun diğer parçasını takip etmeye başladı. İkisi de kendi gruplarına adımladıklarında araları açıldı; binlerce kişiden oluşan insan topluluğu içinde iki küçük, harcanabilir karıncadan başka bir farkları kalmadı.


Miray ilerledikçe bilinci kayboldu. Zihninin farklı yerlere sürüklendiğini duyumsadı. Gerçeklik algısını kaybederken biliyordu, hepsi bir rüyaydı. Ama yine de içine işlemiş bir rüyaydı. Nefes nefese bir şekilde olduğu yerden kan çanağı gözleriyle doğrulurken ilk defa Neva’ya hak verdi.


Artık biliyordu.


Rüyalar, hafızadan neredeyse beş dakika gibi bir sürede siliniverirdi. Miray sersemce de olsa bunun bilincinde olarak ayaklandı, ne diğer yataktan ona seslenen Neva’yı ne de diğer dış sesleri kayda almadı. Atik bir hareketle önlerindeki masaya oturdu, deli gibi kağıt aramaya başladı. En sonunda, kahverengi masanın en alt çekmecesinde yarısı koparılmış bir kağıdı bulduğunda kağıdı masanın üstüne koydu. Terli alnını sildi, bulduğu ilk kalemi kağıda bastırdı.


En başta ne yazacağını bilemedi, aklı o denli içindeyken gerçekliğinden zerre etmediği rüyadaydı ki başka hiçbir şeye odaklanamıyordu. Fakat sonra zaten odaklanması gereken asıl şeyin zaten bu olduğunu fark etti. Hala taze olan hisleriyle düşüncelerini harmanladı, aklına ilk sızanı eğri büğrü harflerle yazdı kağıda.


Dünyanın sonuna doğduğunda.