Dünyaya veya evrene bir hayat sunulmuşsa eğer, bu hayatın kaynağı, “gök” diye bilinen, bilimden soyut metafizik bir kavramdan, olmayan bir gerçekten gelmiştir. Maya ve İnka toplulukları, Hint kültürleri, Mezopotamya medeniyetleri Tanrı’yı, oğullarını, yaratıcılarını gökte aramıştır. Güneş’in ve bulutların raks ettiği maviliğe de, yıldızların ve Ay’ın ahenginin sahibi karanlığa da bilimsel bir keşfetme amacıyla değil varlığı sorgulama, ilahi kudreti bulma ümidiyle bakmışlardır.
Ve sadece bakmışlardır. Öyle saplantılarla bakmışlardır ki; bakıp da bulamadıkları Yaratanlara inat, görebildikleri gezegenlere ve yıldızlara Batılılar korktukları Tanrılarının isimlerini; Doğulular sevdikleri kadınların isimlerini vermişlerdir.
Bu acziyet, sevgi ve saygı çıplak gözden merceğe geçildiği yüzyıllar boyunca devam etmiştir. İnsanlar baktıkları maviliğe ve karanlığa ulaşımı, Tanrıların sahasına müdaheleden korkarak imkansızlaştırmıştır. Ve bu korku yüzyıllar sürmüştür.
Ta ki 1865 yılında yayımlanan Ay’a Yolculuk kitabına kadar. Devrin delisi kuyuya taş atmış, sadece bilimin değil kurgunun da sınırlarını zorlayarak kalemiyle oynattığı Baltimore’lu emekli askerlerin oluşturduğu Gun Club üyeleri üzerinden Ay’a gitmenin mümkünatını ve gerekliliğini bilimsel verileriyle, en önemlisi de edebiyatının beslediği duygularla, insanlığın aklına yerleştirmiştir.
Bu delinin, Jules Verne’in yarattığı ütopyayla ve akımla; insanlar, ideolojiler ve devletler uğruna harcadıkları milyarlarca dolarlık uzay savaşına; bilim adını taksalar da insanın ilkelliğini gizleyememiştir.
Uzaya çıkan ilk insan Yuri Gagarin’in, uzaydaki ilk cümlesi olan “Burada Tanrı falan göremiyorum.” gibi...