parmak boğumları beyazlayana kadar elindeki kalemi sıktı. vücudunu büküp omuzlarını içe topladı ve masaya yaklaştı. sayfaları delip tonlarca sayıyı peş peşe dizdi, satırlarca işlem yaptı. damarlarındaki kan nehirler gibi çağlıyordu. yaşı on yedi, derdi yüz yetmişten fazla. 


sabah sekizde aç karnına evden çıkıp akşam sekizde aç karnına eve döner, rastgele bir şeyler yer, programının gerisine düşmemek için masa başına geçerdi. çok konuşmaz, konuştuğunda alev püskürürdü. stres ve sinirle başa çıkamaz, içinde biriktirirdi. geceleri yorganının altından sesler gelirdi; sabahları kanlı dudaklarıyla uyanırdı. tırnaklarının kenarları soyulmuş, gözleri mosmor, sürekli üşüyor... 


optikler ve cevap anahtarları. hayatının merkezi. her hafta en azından iki deneme, sürekli net hesaplamaları ve sıralamalar. nefes yok; arkadaşlar, sosyal hayat, hobiler yok. kimseye anlatamıyor bunun ona ne kadar zarar verdiğini. yalnız arkadaşlarıyla, geceleri onun gibi titreyerek uykuya dalan arkadaşlarıyla, konuşabiliyor. aynı kâbusu paylaşıyorlar. yaraları birebir.


bu on yedinci yılları.


yine bir gün o arkadaşlarından biriyle saatlerce sayfa eskitmişler. biri -bahsettiğim arkadaşı, deniz- yataktan kafasını sarkıtmış, diğeri sandalyede dönüyor. ikisi de anlam veremiyor neden burada olduklarına. ikisinin de kafası hayal dolu, ciğerleri nefese muhtaç, kalpleri ateşle yanıyor. 


öyle boş boş etraflarını seyrederken kapıdan biri giriyor içeri. yetişkin biri, göremiyor tabii onların gözlerini. kızıyor, çalışmadıkları için. öyle boş boş bakarak sınav kazanılmaz, sınav kazanılmadan büyük insan olunmaz! bu cümleleri kuruyor. odayla baş başa bırakıyor onları. boğulmak üzere olan insanlarınki gibi derin iki nefes odayı dolduruyor,


"biliyor musun..." diye başlıyor söze sandalyedeki, toprak.

"yemin ederim... deniyorum. masama bak, kitaplığıma, sayfalara, kalemlerime... gözlerime bak ya... çalışıyorum cidden. korkuyorum, çalışıyorum. masama bak. saatlerim burada. yatak, otobüs, okul, otobüs, dershane, otobüs, bu masa. her gün aynı döngü. tüm hayatıma ara verdim. masama bak, her şey yarım. yapamayacağım diye ölesiye korkuyorum. o kadar ki, ölsem şimdi, şu an cehennem korkutmuyor beni. 

şu masa, sandalye, kitaplar hepsi kocaman prangalar. gençliğime takılmışlar, açamıyorum. kurtulamıyorum, sayılar beni yutacak. tüm yazım kuralları bir yıllık mezarımın üzerinde toprak olacak. masama bak, yemin ederim deniyorum..."


sesi titredi, tutamadı kendini. gözyaşlarına izin verdi. tek elini ağzına bastırdı hıçkırıkları duyulmasın diye. hoş, duyulsa da bir şey olmaz fakat geceden kalma alışkanlık. geceleri ağlamak güvenli ve risklidir, beraberinde bir sürü alışkanlık getirir. mesela ağlarken kendinizi sıkarsınız, tek bir ses gecenin sessizliğine dağılırsa bunu ay bile saklayamaz çünkü. ama karanlıktır, istediğiniz şekilde ağlarsınız ve kimse sizi göremez, ay size yardım edip ışıklarını sizden çekecektir. pek tabii alışkanlıklar üzarinize ince tülden bir zırh gibi yapışırlar ve bunu ancak o zırhı giyen diğerleri görebilir. işte, deniz de bunu görebildiğinden yavaşça arkadaşına yaklaşıp kolları arasına aldı. şimdi ikisi de sessiz hıçkırıklarla kendi ruhlarını öldürüyorlar. karşı evde birisi de ve arkasındaki evde birisi de ve üç sokak ötede ve beş şehir uzakta birisi de aynı tonda hıçkırıklarla kendi ruhlarını öldürüyor. on yedi yaşındaki herkes en az bir kere bu hıçkırıklarla öldürmüştür kendini. eh, ölen pek geri gelmiyor. 


ikisinin de kafasında bir düşünce ortak: keşke hiç var olmamış olsaydık. ve bunu söyleyebilecek cesaret sadece deniz'de var.


"son zamanlarda... cidden bu yaşam denen şey mantıklı gelmiyor. ben madem zamanı geri alamıyorum, madem bir daha çocuk olup sabahtan akşama çizgifilmler izleyemiyorum, madem bir daha ortaokulda büyümek için acele edemiyorum, madem kanım bir daha böylesine akmayacak, ben o zaman neden... neden sürekli çalışıyorum? hayır, neden sürekli sevmediğim şeylere çalışıyorum? yaşamak istemiyorum. var olmamak hoş olurdu. ölmek mi istiyorum? bilmiyorum. yaşamak istemiyorum, bu ölüme mi eşittir? nesi var ki yaşamın, nesi var ki böyle yaşamın? sorular ve cevaplardan ibaret. herkes aynı şeyi söylüyor 'bir yıl sık dişini, sonra rahatsın.', 'seneye kendini üniversitede istediğin bölümde hayal et.', 'stresle başa çıkamazsan...' herkesin söyleyecek çok şeyi var, herkes fikir veriyor ama kimse nasıl yapacağımı söylemiyor. ben nasıl bu korkuyu yeneceğim? nasıl kabuslardan kurtulacağım? kimse kimse kimse söylemiyor bunu."


"kimse bilmiyor çünkü. onlar da yaşadılar bunu ve onlara kimse öğretmedi. biz de aynı yağda kavruluyoruz. o kadar pis bir yağ ki yıllardır, genç ruhları çalan bir balçık gibi. herkes alışmış ama buna kimse bir şey demiyor. kimse rutinini bozup karşı çıkmak istemiyor. sen de, ben de..."


"hayır, hayır. ben istiyorum. sen ve onlar, siz de istiyorsunuz. sistemin parçası olmadan değiştiremeyiz onu. bunu ben biliyorum, siz de biliyorsunuz. ama sistem o kadar katil ki, öylesine obur bir canavar ki insanların içindeki değişim arzusunu kırıp kendine köle yapıyor. onların ruhlarını yiyor ve kanlarını içiyor, kalplerini bir tatlı gibi yavaşça sindiriyor. ardından sonsuz döngünün içine sıkışıyoruz ve kimse düzeltemiyor. tüm değişim hayalleri ve devrim ateşi sabah sekiz akşam beş masa başı iş ile yeniliyor ve borçlarla örtülü bir banka kartına hapsoluyor. asla kurtulamayacağız. hiçbir zaman çocukkenki hayallerimiz gerçekleşmeyecek. küçük benliklerimizin heyecanı büyüklerin dünyasına adım atmaya hazırlanırken sönüp gidecek, çocuk kalplerimiz kırılacak. peter pan bizden nefret edecek."


odanın içini rahatsız edici bir melodi doldurdu. mola süreleri bitmişti, daha fazla oyalanmamaları lazımdı. ikisi de konuşmayı kesip sızlayan ruhları ve sıkışan göğüs kafesleriyle çalışmaya döndüler. 

bu on yedinci yılları.