Her yerde seni görüyorum.

Bu kadar klişe olmak zorunda mı? Böyle olması yerlere mi düşürüyor hissi?

Neden yağmurda bir kedi köpek gördüğümde seni düşünüyorum?

Neden alyuvarlar ve akyuvarlar gibi ana yolda akıp giden arabalara bakarken seni görüyorum?

Neden sis dağı içine aldıysa seni görüyorum sisin ardında ve önünde?

Neden sakin akan nehrin üzerinde hafifçe esen rüzgarın oluşturduğu yumuşacık incecik dalgadasın?

Neden okuduğum her satırdan sen bağırıyorsun bana ya da fısıldıyorsun? Nefes alırken neden senin göğsünü hissediyorum, yürürken bacaklarını, kalbimde birleştirirken ellerini, gözlerimi kapattığımda kirpiklerini?


Her cevap aptalca veya yüzeysel olacak. O yüzden sorunun anlamını, sorunun derinliğini, soruyu soranın yüreğini hissetmeye koyuluyorum.

Ne anlamam gerekiyor?


Hatırla, eğer bir sorunun derinliğini hissedebilirsen cevap bulunmuş sayılır. Yaşam doğumla gelir ama bilgelik, deneyim ve vecdi öğrenmelisin. Bunun için olgunlaşmak ve içsel bütünlüğünü sağlamak zorundasın.

Varlığından, esasen yokluğundan ne öğrenmem gerekiyor? Hissettiğim acı mı? Yoksunluk mu? Neden su içerken bile içime akan sensin? Yoksa cehennemim misin sen benim de su içerken bile söndürmeye çalışıyorum?


"Öteki cehennemdir." diyen Sartre halt etmiş, neden mi? Çünkü olgunlaşmamış zihin daima sorumluluğu başkasına atar. Eğer sen olgunsan öteki de cennet olabilir. Çünkü öteki sen neysen odur. Çinli mistik Chuang Tzu'nun bi hikayesinde biri şöyle sormuş:

"İnsanlar birlikte yaşayabilir mi

Buna dair hiçbir şey bilmeden?"

Cevap? Soruya odaklan.


Sartre varlık ve hiçlik üzerine düşünürken geçirdiği ömründe aşk ve sevgi üzerine de pek çok fikir belirtmiş. "Aşk iki insanın bilinçlerini birleştirme çabasıdır. Boşuna bir çaba, insan kendi bilincine mahkumdur." demiş.

Şu anki en büyük amacımın üst-büyük-ana-tek bilinçle birleşmek olduğunu varsayarsak senin bilincinle birleşememem çok düşük bir ihtimal gibi görünüyor bana. Öyle değil mi?

Sartre'ın da Simone de Beauvoir ile yaşadığı 30 yıllık ilişkisine bakılacak olursa ,hem de gerçek sevginin mümkün olmadığını söylemesine rağmen, bir ömür iyi bir dostluk, paylaşım ve bir nevi sevgi yaşamış olmaları gerekir çünkü varlıklarını birbirlerinden faydalanmak üzerine değil, geliştirmek üzerine kurmuşlar. Birbirlerini düşünceleriyle besleyip bir sürü eser vermişler. Her konuda gerçeği aramışlar. İnsanın varoluşundan beri üzerinde delirircesine düşündüğü aşk meşk hadiselerini yine varoluşçu ve özgürlükçü bir yaklaşımla aşmanın yoluna gitmişler. Hiç evlenmemişler, çocukları da olmamış, aynı evde de yaşamamışlar ama her gün görüşmüşler. Ve birbirlerine karşı hep açık olmuşlar. Kimilerine göre bu yaptıkları ahlaksızlıktan başka bir şey değildi tabii. Simone de Beauvoir “Hayatımdaki tartışılmaz en büyük başarı Sartre ile olan ilişkimdir. 30 seneden fazla süren beraberliğimizde sadece tek bir geceyi dargın geçirdik. Yıllarca konuşmaktan hiç sıkılmadık.” demiş.

Bu özgürlükçü ilişki şu an bizlere ilginç gelebilir, ideal olan nedir? Bu mudur, bilemiyorum. Ama birbirini besleyip büyütmek konusuna katılıyorum.

Simone öldüğünde parmağında Sartre'dan ayrılmadığı için kendisini terk eden bir diğer aşkı olan, okyanusun diğer ucundaki Amerikalı sevgilisi Nelson Algren’in hediyesi olan yüzük vardı. Bu yüzük parmağında iken yazdığı son eser ise Sartre’ın anısına olan “Adieux – Sartre’a Veda” idi. İçinde şöyle diyordu:

"Düşüncenin devinimi içinde her ikimizde de diğerinin düşüncesinin getirdiği değişimlerle, gerçekten aynı anda senden ve benden oluşan bir düşünce olması ve bizim olan bir düşünceye ulaşılması gerekirdi, yani o düşüncede sen kendini tanımalısın, aynı zamanda beni de tanımalısın, ben de seni tanırken kendimi tanımalıyım..."