Çok düşünmek bir işkencedir ve bazen insanlar bu işkenceyi sorgusuzca kendileri üzerinde denerler. Üstelik gariptir ki her şeyi düşünüp sorgulayan insan, bir bunu sorgusuzca yapmayı tercih eder. Çünkü yine düşünür ve der ki: "Nedenini bilmediğim çok şey dönüyorsa kafamda, bu benim suçum olmadı hiçbir zaman." Niye, neden olduğunun cevabı bile yoksa ruhunda hiç mi acıtmaz canını bunca düşünce insanın? Düşünme, diyenler olur, kitap oku, kahve iç, dışarı çık diye eklerler hatta cümlenin sonuna. Ama bir kez olsun "Düşünme, anlat; ben anlayayım seni," demezler. Aslında çok basit. İnsanlar, onları anlayacak tek bir insanı barındıramadığı zaman yanında, düşüncenin mahzenine kuruluyorlar kafasındaki küçücük çocuklarla. Bir tohum edasıyla sulanıp büyümeyi bekleyen ruhunda gizlediğin o küçük çocuğun, üzerine binen her düşünceyle sığlaştığını, yine kendine ait mahzeninde silikleşip yok olduğunu görür gözlerin bu defa. Benim öyle oldu mu, bilmiyorum. Ama bir mahzenim olduğunu, ruhumdaki çocuğun o mahzene girmeye bile korktuğunu biliyorum. Sadece bunu bilmek ise o mahzende ezilmese de birçok düşüncenin hayat bulup bir çığ gibi dibe doğru düştüğünü anlamamı sağlıyordu. Düşünmek, iyiydi. Ancak beni, benliğimden sıyırmak üzereydi. Kalbim, ruhumdan uzaklaşmak; arada kalan düğümü aklımla koparmak üzereydi hatta. Sonunda ise mahzenimin kapısında korkuyla bekleyen küçük çocuğun elini tuttum ve sonra "Düşünme," diye fısıldadım kulağına. "düşünme, çünkü ben anlayacağım seni."