Bu hikaye şüphesiz ki bundan yıllar yıllar öncesine dayanmaktadır. Gerçekliği ne kadar sorgulanabilir olsa da günümüze kadar bir şekilde ulaşmış, Publius Ovidius Naso’ nun Metamorphoses adlı öyküsel şiir eserinde de yer edinmiştir. Cithareon dağlarından bir dağ perisi olan Echo’nun ve Boeotia’lı bir avcı olan Narcissus’un trajik hikayesinden bahsetmektedir.
“Nymph”, Türkçe karşılığı “Nemf, Nimf ya da basitçe peri ” olan bu antik canlılar; ormanlarda ve dağlarda yaşayan, hep genç ve güzel kalmalarıyla nam salmış, tanrısal kudrette olmasalar da tıpkı tanrılar gibi “Ambrosia” ile beslendikleri için çok uzun süre yaşayan kadim ruhlardır. Hikayemizin kahramanı Echo da her daim genç ve güzel bir dağ perisidir. Diğer perilerin yanı sıra Echo’nun bir mahareti daha vardır. Sesi öylesine güzeldir ki, tanrıça Venüs Echo’nun sesini ve şarkılarını kutsamıştır. Masalsı ve melodik konuşmasının yanısıra söylediği şarkılarla, halihazırda dağ perilerine vurgun olan “Satyr” yani belden üstü insan, belden aşağısı teke benzeri olan; şarkılara, şaraba ve orman perilerine düşkün bu orman adamlarını peşinde sürükler durur. Söylediği her şarkı, ormandaki kuşları daha da coşkulu ötmeye, nehirleri ve şelaleleri Echo şarkısını bitirinceye dek durmaya teşvik edermiş.
Hikayemizin bir diğer kahramanı olan “Narcissus” ise su perisi “Liriope” ve nehir tanrısı “Cephissus” oğludur. Narcissus doğduktan sonra Apollo’nun kör bir kahini şöyle demiştir Narcissus’un annesine: “Yaşayacak, uzun yaşayacak, sonsuz yaşayacak. Yaşayacak, sonsuz yaşayacak; ancak kendini görünceye dek.”. Narcissus sonsuz bir güzellik ve sonsuz bir yaşam ile taçlanmıştır. Ancak olmaya ki kendini görsün! İşte bu da onun tanrılar katında laneti ve sonudur. O günden sonra ne vakittir ki Narcissus bir şekilde yansımasını, suretini, görecek olur; işte o zaman tüm periler, hayvanlar birlik olur dikkatini başka yöne çekermiş. Zamanla yaman bir avcı olan Narcissus kendini bilmeden, yanında güzelliğine ve maharetine vurgun insanlarla ormanda gezer dururmuş.
Kadim tanrı “Jupiter” ve biricik eşi “Juno” birbirlerini severler. Severler, severler ama Jupiter ele avuca sığmaz bir şehvete sahiptir. Bazı günler ormanın derinliklerine iner ve her daim genç, güzel perilerle gününü gün etmekten de kaçınmaz. Günlerden bir gün, yine bu sefahat vaktinde Juno ormana gelir ve Jupiter’in kutsal evlilik bağlarını kirlettiği aşağılık perilere günlerini göstermek için her yanı aramaya başlar. Echo ormanın içinde bitmeyen neşesiyle şarkısını söyleyip gezip durmaktadır. Juno’yu görünce durumun farkına varmıştır. Jupiter ile gününü gün eden kardeşlerinden elbette haberi vardır Echo’nun. Biricik kardeşlerinin azap çekmelerine göz yumamaz. Ormanda Jupiter’i arayan Juno’ya yaklaşır. Perilere yakışır güzelliği, masumiyeti ve masalsı sesiyle Juno’yu aldatır. Öylesine güzel konuşur ki Jupiter’in şehirde olduğuna ikna ediverir. Ancak her yalanın bir özelliği vardır; er veya geç açığa çıkarlar. Juno öfkeden çılgına döner. Ormanın derinliklerinde Echo’yu kıstırır. Onu kandıran, sesini Venüs’ün kutsadığı bu periyi lanetler. “Sen ki beni, tanrıça Juno’yu kandırırsın! Orman perisi, Satyr sefası, perilerin yüz karası! Şu vakitten gayrı yalnız ve yalnız son duyduğunu tekrarlayasın!”.
İşte o günden sonra Echo bir daha ne konuşabildi ne de şarkı söyleyebildi. Yalnız ve yalnız duymuş olduğu son sesleri tekrar tekrar hüzünle tekrarladı. Bir gün ormanın derinliklerinde gezerken bir grup insana rastladı. Bu grup, Narcissus ve arkadaşlarıydı. Devasa bir geyiğin peşinden ormanın derinliklerine kadar sürüklenmişlerdi. Narcissus’un laneti der ya; “Sonsuza kadar yaşa, ta ki kendini görene dek.”. O andır ki bu lanetin öyle olmadığı anlaşıldı. Echo gözlerini Narcissus’tan bir saniye bile ayıramaz oldu. Avcılar günlerce ulu geyiği kovaladılar, Echo ise Narcissus’u kovaladı. Gündüzleri iz peşinde, geceleri uykuda sürekli izledi Narcissus’un kusursuz bedenini. Kelimeler, şarkılar boğazında düğümlendi ama o güzel dudaklarından tek bir ses dahi çıkamadı. Narcissus’a bakmak günden güne Echo’nun bedenini, ölümsüz ruhunu paramparça ediyordu. Dördüncü günün öğle vaktinde avcılar dört yana dağılmaya karar verdiler. Biri bir yana, öbürü bir yana dağılıp ulu geyiği aramaya koyuldular. Echo çalıların, dalların arkasından Narcissus’u takip etmeye devam etti. Boğazı yanıyor, dili ağzının içinde kıvranıp duruyordu. Her saniye bir parçası eriyip gidiyordu toprağa. Bu tekinsiz takip sırasında fazlaca ses çıkarmış olsa gerek ki Narcissus birden doğruluverdi:
-“Kim var orada!”
Echo tekrarladı:
-“Kim var orada!”
Narcissus bu diyaloğa anlam veremedi. Bir süre çalıların olduğu yere baktı durdu. Şüphesiz çalıların ardında biri vardı. Biraz daha bekledi. Ses seda yok. Tekrardan:
-“Buraya gel! Benden sana zarar gelmez!” dedi.
-“Benden sana zarar gelmez!” ses aynen tekrarlanmıştı.
Narcissus yine aynı sesi duyunca şaşırdı. Bu bir meydan okuma mıydı? Açıkça kendini ifade etmişti oysa ki. Çalıların arkasında saklanan o olmasına rağmen neden ortaya çıkmak yerine kendisini çalıların ardına çağırıyordu? Bir miktar bekledi. Bu uçsuz bucaksız, binbir türlü varlığın yaşadığı ormanda, gaipten bir davet üstüne o yana gitmek hiç aklına yatmamıştı. Bir miktar bekledikten sonra:
-“Pekala! O halde ortada buluşalım!” diye bağırdı.
-“Ortada buluşalım!” diye tekrarladı çalıların arkasındaki ses.
Narcissus iyiden iyiye tedirgin olmaya başlamıştı. O çalıların arkasından neyin geleceğine dair hiçbir fikri yoktu. Lanetli bir ruh mu? Canına kast eden başka bir avcı mı? Ya da masallarda duyduğu türlü iblisten bir tanesi mi? Bir eliyle sağ yanındaki bıçağın kabzasını eliyle iyice sıkmaya başladı.
Çalının öbür yanında Echo kıvranıp duruyordu. Bu güzel avcıya neler neler söylemek istiyordu halbuki. Ne şarkılar, ne güzel sözler. Çalıların öbür yanında beliren silueti dahi Echo’nun aklını başından alıyordu. Yine bir acı, boğazını baştan başa yararcasına, baş verdi. Dili belki çözülür umuduyla dişleriyle dilini ısırıyor, ağzının içinde döndürüyor, ancak tek bir ses dahi çıkaramıyordu. Echo birden duraksadı. Asla ve asla ses çıkaramayacağını, kendini ifade edemeyeceğini biliyordu. Peki ya ne yapabilirdi? Kuşkusuz iki seçeneği vardı. Ya kaçıp sonsuza dek bu avcıyı uzaktan izleyecekti, ya da artık bu hasrete dur diyecekti. Bir müddet düşündükten sonra kararını vermişti. Yüreğini bir heyecan bürüdü. Bu ölümsüz ruhun elleri terliyor, vücudu alev alev yanıyordu. Minicik kalbi göğsünü delip orta yere düşüverecekti. Terli ellerini açtı, gözlerini kapattı ve sevdiği adama sarılmak için çalıların arasından fırlayıverdi!
Narcissus gergince bekliyordu. Bu beklemece ona bir sonsuzluk gibi gelmişti. Bir süredir ne o konuşmuştu ne de çalıların arkasından bir ses çıkıyordu. Eliyle bıçağını daha da sıkı tutup her an gelecek bir hamleye karşı koymak için vaziyet aldı. Bir süre geçtikten sonra çalı kıpırdanmaya başladı. Sanıyordu ki, arkada her kim varsa artık o da harekete geçmek üzereydi. Gelsindi. Narcissus her türlü muameleye hazırdı. Ölümden korkmuyordu. Ölüm onu bugün bulamayacaktı. Bir müddet kıpırtıdan sonra çalı ortadan ikiye ayrıldı ve üzerine kolları açık birinin koştuğunu gördü. Her şey öylesine hızlı gelişmişti ki, üzerine doğru hamle eden bu minik bedenin in mi, cin mi olduğunu anlayamadı bile. Elleri ile üzerine atılan bu varlığı tek eliyle köşeye fırlattı. Tüm gücüyle kenara fırlattığı bu varlık öylece yere uzanmış ona doğru bakıyordu. Zarif bir kadın bedeniydi. Beyaz teni ve kumral saçları vardı. Bir miktar birbirlerine baktıktan sonra Narcissus konuşmasını bekledi. Ancak yattığı yerden dolu gözlerle ona bakan bu kadın tek bir söz bile söylemiyordu. Narcissus bıçağını kınına yerleştirip geldiği yöne doğru yürüyerek uzaklaştı. Echo ise dolu gözlerle sadece arkasından bakmakla yetindi.
Avcılar tekrardan birlik oldular, geyiğin peşine takıldılar. Takip ettikleri izler gösterdiğince ormanın derinliklerine doğru yola koyuldular. Echo yattığı yerden olan biteni izlemekle yetindi. Günlerdir takip ettiği, her adımını izlediği, aşık olduğu avcı onu bir kenara fırlatıp atmıştı. Ve sonra arkasına bile bakmadan gidivermişti. Böylesine yüce duygular beslediği, onsuz geçen her saniye kendinden bir parça kaybettiği adam onu neredeyse fark etmemişti bile. Echo devrildiği yerden bir gece boyunca kalkamadı. Olanları kabullenmekte zorlanıyor ve hiçbir ses çıkaramadan ağlıyordu sadece. O günden sonra Echo bir peri neşesiyle değil de bir kayıp ruh edasıyla dolanmaya başladı ormanda. Bunu gören peri kardeşleri sonsuz kahırla izliyorlardı kardeşlerinin her an eriyişini. Echo’dan önce enerjisi yitip gitti toprağa. Sonra güzelliği parça parça kayboldu. Zamanla her yanı yitip gitse de sadece son duyduğunu tekrarlayabilen sesi kaldı yeryüzünde. Kardeşlerinin yitip gidişine kahrolan diğer periler her saniye dua ettiler “Nemesis” yani adalet ve intikam tanrısına. Ve yemin ettiler Narcissus’u kehanetten korumak için kıllarını bile kıpırdatmayacaklarına...
Ormanın derinliklerinde av peşinde olan Narcissus, bir şafak vakti tatlı bir şarkıyla uyandı. Bu lisanını bilmediği şarkı uyuduğu ateşin yanında içini ayrı bir sıcaklıkla dolduruyordu. Ne de güzel bir şarkıydı bu. Yattığı yerden doğruldu da dinledi bir süre bu destansı melodiyi. Hangi peri, hangi satyr bu şarkıyı söyleyebilirdi ki? Şüphesiz çok daha ulu bir şeydi bu. Bir miktar dinledikten sonra ağaçların arasından tırmanmaya başlayan güneşi görebiliyordu. Şarkıyla beraber güneş de içini ne güzel ısıtıyordu. Oturduğu yerden doğruluverdi. Bu kutsal melodinin kaynağına gitmeliydi. Ancak bir tanrı, bir tanrıça böylesine güzel bir melodi ortaya çıkarabilirdi. Sesin geldiği yöne doğru yola koyuldu. Bir miktar yürüdükten sonra seslerin az ilerisindeki çalılıkların arasından geldiğini fark etti. Bu sefer hiç tereddüt etmeden çalıların ardına geçti. Olağanüstü bir su birikintisi, bir havuz tepeden sıyrılan güneşle aydınlanıyordu. Suyun kenarında rengarenk bir gökkuşağı, gökkuşağının çevresinde onlarca, yüzlerce rengarenk kuş bu destansı melodiyi şakıyordu. Onu görünce kuşlar sustular ve kafalarını eğip Narcissus’un destansı güzelliğine baktılar. Narcissus suyun kıyısına, kuşların yanına vardı ama kuşlar kanatlarını çırpıp uzaklaştılar. “Durun! Lütfen gitmeyin! Beni bu şarkıdan mahrum bırakmayın!” dedi Narcissus ama kuşlar çoktan mavi göğün içinde kaybolmuşlardı. Narcissus kahroldu. Önce dizlerinin üstüne, sonra da ellerinin üstüne devrildi. Kahrolmuştu. Gözlerini açtığında suyun üstünde bir şey gördü. Bir varlık. Olağanüstü bir güzelliği vardı. Öylece kalakaldı. Hiçbir şey çıkmıyordu ağzından. Bu sudaki güzelliğe karşı el salladı. Karşılığında sudaki güzelliğin de el salladığını görünce neredeyse heyecandan ölecekti! Narcissus bu yabancıya bakmaktan kendini alamıyordu. Böylesine güzel bir varlıktan gözlerini alıp da nereye bakabilirdi ki insan? Öylece izleyip durdu. Sabah,Akşam. Günler, haftalar geçti. Ne yemek yiyesi vardı, ne de eğilip suyu bulandırası. Öylece izlemeye devam etti Narcissus kendi yansımasını. Avcılar bağıra bağıra aramaya koyuldular Narcissus’u. Herkes avazı çıktığı kadar bağırıp çağırıyordu. Ama o kimseyi duymadı. Açlıktan, bitkinlikten öleceğini anladığı vakit suyun üzerine bir damla gözyaşı düşüp suyu bulandırdı. Ve Narcissus’un son sözleri şöyle oldu: “Be ey güzel varlık! Tanrı biliyor ya, seni tüm benliğimle sevdim. Elveda!”. Ve söylediği son söz, Narcissus’un kulaklarının duyduğu son söz, Echo’nun yeryüzünde kalan son parçası yani sesinin tekrar edişi oldu: “Elveda!”.
Su perileri, efendilerinin oğlunun kalan bedenini evine taşımak ve son yolculuğuna uğurlamak için gittiklerinde suyun başında hiçbir şey bulamadılar. Yalnız Narcissus’un son görüldüğü yerde açmış, altı adet beyaz yapraktan ve altın rengi gövdeden oluşan “Nergis” Çiçeğini buldular. Echo ise “Yankı” olarak sonsuza dek bizlerle var olmaya devam etti.