Doğan Aksan’da (2013, 14) Kleber Haedens’in şu görüşü yer almaktadır:

“Şiir tarif edilebilseydi yüz türlü değil bir türlü şiir tarifi olurdu.”

Bunu edebiyat için de söyleyebiliriz. Edebiyat şudur, edebiyat budur dediğimiz her tarifin altında bir açıklık bulmak mümkündür. Bunun kaynağıysa beşeri olmasıyla açıklanabilir. Edebiyat içeriği ile olduğu gibi tanımı ile de geniş bir alana hâkimdir. Oya Batum Menteşe’ye (2008, 50) göre: “Hepimiz edebiyatın ne olduğunu biliriz ancak edebiyatın her türünü kapsayacak bir tanım bulabilir miyiz veya böylesi bir tanım var mıdır, edebiyatın ne olduğunu kapsamlı bir şekilde ifade ettiğini düşündüğümüz her tanımın karşısına onun sınırlarını zorlayan bir edebiyat yapıtı mutlaka çıkacaktır.” 

Bu görüşten de hareketle edebiyatın bir tanımını yapmak pek de mümkün değildir. Fakat edebiyatın içeriği ve bir metnin (yazılı ya da sözlü) neye göre edebi bir metin olarak ele alındığını incelememiz mümkündür.

           

Bir metni edebi yapan başlıca özelliği “dilidir”. Dili nasıl kullandığı, nasıl bir aktarımda bulunduğu ele aldığımız metni diğer metinlerden ayıran yönüdür. Bu yöne göre de metin incelenir. Bir başka bakış açısına göre de şiir edebiyattan ayrı bir tür olarak görülse de bence bu doğru bir görüş değildir. Bu bağlamda bütün sanat dallarının temelinin “şiir” yani edebiyat olduğunu ele alabiliriz. Zira musiki başlı başına bir şiirken göstermeye bağlı sanat dallarında da (sinema, tiyatro…) bir metin olarak işlendiğinden -pandomim gibi istisnalar hariç- edebiyat temelli olarak görebiliriz. Edebiyatın malzemesinin dil yani söz olduğunu da düşünerek bu temellemeyi kutsal kitaplarla da bağdaştırabiliriz. Yuhanna’ya göre İncil, “Başlangıçta söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve söz Tanrı’ydı.” diye başlamaktadır. Bu da sözün uhrevi temellemesi olarak görülebilir ve birçok kaynağın sözden yani edebiyattan geldiğini düşündürmektedir.

           

Peki söze nasıl bu kadar anlam yüklendi? Basit bir anlaşma sembolü olarak görülebilirken neden sembolden öte bir hâl aldı? Bu metin de dâhil her metin beyaz sayfalar üzerine siyah izleri ifade etmektedir. Örneğin “karanlık” kelimesi sekiz tane harf olarak addedilen sembollerin yan yana gelmesiyle oluşmuştur. Ya da “cümle” dediğimizde hemen hemen herkes bu kelimenin çağrıştırdıklarını bilir ve anlar. Fakat Edip Cansever çıkıp “Çok karanlık bir cümlede durmuş gibiyiz.” dediğinde nasıl oluyor da semboller ve işaretler bir temsilden, bir anlatımdan çıkarak hissi boyuta ulaşıyor? Nazarımca edebiyat tam olarak budur.

 

Yukarıda bahsettiğimiz konuyu Horatius’un “Dulce et utile” yani zevkli ve yararlı kavramlarıyla daha net açıklayabiliriz. Bu kavram Wellek ve Warren’e göre (2019, 37): “‘Yararlı kavramını; ‘zamanı boşa harcamamak, zaman öldürme şekli olmamak, ciddi bir dikkati hak etmek’ şeklinde anlamak gerekir. Zevkli ise ‘sıkıcı olmama, görev olmama, ödülü kendisi olma’ anlamındadır.”


Az önce ele aldığımız cümleden hissettiğimiz o anlamsız duygu -alınan haz- şüphesiz ki yaptığı eylemin aslında “ödülün kendisi olması” ile ilgilidir. Bu bakış açısını irdelediğimizde de bir kişiye görev olarak bir eseri okumasını söylerseniz ondan haz almayacak sadece görev olarak okuyacaktır. Okumasının ödülü aldığı not olacağı için “ödülün eserin kendisi olma” durumu ortadan kalkacaktır. Tam bu sebeple doğru orantılı olarak da “zevkli” sıfatını yitirmektedir. 

Peki bu zevk nasıl ortaya çıkmıştır?

Yazar; yazma edinimini nasıl edinir, yazma eylemini neden gerçekleştirir? Buna belki de en güzel açıklama “yaratmak ihtiyacı”dır. İnsan hayatının belli bir süresi vardır. Modern zamanda bunu ortalama yetmiş, seksen yıl olarak düşünürsek insan yetmiş, seksen yılın sonunda kendisinden bir şeyler bırakmak isteyecektir. Bu da insanı bir ürün ortaya koymaya iter. İnsan neden bir şeyler bırakmak için yazar? Elbette sadece kalıcı olma arzusu değildir insanı yazdıran şey. Yazarlar genellikle iç sıkıntılara sahip insanlardır. Bu sıkıntı kişisel ya da toplumsal buhranlar olarak esere yansımaktadır. Sanatçıyı bu buhrandan rahatlatan, içini ferahlatan ya da kendisini biraz olsun uzaklaştıran eylem, yazmaktır. Yazar bu rahatlamaya erişmek için yazar. Bunun sonucunda yazma eylemi yazarda rahatlamaya yani bir bakıma “zevke” yol açar. Yukarıda belirttiğimiz okumanın verdiği “zevk”le de yazarın, üretirken aldığı zevk özdeşleşebilir.


Suut Kemal Yetkin’e (1952, 8) göre, “İnsan rüya görerek, sanat adamı yaratarak bu iç baskıdan kurtulurlar.” Yine Suut Kemal Yetkin’in (1952, 9-10) aktarımına göre,

“Uşaklıgil romancının nasıl dayanılmaz ruhi bir inançla eserini yarattığını şöyle anlatıyor:

… herhangi bir ilhamın, bir sanihanın isabetiyle gebe kalıvermiş olan dimağımda hamlin bütün devamı müddetince beni masseden, kendisine esir yapan bir kayıt vücuda geldiğine dikkat ederdim, öyle bir kayıt ki ta doğuruncaya kadar beni sürükler, sarsar ve adeta bir işkence içinde kıvrandırır. O zaman mutlaka doğurmak ve bu azaptan kurtulmak ihtiyacı vardır.”

Suut Kemal (1952, 11) eserin devamında “Sanat adamının kendine göre bir iç yapısı olduğunu, öbür insanların yapısından daha çok değil daha başka türlü geliştiği için ayrıldığını, sanat psikolojisi bütün açıklığı ile bize gösteriyor.” demektedir. Eserin yazım süreci yazarının ruhani durumuna bağlıdır. Aynı eserin doğumu, yani oluşumu da sanatçının ruhunda bir rahatlama oluşturur. Bu da yukarıda anlattığımız “yararlı” kavramının yazarın bakışıyla irdelenişidir.

Edebiyat ve edebiyat araştırması arasındaki farka da tam olarak burada değinmemiz gerekmektedir. Yazar yukarıda bahsettiğimiz hususlarda eserini yazdı ve okur da yine bahsettiğimiz hususta okudu.

Peki edebiyat eleştirisi, edebiyat incelemesinin bu süreçte yeri nedir? Edebi metin olarak tabir edebileceğimiz türler herkesçe malumdur. Bu türlerde bir parça da ruhani bir işleyiş, bir duygu vardır. Örneğin bir şiirin yazılışı şairin duygu dünyasından izler taşıyabilir. Fakat bir edebiyat eleştirisi ruhani, duygu içeren bir bölüm taşımaz. Bir şiiri incelerken duygularınızı değil şiirdeki çağrışım ve aktarımları işlersiniz. Bu yönüyle edebiyat bir sanat iken edebiyat incelemesi bir bilimdir. Fakat bu bilim matematiksel bilimler gibi kesin sonuçlara dayanmaz. Beşeri bir bilim olarak görülür. Bir eleştirmene göre eserin başarısı satış sayısıyla ölçülürken diğerine göre dili ile, diğerine göre konusuyla ele alınır. Bir sanat yapıtını incelerken değişik görüşler olması esere farklı açılardan bakılması gayet doğaldır. Fizikte su dünyanın her yerinde 100 derecede kaynarken edebiyatta bir yapıt herkes için güzel olamaz. Eserin güzel olup olmadığına nasıl karar verilir? Bu soru belki de en geniş cevabı olan sorudur. Çok meşhur bir sözde de geçtiği üzere “Zevkler ve renkler tartışılmaz.” Okurun estetik hazzına uygun olan -ki burada okurun edebi birikiminin etkisini mühimdir- her eser okur için güzeldir.

Herkesçe güzel bulunan ve dünya çapında sesini duyurmuş eserlere de yer vermemiz gerekmektedir. Göreceli olan güzellik kavramını birçok insan için birleştirerek mükemmele yakın eserler çağlarını aşarak günümüze kadar gelmiştir. Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sı, Balzac’ın “Vadideki Zambak”ı, Flaubert’in “Madam Bovary”si ve daha birçok kitabı buna örnek olarak verebiliriz. Wellek ve Warren’de (2019,61) bu konuya dair şu satırları görmekteyiz: Goethe’nin Weltliteratur’ünün bir çevirisi olarak “Dünya edebiyatı” terimi geçmektedir. Yeni Zelanda’dan İzlanda’ya kadar bütün bir beş kıta edebiyatının incelenmesi gerektiğini ima edilerek belki de gereksiz yere abartılı, göz alıcı hâle getirilmiştir. Aslında Goethe’nin kafasında hiç de böyle bir şey yoktu. Bu terimi o bütün edebiyatların tek bir edebiyat olacağı bir zamanı anlatmak için kullanmıştı.


“Dünya edebiyatı terimi genellikle üçüncü bir anlamda kullanılır. Bunu şöhretleri bütün dünyaya yayılmış ve çok uzun zaman sürecek olan Homeros, Dante, Shakespeare, Cervantes gibi büyük klasikler şeklinde ifade edebiliriz.”

Eserde bu şekilde geçen ifade bağlamında bahsettiğimiz konu güçlenmektedir. Fakat bu noktada insanların aklında bir soru daha oluşmaktadır. Bu soru daha ileride bir kürsü oluşturmaya kadar ilerleyecek ve bir bilim dalı olarak yer edinecektir.

Milletler arası edebiyatın incelenmesi. Yani bir diğer adıyla “karşılaştırmalı edebiyat”. Wellek ve Warren’e (2019,57) göre:

“J.J. Ampere’in ‘histoire comparative’ (karşılaştırmalı tarih) terimi edebiyata nakledilerek terimi İngilizcede ilk kullanan Matthew Arnold olmuştur.” demektedir. Fransızların da “karşılaştırmalı edebiyat” terimini Almanların da “karşılaştırmalı edebiyat tarihi” terimini kullandığını bilmekteyiz. Karşılaştırmalı edebiyat iki ya da daha çok milletin edebiyatlarının karşılaştırılarak incelenmesidir. Bu bilim dalını edebiyat araştırmacıları sıklıkla kullanmıştır. Özellikle ülkemizi baz alarak birkaç örnek vermemiz gerekirse “Modern Türk Şiiri’nde Fransız Şiiri’nin etkileri” alanında çalışmalarla sıklıkla karşılaşmaktayız. Edebiyat incelemeleri hakkında değindiğimize göre edebiyat incelemelerinde kullanılan üç ana unsura da değinmeliyiz. “Edebiyat Teorisi, Edebiyat Tarihi ve Edebiyat Eleştirisi.”

Üçünün de sahası birbirlerinden farklıymış gibi dursalar da aslında her biri bir vücudu meydana getiren organlar gibidir. Birbirlerini tamamlayarak ve birbirlerinden yararlanarak bir bütünlük ifade edebilirler. Bir incelemede içlerinden birisi eksik olsa inceleme içerisinde o alandaki eksiklik son derece kendisini gösteren bir hâl alacaktır. Wellek ve Warren’te (2019, 49) bu konu çok güzel bir şekilde özetlenmiştir: “Bunlar birbiriyle o kadar ilişkilidirler ki eleştiri ya da tarih olmaksızın bir edebiyat teorisinin, teori ve tarih olmaksızın bir edebiyat eleştirisinin, teori ve eleştiri olmaksızın da bir edebiyat tarihinin düşünülmesi mümkün değildir.” Birbirleriyle ilişkili olduğu kaçınılmaz bir gerçekken aralarında farklar olduğunu da aynı şekilde öne süren görüşler vardır. Alanlarından mütevellit nesnel ve öznellik bağlamında farklılıkları bulunulduğu düşünülmektedir. Bunu yine Wellek ve Warren’in (20191, 49) aktarımıyla göreceğiz: “Edebiyat tarihini, teori ve eleştiriden ayırmak için bazı girişimler olmuştur. Mesela F.W. Bateson’ın iddiasına göre edebiyat tarihi A’nın B’den çıktığını gösterirken edebiyat eleştirisi A’nın B’den daha iyi olduğunu söyler. Bu görüşe göre edebiyat tarihinin doğrulanabilir olgularla, edebiyat eleştirisi kanaat ve inanç konularıyla ilgilidir. Fakat bu pek savunulamaz. Edebiyat tarihinde hiçbir zaman basit bir şekilde tamamen ‘nötr’ vaziyette bilgiler bulunmaz.”

Bağlardan ve görüşlerden sonra edebiyat tarihi hakkında biraz daha bilgi vermenin konunun açıklığı için faydalı olacağını düşünmekteyim. Wellek ve Warren’e (2019, 52) göre: “Bir sanat eserinin anlamını sadece yazar ve çağdaşlarının onda bulduğu anlamlara bakarak belirlenmez. Bu daha çok bir katılma ve birikme sürecinin sonucu yani birçok devirde birçok okurun eleştirilerinin bir tarihi olarak ortaya çıkar.” Yani burada sözü geçen edebiyat tarihi, edebiyat inceleme ve görüşlerinin oluştuğu bir edebiyat tarihidir. Eserin anlamlandırılmasına ve incelenmesine yardımcı olabileceği için bu alan hem edebiyat bağlamında hem de edebiyat incelemesi bağlamında önemli bir yer taşımaktadır. Sanat eserinin dönemine dair bilgiler ve izlenimler verdiği de eserin ölümsüzlüğü ile orantılıdır. Eserin anlamlandırılması açısından bunun önemi olsa da edebiyat incelemesi açısından yazarın biyografisinin bilinmesi şüphesiz ki hayati önem taşımaktadır. Zira eseri sanatçının devrine göre incelemek oldukça mühimdir.

Edebiyat tarihinin, edebiyat incelemesi ile bağıntısını yine Wellek ve Warren’in (2019, 55) aktarımıyla Foerster’in “The American Scholar” adlı eserinde geçmekte olan bu güzel cümle ile özetleyebiliriz: “Edebiyat tarihçisi, tarihçi olabilmek için dahi eleştirici olmak zorundadır.”

Zira eserin anlaşılması, aktarımı için gerekli olan tek şeydir. Anlayıp aktarmak için de inceleme kabiliyeti mühimdir.

Objektif ve tarafsız bir edebiyat tarihi, bir edebiyat incelemesi hüviyeti taşımasa bile edebiyat incelemesine mükemmel düzeyde kaynaklık edebilir.

Özetle, edebiyat tek tanıma sığamayacak bir derya. Onu incelemeye ve içerisinde olmaya çalışanlarsa o deryanın dışından resmini çeken insanlar gibidir. Sadece suyun yüzeyini ve yer yer güzelliğini aktarabilmektedirler. Fakat çok nadir durumlar olmadıkça suyun altındaki güzellikler gizlidir. Edebiyat bağlamında her bir eser, okurunu suyun altında bekleyen bir cevherdir.     

 

KAYNAKÇA

Oya Batum Menteşe, Edebiyat Nedir, Littera Hacettepe, Haziran 2008

Rene Wellek, Austin Warren, Edebiyat Teorisi, Dergah Yayınları, 2019

Suut Kemal Yetkin, Edebiyat Üzerine, Yenilik Yayınevi, 1952   

Doğan Aksan, Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, Bilgi Yayınevi, 2013



Yazar: Musa Can Demiralay