Son zamanlarda edebî yapıtlara karşı sosyolojik bağlamda eleştirel okumalar artmaya başladı. Bu, yanlı yazılmış ve bu yanlılığının da görmezden gelinmesi sebebiyle uzun yıllar geliştirilmeye devam edilmiş bir edebiyat tarihini eleştiriye açmak olduğu için çok karmaşık fakat bununla birlikte umut vadeden bir ortama sebep oldu.


Bu ortamın da beraberinde getirdiği bir sonuç olarak edebî metinlerde ataerkil, heteronormatif, fobik vb. söylemler daha fazla göze batmaya ve tabii eleştirilmeye başlandı. Bu eleştiriler, beraberinde ‘’Edebî metin, gerçek dünyayı yansıtıyor, gerçek dünyanın anlatımının sansürlenmesi yanlıştır.’’ argümanına da sebep oldu. Üstelik özellikle de bu argümanı benimseyen acemi ve yolun başındaki yazarlar tarafından sıklıkla tercih edilen korkunç bir üslup bulunmakta. Yazımda, kısaca bu konudaki kişisel görüşümü paylaşmak istiyorum.


Ben, toplumu yansıtmanın (bunu, edebiyat teorileri, Stendhal’in ‘’ayna’’ benzetmesiyle de açıklamakta ve örneklendirmektedir) her yazar tarafından yapılamayacak bir şey olduğunu düşünüyorum. Çünkü toplumu yansıtmak, ‘’olanı anlatmak’’ olduğu için bir sorumluluktan sıyrılmamalıdır. Yazar, yaşadığı toplumu yalnızca gözlemleyip olduğu gibi yansıttığında, o toplumun içinde yaşatılan tüm tarihsel, siyasal, kültürel inşaları da beraberinde anlatmış olur. Bu inşalar, tarih boyunca politikalarla şekillenmiş inşalardır. Yazarın bunları bir de yazılı olarak okuyucuya sunması, bu inşaların daha da kalıcı ve meşru kılınmasını sağlayacaktır. Judith Butler, ‘’performatif’’ kavramıyla bu inşaların nasıl tekrar ve tekrar gerçekleştirildiğinde onların yeniden yaratıldıklarını ve varlıklarını sürdürmelerine nasıl katkıda bulunulduğunu açıklamaktadır. Yazarın yapıtında yaptığı da bunun gibi ama bundan bile tehlikeli olacaktır.


Yazar, bir toplumu sadece yansıtmak yerine onun bu inşalarındaki hataları görüp yapıtını bunların nasıl yaşandığından çok veya nasıl yaşandığıyla beraber, nasıl birer hata olduklarını da okuyucuya sezdirmek üzerine kurduğunda, bir sanatçı olarak dünyayı değiştirme ihtimalini de yaratmış olur. Elbette bir sanatçı, bu misyonu edinmek zorunda değildir fakat toplumu anlatmayı zaten seçmiş olan bir yazarın onu tüm eksik ve hatalarıyla olduğu gibi ama bunların eksik ve hata olduğunu sezdirmeden anlatma yolunu seçmesi, toplumun hatalı inşalarını pekiştireceğinden o toplum içindeki belirli gruplar (dezavantajlı bırakılmış gruplar) için söz konusu yapıt, zaman içinde zararlı bir şeye dönüşecektir. Çünkü bir yazarı, toplumdaki herhangi birinden, çoğunluktan ayıran tek şeyin betimleme gücü olması, mevcut toplum yapısında yeterli bir özellik olmaktan uzaklaşmaktadır.


Yazarın, bu çoğunluktan; hayata, tarihe, topluma, kültür politikalarına, toplum içerisindeki dezavantajlı gruplara ve tüm bunların yarattığı sonuçlara farklı bir gözle bakmakla okunmaya değer olacağını düşünüyorum. Bunu, öğretici bir yazar konumundan, yavan bir üslupla yapmanın, tek yöntem olduğunu da düşünmüyorum. Mutlaka bir yazar, toplumdan ne kadar etkilendiğini, onu ne kadar etkileme niyetinde olduğunu ve toplumu hangi yolla sanatına zarar vermeden eleştirebileceğini belirleyebilecek ve ortaya iyi bir eser koyabilecektir. Türk edebiyatında da özellikle 80’li ve 90’lı yıllardan itibaren artan ve hâlâ devam etmekte olan bir konu ve üslup tercihidir bu.


Bir kadın olarak sürekli maruz kaldığım durumları sadece anlatmış, bir de anlatılabilecek en çiğ üslupla anlatmış bir yazarı okumak değil, bu problemi görüp bununla ilgili söyleyecek bir sözü olabilen bir yazarı okumak istiyorum. Bu sebeple de son zamanlarda görünür olan feminist ve queer okumaların ve eleştirilerin artmasını dilerim.