Filmde hikâye İtalya’nın Torino kentinden kırsala, Alpler’in eteklerine yazı geçirmeye gelen Pietro’nun dilinden yani birinci ağızdan anlatılıyor. Anne ve babasıyla çiftliğe gelen Pietro çok sakin olan küçük bir yerleşim biriminde köyde yaşayan tek çocukla Bruno ile dostluk kurar. Başta birbirlerine mesafeli bakışlarını gördüğümüz Bruno ve Pietro birlikte zaman geçirmeye başlar ve her ikisi de birbirinin gözünde giderek daha fazla değerli bir hale gelir. Bunun nedeni o yerleşim biriminde başka hiçbir çocuğun olmaması değil, kırsal alanın, dağların, gölün ve diğer doğal güzelliklerin ruhlarını serbest bırakması ve diğer her türlü yapmacık şehir kirinden arınmış duygularla hareket etmeleridir. Bu film bir doğa romantizmi değildir aslında. Fakat duygu geçişlerinin tamamında doğanın insan ruhunu iyileştirici etkisini rahatlıkla görürüz. Çünkü şehirde insana eklenen sınıf bazlı her şey doğanın ortasında bütün geçerliliğini yitirmiştir ve zaman bunu her ikisine de gösterecektir.

Filmin alabildiğine geniş açılı doğa çekimlerinin şiirselliğinde zaman akışını yakalanırken dönem dönem içimizde açığa çıkan Brokeback Dağı’ndaki aşk hikayesi benzerliği filmin gidişatıyla yine bizi yanıltacaktır. Çünkü içimizde Pietro ile Bruno arasında kurulan ilişkinin adını koymakta zorlanacağız. Birbirlerine yaklaşımlarının beslendiği alt yapıyı merak edip duracağız. En basitinden bir eşcinsel iletişime kapı aralayıp aralamayacağını merak edeceğiz. İki erkeğin birbirine çok büyük değer vererek kurduğu dostluk ilişkisinin herhangi bir isim gerektirmediğine şahit olacağız.

Her ikisi belki de çocukluklarının en güzel yazını orada, doğada birlikte geçirirken Pietro babasının bambaşka bir yanını, doğaya olan tutkusunu fark ederken şehirdeki babasıyla doğadaki babası arasında yalpalayacak ve bu duygusal iniş çıkışı hikâyenin seyrini de belirleyecek. Babasının doğal bir çocuk olarak gördüğü Bruno’ya yaklaşımı bir yandan büyük bir kıskançlık ve sorgulamayı açığa çıkarırken diğer yandan Bruno’ya olan sevgisi, özlemi değişmeyecek. Pietro bu kez öfkesini kıskançlığına neden olan Bruno’ya değil babasına yöneltecek ve bu durum babasıyla arasına buz gibi bir duvar örecek. 

Aynı yaz büyük bir ayrılık başlayacak çünkü Pietro Torino’ya geri dönecek ve hem babasına karşı olan soğukluğunu perçinleyecek hem de Bruno’ya karşı olan özlemi büyüyecek. Araya uzun yıllar girecek. Bu süre içerisinde Pietro hem babasından tamamen uzaklaşacak hem de Pietro’yu görmeyecek. Fakat izlerken biz Pietro ve Bruno’nun yeniden buluşacağını hayal edip duracağız. 

Babasının zamansız ölümüyle birlikte Pietro yeniden yüzünü çocukken babasıyla zaman geçirdiği kırsal alana dönüyor ve orada biraz da hayalini kurduğu şekilde Bruno ile karşılaşıyor. Geçmiş, olanca gerçekliğiyle her iki dostun arasında akan duygularda yeniden canlanıyor. Bağ daha da güçleniyor çünkü Bruno onu babasının hayaliyle buluşturuyor. Daha yüksekçe bir yerde dağın eteğinde bir kulübe inşa etme süreci de böylece başlamış oluyor. Orada doğallığın yanında birlikte verilen emek, aralarında kurulan güçlü dostluğu daha da ileriye taşıyacaktır.

Sekiz Dağ, otuz yılı aşkın bir dostluk hikayesinin filmidir. O kadar uzun bir süreyi bir filme sıkıştırmak için büyük bir telaşa ihtiyaç varken bu film hiç de öyle bir kaygı gütmüyor. Zamanı filmde akıp giden görüntülere o kadar adil bir şekilde paylaştırmış ki ‘ne zaman büyüdü bunlar’ gibi bir hissiyat izleyicide asla oluşmuyor. Güçlü anlatım ve bunu destekleyen güçlü sinematografya sayesinde otuz yılı onlarla geçirmiş gibi bir hisse kavuşuyoruz. 

Filmde esas olarak hikayeleri çerçeve olarak kabul edilmiş iki karakter ve bu iki karakterin kesişim noktalarını, ayrıldığı noktaları aynı anda gözlemleme şansına sahip oluyoruz ve ortada mecburi bir ilişkinin varlığına dair hiçbir kanıt bulamıyoruz. 

Pietro şehirli, ve şehirli olmanın gerektirdiği gibi büyümüş olan bir çocuk. Çocukluğundan ergenliğe geçişini dikkatle izliyoruz ve Pietro’da amaca dair bir bulguya denk gelemiyoruz. Çünkü Pietro’nun geleceğe dair bir planı yok. Daha çok nasıl denk gelirse anı yaşamanın telaşında. Bu da onu ilişkilerde daha kırılgan bir hale getiriyor. Anda bulamadığı bir tat onu bulunduğu yerden çok uzaklara taşıyabiliyor. Babasıyla yaşadığı ayrımın temelinde yatan gerçekliğin de bu olduğunu düşünüyorum. Pietro’nun kafasında bir plan olmayınca zaman zaman anın tadını çıkarmayı biliyor. Bunu o muhteşem manzarada Bruno ile çocukça geçirdiği zamanlarda rahatlıkla görüyoruz. 

Pietro için ‘gerçekçi değil’ belirlemesi doğru olmaz. Bazı gerçeklerin farkında fakat şehir yaşamı onu nasıl eğip bükmüşse öyle şekillenmiş olduğu anlaşılıyor. Çünkü şehir yaşamında peşinde koşulan hayallerle hayalsizlik arasında öyle çok ciddi bir fark olmadığını anlamamız gerekiyor. Şehir insanı daha günübirliktir aslında. Hem neden öyle olmasın ki? Binaların boğduğu sokaklarda yürünürken ileriyi düşünmenin anlamı da yoktur şehirlerde. Çünkü şehir insanı bilir; sokağın sonunda yine başka binaların boğduğu bambaşka karanlık bir sokak var. Bu da beraberinde neyi getirecektir? Ufuk darlığı ve takatsizlik. Yeknesaklığı ve tekliği…

Pietro, babası ve Bruno ile beraber doruklara tırmanırken yaşadığı sendeleme hali bununla ilgili olabilir mi acaba? Oysa Bruno’nun durumu farklıdır. Bruno sürdürdüğü kırsal yaşamın ona yüklediği misyonun ve ötesinin farkındadır. Bruno’nun yürürken ‘buradan sonra da karşılacağım görüntü yine bunun gibi olacak’ diyebileceği bir umutsuzluk yoktur. Çünkü boğucu binaların içinde değildir ve ne kadar gidebilirse gitsin en son ulaştığı noktada yeni bir ufuk belirleyeceğinin gayet farkındadır. Bu da ona sürekli olarak geleceği düşünebilme, umudu diri tutma olanağı sunar. Bundan dolayı geniş hayaller kurabilme yetisi olsa da aynı zamanda son derece gerçekçidir. Bunun en büyük netliğe kavuştuğu sahne Pietro’nun misafirlerinin dağ kulübesine gelip doğa romantizmi yaptıkları sahnedir. Bruno’nun orada yaptığı eleştiri daha önce benim denk gelmediğim derinlikte bir eleştiridir. Çünkü doğa deyince insanın aklında şekillenen görüntülerin bir sistem yanılsaması olduğunu açık eder. Pietro’nun misafirlerinin yaptığı yorumlar dışardan bakan bir üst gözün görüp dillendireceği yorumlardır. Fakat Bruno bu durumu çok daha somut olana, ağaca, göle, kayalara çekerek insan ile doğa arasındaki mesafeye dem vurur.

Pietro açısından yetişkin biri olarak yeniden oraya dönüp kulübeyi inşa etme süreci uzakdoğu anlatılarındaki ‘aydınlanma’ süreciyle birebir örtüşüyor. İnziva denen gerçeklik düşüncelerin birçoğunda vardır ve yeniden dengenin kurulduğu bir anı ifade eder. Pietro şehirden aldığı tüm özellikleri burada geçirdiği zaman dilimi içerisinde kusmaya başlar. Filmde özellikle Pietro’ya dair olan sahne geçişlerinde bunu görmek mümkündür. Pietro parçalanmış gibidir ve bu parçalanmanın içinde eskiyi kusmanın huzursuzluğunu da yeniyi yaratmanın huzurunu da aynı anda yaşar. Yılanın deri değiştirirken yaşadığı duruma benzer bir andır bu an. Yılan deri değişiminin ilk zamanları takatten düşer ve en savunmasız zamanlarını yaşar fakat yeni derisiyle en ihtişamlı görüntüsünü de tam olarak bu dönemde yaşamaktadır. Bu süreçte ağırlaştığından dolayı tehlikelere de açıktır ve bu tehlikeli dönemi atlatabilmesi durumunda yeni bir görüntü açığa çıkarıp daha güçlü hale gelecektir. 

Pietro için tam da bu eskiyi kusup yeniyi açığa çıkardığı anda ‘Sekiz Dağ’ meselesi gündeme gelecektir çünkü felsefi olarak da bu mesele büyük bir hacimdedir ve zihinde ciddi bir yer kaplar. Amaç ve yaşamın kendisi çelişkisini sorgulatır ve yürüyüşü belirler. Pietro’nun kusma hali sona erip netleşme başlamıştır ve yönünü uzakdoğu düşüncelerine çevirir. Bunun bir anlamı vardır aynı zamanda çünkü uzakdoğu düşünceleri beden ve ruhun bir aradalığından çok bahseder ve daha çok dışarda olanı değil içerde olanı ele alarak insanın kendi içine yolculuğuna dokunur. İnsanın kendi içine yolculuğunun ilk aşaması da hemen hemen bütün düşüncelerde köklere, yani doğaya uzanmakla ilgilidir. Dışardan biri olarak doğayı ziyaret etmekten bahsetmiyorum, doğanın parçası olduğunu anımsamaktan bahsediyorum… 

Bruno daha doğal bir yaşamın içerisinde olduğundan dolayı aralarında cereyan eden bu dostluk ilişkisini daha bilinçli bir şekilde yaşayan taraftır. Çünkü etrafında görüşünü sınırlayacak yüksek binalar yoktur ve dağların arasında hiçbir zaman kendini tutsak gibi hissetmez. Haliyle düşünceleri de daha sınırsızdır. Arkadaşlığı, dostluğu Pietro kadar sınırlarla çevrelenmiş değildir. Hepsinden ötesi de filmde bunu direkt olarak izleyiciye yansıtmasa da bu durumun bilincindedir. O bilinçli haliyle Pietro’yu da kendi sınırsızlığına çekmek ister. Bunun için gerekli olan şey Pietro’nun yenilenmesidir. Yani bir yılan gibi deri değiştirmesi. Ve biz biliriz ki derisi kimliğidir yılanın. Pietro’nun da bir şekilde o sınırlarını kırması, Bruno ile sınırsız arkadaşlık kurabilmesi kimlik değiştirmesini ister aslında. İnsanın diğer kimliklerinin yanında benliği ilk olarak ismiyle başlar. İşte Bruno kırılmayı burada yaratır ve Pietro ile samimi olmaya başladığı andan itibaren Pietro’yu sınırlanmış duvarların psikolojisinden, daralmış ufkundan dolayı ona lakap takarak Beiro demeye başlar. Bu aynı zamanda Pietro’nun daha önceki sınırlarını fark etmeye başladığı, yeni kimliğe bürünmenin ilk filizlerini verdiği andır. Birine lakap takmak aslında ona kendi adına dair olsun ya da olmasın yeni bir kimlik yüklemektir. Her zaman bu filmdeki gibi pozitif değildir ama böyledir. Bruno Pietro’ya Beiro dediği andan itibaren aslında ona ‘sınırlarını kaldır ve benimle yürü’ mesajını vermiştir….

Burada baba figürü/karakteri önemli bir yer tutar. Pietro’nun babası üzerinden yönetmen kendi ideal karakterini oluşturmuştur diyemem fakat şehir/kırsal karakterlerini bu karakter üzerinden uzlaştırmaya çalışmış olsa da karşı konulmaz bir şekilde dümeni doğadan yana kırmıştır. Pietro’nun iki karakter gibi algıladığı baba figürünün zihninde bu biçimde tezahür etmesi bu nedenledir. Çünkü ortamın karakterin açığa çıkmasında etkisi tahmininizden daha büyüktür. Baba, aslında yaşamak zorunda kaldığı ile hayalini kurduğu arasında sıkışıp kalmış bir karakterdir. Şehirde buz gibi fabrikaların, metallerin, kirli havanın içinde yutulmuş bir zavallıya dönüşürken doğada yaşına rağmen içindeki bütün canlılığı açığa çıkarır. Pietro babasını esas olarak şehirde tanıdığı için doğadaki babası karşısında şaşkınlığını gizleyemez. Babanın içinde oğluna karşı olan duyguları orada, dağ yaşamında açığa çıkar ve tepelere aşama aşama bıraktığı defterler de bunun göstergesidir. Olmayı istediği yerde olmayan insanların psikolojisinde bu savrulma ve parçalanma her zaman vardır ve var olacaktır.

Filmde anne figürünün zayıflığı benim ancak filme dönük bir eleştirim olabilir. Pietro’nun annesiyle diyaloglarında ikisi arasındaki bağın emarelerini taşısa da bence filmdeki en oturmamış, zayıf kalmış karakter anne karakteridir. Oysa bir çocuğun şekillenmesinde anne karakterinin babadan çok daha önemli olduğu bilinen bir gerçektir. Anne yalnızda baba ile çocuk arasında denge halini yansıtan bir figür değildir/olmamalıydı. Christopher Nolan’da da gördüğümüz gibi genellikle erkek yönetmenler kadın karakter yazımında yetersiz kalıyor. (Çok iyi yazanlar da var.) Fakat bu film iki yönetmenli bir film ve yönetmenlerden birisi Charlotte Vandermeersch, yani bir kadın. O halde özellikle kadın karakter oluşturma konusunda bu filme dönük eleştirimizin dozajı daha da yüksek olmalı.

Bruno’nun ölümü üzerine çok düşündüm. Felsefi olarak iyi olanı yaşadığı halde değişime direndiği için mi ölmüştü acaba? Dogmaları ölümle eşdeğer tutmak mı gerekiyordu yoksa senaryonun bize vermek istediği mesaj başka mıydı? Daha olumsuz bir sonuca mı uzanmak gerekiyordu? Benzer durum, eğer izlemişseniz hayatını başarılı bir şekilde sürdürüp iyi bir üniversiteden mezun olduktan sonra birdenbire doğada yaşamaya başlayan bir genci anlatan ‘Into The Wild’ filminde de vardı. Doğaya dönüşü bana büyülü gelmişken gencin filmin sonunda ölümü bir yumru gibi boğazıma oturmuştu. Benzer durumu Bruno’nun ölümünde bu filmde de yaşadım. Acaba senaristlerin, yönetmenlerin bir türlü kabuğunu kırıp kapitalizmin kafamıza çizdiği algıların dışına taşamaması ile mi ilgili bir durumdu? Oysa doğada her şey şiirsel bir dille kendini ifade ederken, zaman kendi anlamına anlam katarcasına sürerken bu ölümler de neyin nesiydi? Ben olsam öldürmezdim… Çünkü ne olursa olsun bu ölümler bir şekilde izleyicinin bilinçaltında zaten kopmuş olan insan-doğa bağlamını daha onulmaz bir hale getiriyor. Ya da ölümleri başka bir anlam taşıdı ama ben anlayamadım.