Arka ayaklarının tırmığa benzeyen tırnaklarıyla oyduğu; güneş ışığının da, rüzgârın da ulaşamadığı minik bir çukura bırakmıştı yumurtalarını günler önce. İnce bir toprakla örttüğü iki yumurtasının üzerini, parlayan gözlerle, gülümser gibi mutlu görünen yüzüyle heyecan içinde kokladı. Aslında üç tane yumurtlamıştı acemi anne ama ilk çıkardığı yumurtayı bir kuzguna kaptırıvermişti. Sonraki iki yumurtası için daha tedbirli, hırçın davranacaktı bu kaybından sonra. Yaşayarak öğrenmişti anne kaplumbağa.

Bir sorun ya da tehlike algılamıyordu ama çok telaşlıydı; ilk annelik deneyimiydi genç kaplumbağanın. Dünyası henüz yumurtadan çıkmamış bu iki yavrudan ibaretti. Kendi kendine gülümsüyor, telaş yapıyor, gözleri doluyor, mutluluk tıslamaları çıkarıyordu; insan bir anneden hiçbir farkı yoktu. Onu insandan farklı ve daha önemsiz kılan tek şey, insanların yamuk ve bencil algılarıydı. Ağır hareketlerle birkaç adım attı, onları bir başına bırakmak istemiyordu ama besin almalıydı. İki üç kabuk boyu uzaklaştığında tekrar sevecenlikle arkasını dönüp baktı. Etraf huzurevi kadar tehlikesiz ve sessizdi. Bir kaplumbağaya göre epey hızlı ama diğer çoğu yaşam formuna göre ağır hareketlerle ilerlemeye başladı. Engebelerle dolu tepecikleri, kurumuş otlarla kaplanmış ıslak toprakları aştı. Çakıl taşlarının üzerinden, patinaj çeken bir tank gibi asfalta çıktı. “Vahşi hayvan çıkabilir” anlamına gelen uyarı tabelasının altından kafasını yola doğru uzatıp tereddütle bakınıp havayı kokladı. Bu uyarı kendisi için değildi ama öyle olsa da bunun farkında olmayacaktı elbette. Yolun karşındaki benzinliğin arkasında harika semizotları vardı. Günlerdir sabahın erken saatlerinde oradaki taze, yabani semizotlarını yiyor, sonra yumurtalarının yanına dönüyordu. Bugün, yarın yumurtadan çıkacaktı yavru kaplumbağalar. Asfalt yolun başında duraksadı, kalbi heyecanla atıyordu. Gidebildiği en yüksek hızla yürümeye başladı, zira buranın tehlikeli olduğunu biliyordu. Yolun orta şeridine geldiğinde kendisine doğru bir canavar gibi yaklaşan sesi ve titreşimleri fark etti. Kalbi en ağır atan canlılarındandı ama minik bir serçeninki gibi atmaya başlamıştı o an. Bir tilki ya da tavşan gibi fırlayıp kaçamazdı ama tehlikelere karşı doğanın ona bahşettiği muntazam bir avantajı vardı; sert kabuğunun içine sımsıkı gömülüp, gitgide yaklaşan canavar gürültüsünün geçip gitmesini bekledi. Ses ve titreşimler yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı… Tok bir kabuk sesiyle, hiçbir şey anlamadan asfaltın üzerinde dümdüz kanlı bir leke oluverdi.

“Neydi o?” dedi. “Kirpi miydi?” Endişeli görünmüyordu, laf olsun diye konuşmuştu. Yol boştu, rahatlıkla manevra yapabilirdi ama üzerinden geçmişti. Camını iki parmak aralayıp sigara izmaritini mermi gibi dışarı fırlattı. Hava soğuktu, aceleyle kapattı. Güneşin önüne gri bir duvar gibi set çekmiş bulutlara baktı. Sönük, ölmek üzere bir daireydi güneş.

“Kaplumbağaydı,” dedi. Sigaradan sararmış bıyıklarının altındaki biçimsiz kara dudakları neredeyse oynamadı konuşurken. Buz mavisi gözlerle ormanı süzdü. Sabahın ilk ışıkları sönük de olsa gözlerini alıyordu ikisinin de. Güneşten, buluttan, ormandan, her şeyden rahatsız oluyor gibi görünüyorlardı. “Yavaşla,” dedi hırlayarak. “Az ileriden gireceğiz.” Arabayı süren cevap vermedi, söyleneni yaptı.

İkisi de kızgın, suratsız ve zararlı görünüyordu. Doğa güzel, pürüzsüz bir yüz gibi düşünülürse; bu adamlar o yüzdeki irinli, iki koca sivilceydi. Toprak yoldan saptılar, bozuk olmasına aldırmadan hızla, sarsılarak hızlandılar arkalarında gitgide büyüyen bir toz bulutuyla. Orman, kuş cıvıltılarıyla henüz yeni yeni uyanıyordu ve eski, geniş bir Amerikan arabası tüm sessizliği yırtıyor, ürpertici bir telaş ve gürültüyle ilerliyordu. Bir süre daha ilerleyip yavaşladı araba, ağır bir manevrayla tozdan yolu bırakıp ormanın içine daldı. Ağaçların arasından, gün ışığı zayıflayana, toprak yoldan görülmeyene dek gittiler. Ani bir fren koydu adam, acemi işi bir fren. Konuşmadan indiler. Bıyıklı olan söylenip sigara yaktı. Diğeri bir ölününki gibi feri gitmiş bembeyaz yüzünü kaşıyıp etrafına bakındı. Bir hareket yoktu. Kırmızı saçlarıyla kuzeyli bir havası vardı beyaz yüzün. Havayı kokladı. İncecik, tahtadan bir tarla korkuluğunu andırıyordu. Ölüm gibi bir sessizlik çökmüştü etrafa araba durunca. Birbirleriyle sözleşmiş gibi, aynı anda bagaja yöneldiler konuşmadan. Kırmızı saç, memnuniyetsiz, ıkınır gibi bir yüz ifadesiyle bagajı açtı. Diğer adam ölü mavisi gözleriyle rahat, duygusuz ve ürkütücü görünüyordu. Bagajın içinden ormana havasızlık ve yorgun, detone bir inilti yükseldi. Ağzı, elleri ve ayakları bağlı zayıf adam, tüm yaşama hevesini açtığı koca gözlerinde biriktirmiş, karşısındaki iki insana bakıyordu. İri yarı, duygusuz suratlı, bıyıklı adam; ensesinden tutup kedi yavrusu gibi çekip çıkardı adamı bagajdan dışarıya. Yerde sürükleyip ağacın dibine savurdu. Kırmızı saç, bagajdan kürekle kazmayı çıkartıp yere attı. Elleri titriyordu. Ölü gözlü olan, “yap” der gibi başını salladı.

“Adamın ağzını açalım, belki söyleyeceği bir şey vardır,” dedi kırmızı saçlı. Ölü göz cevaplamadı, boş bir bakışla, küçümser gibi adama baktı. İnfazını bekleyen çelimsiz adamcağız, sanki affedilmiş gibi bir heyecan ve sevinçle başını sallayarak ağzının açılması fikrini onayladı. Kuş gibi bir ona, bir ona bakıyordu. Ölü göz, eğilip adamın ağzındaki bandı söktü.

“Sen vedalaş arkadaşla,” dedi alaycı bir tavırla, kırmızı saçlıya dönüp. Kime söylendiği belli olmadan, birkaç küfür savurup yerdeki kazmayla küreği aldı. Yaptıkları şeyi yemek yemek, su içmek kadar doğal ve olağan gördüğü her tavrından belliydi. Öldürme konusunda kaşarlaşmış olmak, ne acayip bir özellik diye düşündü kırmızı saç, sanki kendisi bu işlerin içinde değilmiş gibi. Ama gene de kendini ölü gözlüyle aynı yere koyamıyor, bunu kendine yakıştıramıyordu. Farklıydı, insani yönü henüz tam olarak ölmemişti.

“Abi!” diye bir feryat yükseldi. “Çözün beni gideyim ne olur! Buraya bir daha adım atmam abi, Hatay’a giderim abi annemlerin yanına, adımımı atmam oradan dışarı.” dedi. Yalvaran gözlerle bakıyordu. Yeteri kadar insan görenler bilirler ki, bir insanın samimi olup olmadığını gözlerinden anlaşılır, söylediklerinin hiçbir önemi yoktur. Bu adamcağız yaşama konusunda gerçekten samimiydi. Kendi söylediklerine kendisi ikna oluyordu ama karşımda iki robot var, diye düşünüyordu. Umut ve umutsuzluk, aynı anda bir çift göze ancak bu kadar yerleşebilirdi. Bu ikircik korkunç bir dehşet ve zavallılık uyandırıyordu bakanda. İnsani olmayan bir şeyler vardı bünyesinde, hiç konuşmasa da gözlerinden anlardınız. Kırmızı saç, çizgi gibi ince dudaklarına iki sigara takıp yaktı. Ağır adımlarla yürüyüp birini kurbanının dudaklarına sıkıştırdı. Elleri titriyordu; yerde bağlı biri olmasa ikisinden birine cellat demezdiniz, sanki iki kurban var gibi görünüyordu. Panikle titreyip ürkek gözlerle bakan, beyaz yüzlü iki adam.

“Bugün bir tane kaplumbağa ezdim.” dedi kırmızı saçlı. Hem korkak, hem cesur görünüyordu. Hiçbir hareketinde istikrar yoktu. Bir hareketi ya da cümlesi, asla bir öncekinin devamı gibi değildi. Kurbanıyla göz göze gelmiyor, çektikçe kızaran sigara külünü izliyordu.

“E-efendim abi?”

“Seni buraya getirirken,” dedi. “Kaplumbağa ezdim bir tane yolda. Çat diye bir ses geldi böyle. Kirpi sandım ben önce ama kaplumbağaymış.”

“Olur abi öyle,” dedi. Sesi titriyordu. Karşısındaki adamın manyak olduğunu düşündü, bu onu ölesiye korkutuyordu. Kendisiyle ilgili bir şeyler söylemesini beklerken, ölü bir kaplumbağadan bahsedilmesi onu çok büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştı. “İstemeden olur böyle şeyler abi olsun, kaza sonuçta.”

“İstemeden değildi,” dedi. Sigarasından son bir nefes çekip yarıdayken attı. Bir tane daha yaktı. “Yolda bir şey yürüyordu, ezdim. Neden yaptım bilmiyorum, sadece ezdim. Planlamadım, üzüntü ya da haz hissetmedim. Sadece o an yolda yürümesin istedim,” dedi. Gözlerini ilk kez kurbanına dikti. Kurban, ağlamaya başlamıştı.

“Abi bana neden bunu anlatıyorsun, bırak beni.” dedi. Zavallı halini katmerleyen bir salya çenesinden karnına uzayıverdi. Bir süre ağladı, konuşmadılar. Az uzaktan, kazmanın toprağa saplanmasının ritmik, soğuk ve tok sesi geliyordu. Panikten tüm organları tek tek vücudundan ayrılıp yere dökülecekmiş gibi hissediyordu. Belki de birkaç cümleyle hayatını kurtarabilirdi ama karşısındaki manyak onu dehşete düşürüyor ve ne söyleyeceğini bilemiyordu. Hayatını kurtarmak için belki bir cümle yeterdi, ama o cümle aklına gelmiyordu ve zaman daralıyordu. Aklına saçma sapan şeyler geliyordu, birden bire polisler gelseydi mesela ormanın orta yerine. Veya iki adam da kalp krizi geçirip yere yığılsalardı. Ya da elleri çözülmüş olsaydı ve yerde bir silah bulsaydı o anda. Böyle şeyler düşündükçe, mantıklı bir çözüme dair kalan birkaç kırıntı da kafasından silinip gidiyordu. Kırmızı saç, adamın karşısında düşünceli, karamsar, telaşlı bir ifadeye bürünmüştü yine. Öylece yere bakıp düşünüyordu. Ama belki de beni değil kaplumbağayı düşünüyor, diye geçirdi içinden panikle. Kendini toplamaya çalıştı, tüm bedeni; iç organlarına, ses tellerine dek titriyordu ama konuşmak zorundaydı.

“Çocukluğumdan beri hep param olsun istedim abi,” dedi. “Kız kardeşim soğuktan öldü abi donarak. Sekiz aylıktı daha,” diye devam etti, kesik kesik ağlamaya başlamıştı.

“Oğlum sus tamam ya,” diye araya girdi kırmızı saç. “Ne zaman birini öldürmeye gelsek böyle yapıyorsunuz amına koyayım,” diye söylendi. “Benim için kolay mı zannediyorsun lan? Hep kendi açınızdan düşünüyorsunuz. Ne olur bir kere de hiç konuşmadan dursanız? Kimisinin anası ölür, kiminin kardeşi donar, kimi babasının tecavüzüne uğrar... Niye yıpratıyorsunuz oğlum beni bu kadar? İşimden soğudum yemin ederim ya,” diye bağırdı. Yamuk parmaklarını şakaklarına koymuş, ovalıyordu.

“A-abi ağlıyor musun sen?” diye sordu kurban. Kırmızı saç “dur” yapan trafik polisi gibi elini ileriye uzatıp susmasını işaret etti. Ağlıyordu.

“Ben çok doluyum,” diye mırıldandı kırmızı saç. Sesi titriyordu.

“Ya tamam abi, bana bakar mısın bi'?” dedi. Bakmıyordu. “Abi kime diyorum, sözüm geri tamam. İçtin mi sen?”

“Çok yalnızım lan!” dedi kırmızı saç. Diyaframından dışarıya fırlayıveren brutal bir sitemdi bu. “Gece sizin seslerinizi, çığlıklarınızı duyuyorum oğlum yatınca. Böyle ağlıyorsunuz, yapma diyorsunuz, bir şeyler anlatıyorsunuz falan.” Zorlanarak doğruldu yerinden. Ellerini, ayaklarını çözdü kurbanın. Bir sigara uzattı, yaktılar. Kurban şaşkın, umutla yanan gözleriyle kızarmış bileklerini ovaladı.

“Bu da benim işim oğlum,” diye devam etti kızıl. “Benim de çoluğum çocuğum var, evime ekmek götürüyorum lan. İşimi aksatırsam, yapmazsam ne olur? Benim de biletim kesilir. Yengen, yeğenlerin aç kalır. Her çocuğun elinde bir akıllı telefon, yetişemiyorum bak. Ben çok mu mutluyum sanıyorsun böyle? Hangimiz memnun yaptığımız işlerden? Sadece mecburuz oğlum.” Kurban, kızıla sarılıp sırtını sıvazladı.

“Abi inan ki sen de haklısın. Zaten sen emir kulusun,” diye arka çıktı kırmızıya.

“Ha şunu bileydin. Yap denileni yapıyoruz oğlum hepimiz,” dedi. “Herkes herkesin işini kolaylaştırsa, köstek olmak, zorlaştırmak yerine; inan ki çok daha güzel olacak. Yanlış mı söylüyorum?” Deyip duraksadı, haklısın der gibi kapalı gözleriyle onayladı kurban adam. “Ama herkes bencil şimdi, sadece kendini düşünüyor. ‘Aman bana bir şey olmasın’ diyor.” diye devam etti. Kırmızı, sigarasından art arda iri nefesler çekip izmariti salladı. Uyumaya çalışan bir baykuş, homurdanarak bu yapay gürültüden uzağa uçtu.

“Çok doğru diyorsun abi ama insanın fıtratı işte. Herkesin mecburiyetleri, zorunlulukları olunca gitgide bencilleşiyor. Kendinden, kendi etrafından başka bir şey düşünemiyor,” dedi. Kürekle toprak atan diğer adamı gösterip: “Bak,” dedi. “Bu adam senin benim gibi değil abi.” dedi kısık bir sesle.

“Değil,” diye onayladı. “O yükselmek için her şeyi yapar. Ne soru sormak var pezevenkte, ne karşı koymak, ne de bir gram duygusu var. Nasıl insan bunlar anlamıyorum kardeşim. Biz de iş yapıyoruz, arada yanlış yapıyoruz ama yanlışı da görüyoruz. Vicdanımız var çok şükür. Allah kimseyi gözü kapalı, kulağı sağır etmesin. Ben haksızlığa gelemiyorum, anlıyor musun?”

“Benim de öyle bir yapım var abi,” dedi kurban. Kurbanlığını unutmuş, kahvede yancı sohbeti havasına bürünmüştü.

Bir süre konuşmadılar. Kasım rüzgârı hafif hafif, bıçak kesiği gibi acıtıyordu. Saatler sabahı gösterse de, gri gökyüzü ve sık ağaçlar bulundukları yeri akşam gibi yapmıştı. Minyatür tankları andıran kara kara bok böcekleri, ceviz büyüklüğünde bokları yuvarlayarak bir yerlere götürüyorlardı. Kahvaltıları için aşağı sorti yapan kuşlar umurlarında değildi, sert kabukları yüzünden kuşlar tarafından tercih edilmeyeceklerini biliyorlardı. Bir hafta önceki yalancı güneşe kanıp filizlenmiş birkaç çiçek, şimdi küçük birer çocuk gibi titriyorlardı, öleceklerdi. Ölmeden önce, arılara son birkaç lokma besin vermeyi ihmal etmiyorlardı. Çalıların altından bir anne kirpi, ormanda uyumsuzca sırıtan bu üç kişinin ne yaptığını izliyordu. Kırmızı saç, kurbanın sırtını sıvazladı, kurban da onu sevdi eliyle, destek olmak ister gibi. Kırmızı, belinden çıkardığı silahla bekleme yapmadan, tereddütsüz tek el ateş etti. Yok etmenin soğuk, metalik sesi ormanda patlayıp yankılandı. Kuşlar, bok böcekleri, kirpi, herkes rahatsız oldu, kaçıştılar oradan. Bir parça beyin, yeni açmış filizin üzerinde ince bir duman çıkartarak tütüyordu.

Paçasından sürükledi cesedi kırmızı. Ölü göz, çukur açma işlemini çoktan bitirmiş, kürekle aynı boyuttaki topraklı ellerini ovuşturdu. Ağaca dayandı, yaba gibi ellerinin parmaklarında, kürdan gibi duran sigaradan incecik bir duman tütüyordu. Cesedin yarısı olmayan kafasına baktı. Islık öttürmeye başladı, sinir bozucu, düzensiz, detone bir melodi. Suratında herhangi bir duygu değişimi yoktu, boşluğa bakar gibiydi yarım kafaya. Kırmızı konuşmadı, çaldığı şarkıyı bulmaya çalıştı ama bulamadı. Hoşnutsuz, telaşlı görünüyordu. Kukla gibi sallanan cesedi çukura yuvarladı, yine konuşmadan. Mümkün mertebe acele etmeye çalışarak gömdü. İşi bitene kadar ter içinde kalmıştı ve rüzgâr onu yiyordu. Kırmızı, cesedi toprakla tamamen kapattığı zaman duygusuz, gömülen yerin üzerinde gezinip tepinerek toprağı sıkıştırdı. Islık öttürmeye devam ediyordu. Kırmızı, adamın açık ağzından gırtlağına dek dolan toprakları düşündü. Gözlerinden, kıçından içeriye kırkayaklar girecek, kurtlar yuvalanacaktı. Duygusuzun bunları düşünmediğini biliyordu. Aynı işi yapıyorlar mıydı, evet. Ama gene de bu tepkisizliğinin ve alışmışlığın onu daha suçlu, kendisini ise daha insani kıldığını sanıyordu. Belki de onun da kendisini iyi hissettiren böyle şeyleri vardı. Arabaya yürüdüler.

Sarsıntılı toprak yolu aceleyle aşıp buz pisti gibi asfalta kendilerini attıkları zaman rahatladılar. Camları açıp, birer sigara daha yaktılar. Sabah güneşi kendini tekrar göstermeye başlayınca, kafalarının üstündeki panelleri indirdiler. Ölü göz, telefonunu çıkardı. Bir numara çevirip kulağına koydu. Kısa bir süre daha sessizliğin ardından soğuk, net bir sesle:

“Arabayı garaja soktuk, sıkıntı çıkmadı,” dedi. Telefondaki ses de ona bir şeyler söyledi. Ölü göz, ilk defa gülümsedi. Ama gülümsemeyi bilmiyordu, hırlar, öksürür gibi garip bir ses çıkardı.

“Merak etme patron, ben buradayım biliyorsun. Halledeceğimi söyleyip yapmadığım bir iş olmadı. Tamam, hoşça kal. Her zaman, eyvallah,” deyip kapattı. Yalaka herif, diye geçirdi içinden kırmızı saç. Yaranmak, yükselmek için her yolu, her şeyi mubah görüyordu duygusuz pezevenk.

“Havalar hiç belli olmuyor, bir güneşli bir güneşsiz.” dedi ölü gözlü olan. Hala sırıtıyor gibiydi.

“Güneş gözlüğü alacağım ne zamandır ama unutuyorum, bu zamanlar indirimli oluyor bakmak lazım.” Kırmızı cevap vermedi. Onaylar gibi başını salladı sadece. Ölü göz, partnerinin canının sıkkın olduğunu fark ediyordu.

“Çok yoruyorsun kafanı, sen mi değiştireceksin oğlum bu dünyayı?” dedi. Kötülüğünün getirdiği tüm sorumluluğu ayna gibi yansıtıyordu rahatlıkla, hiçbirini üzerine almıyordu. Sarı, ayrık dişlerinin arasından dumanlar sızdı. “Dünyanın kanunu, insanın fıtratı böyle. Ekmeğimizin peşindeyiz,” deyip sigarasını fırlattı. Soğuk olmuştu arabanın içi.

“Doğru söylüyorsun,” dedi kırmızı saç. Duygusuz, söylenerek radyoyu açtı. Zevksiz bir şarkı bulup, bozuk bir düdüğe benzeyen ıslığını, büzük gibi yaptığı ağzıyla öttürmeye başladı yine. Ekmeklerinin peşindeydiler, doğru söylüyordu. Bir yerlerden eklemlenmişlerdi dünyaya işte. Fazla abartıyordu bazı şeyleri kırmızı.

Önce yumurtayı, ardından üzerindeki ince toprak örtüsünü minik ayaklarıyla acele acele kazdılar. Rüzgâr, kibrit çöpünden biraz büyük kafalarını şoka uğrattı. Sıcak, nemli yumurtadan buraya çıkmak çok garipti. Etraflarına bakındı iki küçük kaplumbağa, havayı kokladı. Hiç tanışmadıkları için, annenin ne olduğunu bilmeyeceklerdi. Biri yürüyünce diğeri de yürümeye başladı, birbirlerine cesaret verdiler. Bir kuzgun, yıldırım gibi inip, henüz dünyaya ilk adımını atan kaplumbağalardan birini alıp havalandı. Diğeri, ne olduğunu anlamamışsa da hayati bir tehlike olduğunu fark etmiş olacak, henüz sertleşmeyen yumuşak kabuğunun içine gizleniverdi. Bir süre bekledi, ses olmadığını anlayınca kabuğundan çıkıp hızla ilerlemeye başladı. Şanslıydı, kardeşi sadece birkaç dakika yaşayabilmişti ama onun belirsizliklerle dolu yolu henüz yeni başlıyordu. Korkudan sonra hayatta hissettiği ikinci duygu açlık oldu. Çevresini sarmalayan eşsiz kokuların olduğu bu koca sonsuzluğa doğru amaçsız, içgüdüsel adımlar attı. Bir filizin üzerinden toprağa sarkan çiğ ete doğru yaklaştı, koklayıp uzaklaştı. Kaplumbağalar insan beyni yemezdi.