Satın alma bölümünde vasıfsız bir eleman olarak çalıştığım şirketin, yüzde elli bir hissesine sahip olduğum günün üzerinden sanırım bir hafta geçti. Şu an İstanbul Emniyet Müdürlüğü Cinayet Büro Amirliği’nde bir ölünün, nasıl öldüğünün araştırılmasında -hayatının doğal yollardan son bulmadığına kanaat getirildiğinden dolayı-görevli en yetkili isim olarak duruyorum. Dosyada yazana göre bu zavallı adam, arsenik ile zehirlenerek öldürülmüş. Cinayetin üzerinde yaklaşık beş gündür çalışmama rağmen bir arpa boyu yol kat edemedim. Oysa gençliğimde izlediğim filmlerde her şey çok zevkli ve kolaydı.

Gençliğimden beri özendiğim bu mesleğe geçişim tahmin ettiğiniz üzere çok kolay oldu. Eski şirketimin ortağı olarak ayrıldığım günden sonraki gün, bir polis merkezine gittim ve bağlı bulunduğumuz ilin cinayet büro amiri olmak istediğimi söyledim. Söylediğim polis memuru hemen durumu yardımcı komisere, yardımcı komiser başkomiserine, o da emniyet amirine… Hiyerarşik şekilde isteğim yetkili yerlere gittiğinde, sıradan bir insanın bir günde başkomiser olmasını sağlayacak bütün kanuni ayarlamaların yapılması gerekiyordu. Normalde böyle bir şey zaten mümkün değildi. Ama istekte bulunan bendim. Aynı gün içinde, bu işi yapabilecek en yetkili isimle odasında görüştüm. Sonraki gün, kanuni ayarlamalar olup olmadığını düşünmediğim işlemlerin sonunda cinayet büro başkomiseri olmuştum bile. Fakat işler hiçte hayalini kurduğum şekilde devam etmedi. Büyük bir heyecanla başladığım ilk dosyamda, cinayet şüphelisi olarak gözaltına aldığım insanlar benimle tanıştıklarında onları sorgulama şansım kalmıyordu. Bana yaranabilmek için tüm suçlamaları kabul ediyorlardı. Beş günün sonunda görüştüğüm üç şüpheli ve dört şahit, suçlu olduklarını ve benim adaleti sağladığımdan dolayı çok mutlu olduklarını söylüyorlardı. Sanırım dünyanın en sevilen adamı olma olayının -olanlardan sonra böyle yorumladım- nasıl işlediğini tam anlamıyla anlamadan böyle işlere kalkışmamalıyım. Her istediğimi koşulsuz yaptırabiliyorum ama istemediklerime nasıl engel olacağım?

Bürodan çıkmak üzereydim ki telefonum çalmaya başladı. Telefonuma kayıtlı olmayan bir numara arıyordu. Her ne kadar tüm isteklerimin gerçekleştiğini bilsem de, hala tanımadığım numaralar aradığında geriliyorum. Bilinçaltımızda yatan bu korkular, masanın üzerinde duran tozlar gibidir. Sadece güneş ışığının doğru açıyla gelmesiyle gözle görülebilirler. Telefonu açtığımda karşıdan -sesinin tok gelmesinden kaynaklı- yaşlı olduğunu zannettiğim bir adamın sesi geldi.

“Alo”

“Buyurun.”

“Reşit Bey, ben Ersan Kutlu. Emniyet Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu'nda görevli müfettişim. Sizi ivedilikle odanızda bekliyorum.”

Ne söyleyeceğimi bilemeden telefonu kapattım. Odaya gitmeli mi yoksa zaman kaybetmeden kaçmalı mıydım? Nasıl olur? Bir hafta boyunca istediğim her şey anında olmuştu. Cinayet büro amirliği de buna dâhil. Acaba başka bir iş için mi geldi bu müfettiş? Ya benim için geldiyse? Ya benim isteklerim herkes tarafından olumlu karşılanmıyorsa? Neden daha fazla sosyal deney yapmadan böyle bir işe kalkıştım ki zaten? Oldum olası hep sabırsız olmuşumdur. Bir şeyi biraz olsun elde etmeye yaklaşayım, düşünebildiğim tek şey onu ne zaman kaybedeceğim oluyor. Ya da işlerin ne zaman ters gitmeye başlayacağını. Odamda bekleyen müfettiş de hayatımda başıma gelen en güzel şeyi bitirmeye geldi. Ama izin veremem; bir daha ortamlarda sessizce bir köşede oturan, sürekli kendisi üzerinde espri yapılmasına izin veren, sürekli birilerinin gölgesinde kalan Reşit olamam. O odaya gideceğim ve durumun ne olduğunu anlayacağım.

Kapının önüne geldiğimde, duvarda yazan isimliğim yerinde durmuyordu. Sanırım müfettiş ne için geldiğini hiç uzatmadan belli etmek istemişti. Hemen arkamı dönüp koşarak ayrılmayı düşünsem de polis merkezinden koşarak kaçmam pek mümkün değildi. Yine de hayallerin düşmanı, ihtimaller kralının katili o adamın karşısında dik durmak istiyordum. Bu sefer ezilip büzülmeden, lafı gevelemeden ve korkmadan, “Evet, ben yaptım” diyeceğim. Kapıyı tıklatmadan, odaya dalar gibi girdim. Çok klişe bir adam olduğu, mafya filmlerindeki gibi koltuğun arkasını kapıya doğru çevirip oturmasından beliydi. Yüzünü bana dönmeden,

“Başkomiser Reşit. Polis bile olmayan başkomiser Reşit.” dedikten sonra koltukla beraber dönerek,

“Gerçekten merak ediyorum. Nasıl olur da sisteme kendini başkomiser olarak kaydedebilirsin? Bir insan, bunun anlaşılmayacağını düşünecek kadar salak; bu kadar güvenlikli bir sisteme kendini ekleyebilecek kadar zeki olabilir mi?”

Cümlesi bittiğinde yüzü artık bana dönüktü. Beni gördüğü anda suratının şeklinde bir değişiklik meydana geldiğini fark ettim. Büyük bir yanlış yapmış insanların takındığı ifade vardı yüzünde. Ya da benimle daha da eğlenmek için özellikle yapıyordu. Birden ayağa kalktı. Yüzü giderek kızarıyordu.

“Reşit Bey, sizden çok özür dilerim. Bir yanlışlık olmuş olmalı. Az önceki sözlerimden dolayı affedin beni.” dedi.

“Ne yapmaya çalıştığınızı anlayamıyorum Ersan Bey.”

“Sizi tanımayan insanlar tarafından, sizin aslında polis olmadığınıza dair iddialar vardı, efendim. Ben sizin olduğunuzu bilseydim, buraya kadar gelmeye zahmet etmeden dosyayı kapatırdım. Ne olur affedin beni. Hemen geri dönüp bu dosyayı kapatacağım. Sizinle tanışmak benim için büyük bir şeref. Kendinize iyi bakın, iyi çalışmalar.” diyerek odadan çıktı.

Ertesi sabah uyandığımda aklımda olan tek şey, müfettişin fikrini neden değiştirdiğiydi. Hayal ettiğimiz şeyler gerçekleşirken olayın sadece bizim kurguladığımız gibi ilerlemediğini anladığımız anlardan birini yaşadığım komiserlik sürecimi, aslında bugün istifa ederek bitirecektim. Ama dün yaşadığım müfettiş olayını biraz daha eşeleyebileceğimi düşünerek istifadan vazgeçtim. Üzerime ceketimi alıp hemen merkeze doğru yola koyuldum.

Hızlıca odama girip kimseyle muhatap olmak istemiyordum. Birkaç polis arkadaş bana bir şeyler söylemek istediyse de hiçbirine fırsat vermeden odama girdim. Kapıyı açtığım anda, bana ne söylemek istediklerini anladım. Takım elbiseli bir adam, masamın önünde karşılıklı duran siyah deri koltukların birinde oturmuş beni bekliyordu. Beni görünce ayağa kalktı ve ceketini ilikledi:

“Günaydın Reşit Başkomiserim. Ben teftiş kurulundan geliyorum. Dün gelen arkadaşımız dosyanın kapanması gerektiğini söyledi. Ben…” cümlesini tamamlayamadı. Devlet kurumlarının hiçbirinde bir soruşturma bir günde kapanmayacağından gelip beni kontrol etmek istediği şüphesizdi. Peki, neden şimdi dut yemiş bülbül gibi susuyor ve sadece suratıma bakıyor?

“Sayın müfettişim, bir sorun mu var acaba?”

“Pardon, bir an aklıma önemli bir şey geldi. Reşit Bey, sizinle tanıştığıma çok memnun oldum. Sizin değerli vaktinizi çalmayayım. İyi çalışmalar.” dedi ve adeta ona bir şey söylememem için gözlerini benden kaçırarak odadan koşarcasına çıktı. Nereyi gözden kaçırıyorum? Belli ki isteklerim herkes üzerinde aynı etkiyi yapmıyor. Bu adamları kim gönderiyorsa, benim isteklerimin onun üzerinde hiçbir tesiri yok. Gelen kişiler ise öyle değil. Ben ağzımı bile açmadan, beni görür görmez etkileniyorlar. Bu işi kökünden çözmek için sorunun kaynağına ulaşmalıyım.

Esenboğa Havalimanı’na uçağım indiğinde, saat öğleden sonra iki civarlarıydı. Bavul beklemekle vakit kaybetmemek için yanıma hiçbir şey almamıştım. Bir an önce Teftiş Kurulu Başkanı ile yüzleşmem gerekiyordu. Havalimanından çıktığımda hemen bir taksiye binip Çankaya’daki Emniyet Genel Müdürlüğü’ne geldim. Takside de her şey yolunda gitmişti. Taksi şoförü, ben beni görür görmez heyecanlandı, tüm yol heyecandan aracı zor kontrol etti. Yol boyunca ne kadar iyi bir insan olduğumun yüzüme yansıdığına, beni ilk defa görmesine karşın sanki senelerdir tanıyor gibi hissettiğini; hayatında ilk kez böyle bir an yaşadığını anlattı durdu. Benden ücret almadan gideceğim yere bıraktı. “Demek ki Ankara’da bir problem yok.” dedim içimden.

İstanbul’dayken, acaba Ankara ili içinde isteklerimin gerçekleşmediği izlenimine kapılmıştım. Sonuçta iki müfettişte beni görevden almak için Ankara’dan gelmiş, beni gördüklerinde her şeyden vazgeçip özür dileyerek kaçarcasına geri dönmüşlerdi. Ama taksi şoförü ve havalimanındaki insanların davranışlarından anladığım kadarıyla tek problem teftiş kurulu başkanındaydı. Bir an önce onunla konuşmalıydım. Odasına girdiğimi zannettiğim kapıdan geçtiğimde odanın içinde bir oda daha olduğunu fark ettim. Başkanın odasına girebilmem için önümde iki engel vardı. Birincisi girdiğim odada duran ve içeri girenlerin mesuliyetinden sorumlu memur, ikincisi ise yine bir kapıydı. Memura yaklaşıp kendimi tanıttım ve geldiğimi amirine kendim bildirmek istediğimi söyledim. Telefonun diğer ucundan ince ama kendine güvendiği belli olan bir ses geldi:

“Evet?”

“Ben İstanbul Cinayet Büro’dan Başkomiser Reşit. Uygunsanız sizinle görüşmek isterim.”

“Demek buraya kadar geldin Reşit. Kendi ayaklarınla geldin demek. Seni tutuklamadan önce gönderdiğim iki arkadaşı nasıl kandırdığını dinlemek isterim aslında.”

“Sizi tanımak için Ankara’ya kadar geldim. Doğrusunu isterseniz alınmaya başlıyorum artık. Böyle kötü bir karşılama için size kırgınım.” dedim. Hayatımda kendime bu kadar güvendiğim başka bir zaman hatırlamıyorum. Hiçbir planım yok ama kendime çok güveniyordum. Sonuçta önemli yerlerde bulunan kişiler tarafından sevilen bir insandım ve kim bilir daha kimler beni seviyordu. Kendinizi doğru kişiye sevdirirseniz, bir komiseri yirmi beş senede tırnakları ile kazıyarak geldiği koltuğundan bir günde kaldırabilirsiniz.

“Hemen odama gelin, sizi gerçekten çok merak etmeye başladım. Özürlerimi odamda sunmama izin verin.” dedi telefonun ucundaki ses.

Telefonu kapatıp içeri girmek için kapının önüne geldim. Durumu olduğu gibi anlatmayı düşünüyordum. Hatta başımdan geçen son bir haftayı anlatmayı planladım. O anda içimi bir heyecan kapladı. Bu olayı anlatabileceğim bir kişi ile karşılaşmıştım ve o da beni tutuklamak istiyordu. Bu dünyada beni gerçekten dinleyebilecek ve bana karşı çıkabilecek tek insan olabilirdi. Karnıma ince bir ağrı girdi. Bir yandan içeri girmek istiyor, bir yandan da diğer olasılıkları düşünmeye çalışıyordum. Böyle anlarda istediğimiz şeylerin cazibesi, olumsuz yönde gerçekleşebilecek tüm olasılıkların, olası sonuçlarını imkansız gibi gösterir. Sadece isteme özgürlüğüne sahip olabilmeniz nedeniyle, en mantıksız, saçma ve gereksiz olasılığı tercih edersiniz. Bende öyle yaptım ve içeri girdim.

Kapıyı açtığımda uzun boylu, kel ve hafif göbekli bir adamla karşılaştım. Beni ayakta bekliyordu. Oda sıradan bir devlet dairesi ne kadar güzel görünebilirse o kadar güzeldi. Işık almayan ve hatırı sayılır sayıda sigara içilmiş bir odaydı. İçeride olan eşyalar ve mobilyalar, ilk yerleştirildiğinden beri muhtemelen hiç yer değiştirmemişti. Böyle odalarda yaşamın hiçbir rengini bulmazsınız. Çünkü içinde yaşayan ölüler, kendileri ile öldürürler bütün renkleri. Hayatımın geri kalanında tek arkadaşım olabilecek bir insan hakkında çoktan ön yargılarım oluşmuştu.

“Hoş geldiniz Reşit Bey.” dedi ve elini uzattı. Elini sıkarak,

“Hoş bulduk.” dedim. Elimi bırakmadı. Gözlerimin içine sertçe bakıyordu. Sonra bakışları yavaşça yumuşamaya başladı. Gözleri fıldır fıldır dönerek adeta yüzümü tarıyordu. Sonra yeniden gözlerimin içine baktı. Sanki az önce elini uzatan adam yerine bambaşka birisi gelmişti. Bana gülümsüyordu.