Tahtın başına bu sefer hayaller geçmişti. Bu bir masaldı. Masal olmalıydı bazen. Ruhu olup da bunalan onca kelime, kalemden kâğıda ancak böyle akabiliyordu.


Alevden saçlarının beyaz uzun elbisesini örtüşü, köylüler tarafından pek uzaktan görülebiliyordu. En eski mitoloji kitaplarından çıkmış gibiydi sanki. Çağdan çağa yolculuk eden bir "gezgin"di ama tutsaktı kendi içinde. Zihninin en ücra köşelerinde yaşayan öğrenilmiş çaresizlikleri öldürüp derinlere gömse de bu mezarlığı zihnindeki kafesin içinden izledi hep. Belki de gömmek yerine yakıp küllerini atsaydı uçurumdan aşağı, böyle korkak olmazdı onun masalı. Uçmayı kuşlardan öğrendi ama bir kere bile kanat çırpmadı. En güzel şarkıları dinledi ama bir kere dansa kaldırmadı hayatı. En cesur kahramanları öğrendi destanlardan, yine de kafeste saklandı. Her şeyi sadece teoride bilen korkak bir ruhtu. Yüzyıllardır namertçe, kafesle beraber paslanarak yaşıyordu. Parmaklıkların ardından ölüme meydan okuyordu adeta. Ölüm bundan memnun olmasa da tutsak ruhuna acımıştı kadının, zira ölümle buluşan ruhların hiçbiri böyle eşsiz değildi. Hiçbiri de böyle saklanmazdı ondan. Hoş, tüm hayatını kafesten izlemiş birinin her şeyden saklanmaması imkânsızdı zaten. Kadın, gezgin ruhunun sınırlarını çizerken ölüme bir duvar örmüştü sanki. Kendisi, sınırları olan bir ruha "gezgin" denmesinden rahatsızdı fakat oralılar tarafından böyle bilinir, zihninin içinde yaptığı yolculuklarla yargılanırdı. Yamalı, başlıklı pelerinlerin altından onu gösterip kulaktan kulağa fısıldayan tek gözlü köylüler; dantel işlemeli, kabartmalı elbiseleriyle dört gözünü de çekinmeden onun üstüne diken burjuvalar tarafından... Onlardan bağımsız, sınırlara rağmen bir hayli geniş olan zihninde gezintiye çıkar; orada özgürce dolanır, ona geri dönmesini söyleyen korkusuna, onun egemenliğinin burada geçerli olmadığını söylercesine doldururdu ruhunu. Zihninin içindekiler daha güzeldi bu topraklardan. Her gün başka bir maskenin ardından inceler, her gün başka mekânlara yolculuk ederdi zihninde. Ne var ki bir gün ruhsuzlar âleminin isyanları karşısında ölüm, tanrıçaya benzeyen bu kadının yaşlanmayışına müdahale etmeye karar verdi. O günden sonra ölüm, ince bir sis kılığına girip günden güne yıprattı demir parmaklıkları. Kadının zihnine sızıp bütün mekânları yakıp yıktı. Ölümün bu amansız hamlelerinden gölgelere sığınarak ve maskelere bürünerek kaçmıştı kadın. Ruhunu ruhsuzluğa teslim etmeye hazır değildi. Kadın saklandıkça ölüm onu arıyordu heyecanla. Bir an önce bu korkak ruhla buluşmak istiyordu. Maskeleri aşan ince sis parçaları, kadının alev gibi saçlarını söndürdü zamanla, kömür karasına döndürdü. Aydan bir parça gibi olan teni soldu günden güne, bembeyaz oldu. Bir yüzyıl daha bekleyemezdi ölüm. Bir gün kadın, ruhunun üstünü örten maskeyi çıkardığı an ölüm çaldı kapıyı. Karşı koymaya mecali olmayan kadın, ziyareti kabul etti. Öyle fena bir ziyaret değildi bu, ertelenmiş bir kaderin ilk anlarıydı yalnızca. Ölüm, soluk tenli kadını belinden tuttuğu gibi sis olup karıştı havaya. Uzun zamandır uzaktan izlediği, okunmamış bir şiire benzeyen bu ruhu okumadan ve biraz olsun yaşatmadan ruhsuzluğa götürmeyi saygısızlık olarak görmüştü ölüm. Onu en cesur kahramanlarla tanıştırmak üzere destanlara geri götürdü. Ona kendi sisinden bir bulut verip gökyüzünün en yükseğine uçurduğunda bütün kuşlar imrenmişti onun rüzgârına. Gökyüzü mavisinin en umut dolu olduğu yere kadar yükseldiklerinde ölüm, kadının en sevdiği melodiler eşliğinde onu dansa kaldırmıştı. Kadın, her şeyden -özellikle de ölümden- saklandığı ömründe, ölümle beraber ettiği dansın ahengine bu kadar kapılacağını düşünmemişti hiç. Ölüm, kadını paslı kafesinden çıkarmış, ona bambaşka bir özgürlük vermişti. Onun dopdolu ruhuna rağmen bomboş geçen hayatına duyduğu acımayla baktı kadının gözlerine. Anladı kadın; parmaklıkların ardındaki ölümsüzlük, hiçbir ölümden iyi olamazdı meğer. Ölümlüleşen kadın huzur içinde ölümü öptü ve ruhsuzluğa bıraktı kendini.