Elimde çiçekle kapısının önüne oturdum. Gecenin kör karanlık bir saatiydi. Heyecanlıydım. Akışkan bir ruh dalgası damarlarımda dolaşıyordu. Bunun adı çılgınlık mıydı? Sevda mıydı? Bilinmez. Her ne derse desinler, adı ne konulursa konulsun sevdiğimi görmek istiyordum.


Elim boş gelmemiştim. Gecenin dibi de olsa mezarlıklardan çiçek yolmuştum. Allah affetsin. Açık bir çiçekçi bulamadım. Çok korktum. Ölülere saygısızlık etmek inançlı bir insan olarak yapmak istediğim son şeydi. Mezarlıklarından çiçek aldığım insanların ruhlarına fatiha suresini okudum. Ne kadar borcum var kestiremem ama bir kısmını ödediğimi düşünüyorum. En azından kimseyi duasız bırakmadım. Onlarda isterdi hem aşkın sevdanın tarafında durmayı.


En iyi ölüler anlar beni. Onlar bu fani dünyada sevgiden daha güzel bir duygu olmadığına tanık olmuşlardır. Geçip gittikleri bu alemde bir tek aşkı özlemişlerdir. 


Peki bütün bu serüveni düşünmeme yol açan güzel kim? Merak etmeyin. Anlatacağım. İsminden başlayayım önce. Eda adı. Varlığı kendi kadar güzel olan ender insalardan biridir o. Elleri tombul tombuldur. Kısa boyludur, kalın bacaklıdır, Orta Asya güzellerini andıran gülünce kısılan gözleri vardır. Zaten ben ilk kez gözlerine vurulmuştum.


Gözlere aşık olmak çok klasiktir. Kabul ediyorum. Ama her insan gözlere baktığında yakalandığı aşkı ilk kez deneyimler. Bu açıdan bakarsanız anlam dünyamızda sevdiğimizle göz göze gelmek bir ilktir. Aşık olduğumuz ilk anda sevdiğimizin gözleri başroldedir.


Eda'yı çocukluğundan beri tanımıyorum. Bizim ki küçüklük aşkı değil. Hemen o klişelere gireceğimi zannetmiş olabilirsiniz. Öyle bir niyetim yok. Ben Eda'yı çalıştığım işyerinde gördüm. Herkesin yaşadığına benzer sıradan bir tanışmaydı. 


Hayatta yaşananlara anlam aramamız gerekmez. Bazen sıradan olayların kendine has bir esrarı vardır. Onu kavramaktır mühim olan. Anlam yükleyerek yaşarsak evin yolunu bulamayız. Öyle değil mi?


Gecenin karanlığında yazdıklarıma bakıyorum. Yarım yamalak notlar almışım. Daha Eda çalışmaya başlayalı 3 gün olmuş. Bu kadar kısa sürede aşık olup, mezarlıklardan çiçek toplayıp kapısına dayanmak akıl karı değil. Bırakıp dönsem mi? Kararsızım. Ya mutlu olursa? İhtimaller kalbime saplanan hançerler gibi git gel yapıyor. Bir giriyor, bir çıkıyor ama mutlaka acı veriyor.


Öylesine panik bir haldeyim ki onu gördüğüm ilk anı yazamayacağım. Bu kadarını bilin yeter. Bana gelince ismim Ertan, Eda'ya gelene kadar hayatta kimseye aşık olmadım.


Giriş kapısında oturuyorum. Yel esiyor. Sırtıma vurdu. Hava sanılandan çok daha soğuk. Sanırsın nisan ayı değil. Ya da ben Kars'ta yaşıyorum. Gerçi aşk da insanı üşütür. Benim ki sevda soğukluğu olsa gerek.

Papatyalara sarılmam lazım. Seviyor, sevmiyor yapmalıyım. Seviyor çıkarsa kapısına dayanırım. 


Farkına varmam gerekiyor. Yazdıklarımda hep düşünüyorum. Eyleme geçmek gibi bir niyetim yok. Aslolan pratiktir. Mühendis adam uygulamadan kaçmaz. Teori insanı bir yere kadar taşır. Ne saçmalıyorum ben. Anlatmam gereken şeyler bu değil.


En iyisi hazır değilim. Gidip eve uyumalıyım. 


Peki ya Fatiha'sını okuduğum çiçekleri ne yapacağım?


Geri mezarlıklara da bırakılmaz.


Merdivenleri adım adım çıkıyorum. Eda'nın dairesine yaklaştıkça kalbim güm güm atıyor. İnanması güç. Parfümünün kokusunu duyuyorum. Sanrı geçirmem daha büyük bir ihtimal herhalde. 


Sessizce kapısının önüne mezarlık çiçeklerini koydum. Üzerine not da yazamadım. Çünkü elimde kalan son kağıdı bu öyküyü yazmak için harcadım.


Ne mi oldu? Hiçbir şey. Çiçekler kapısının önünde kaldı. Ben de binayı terk edip gittim. Nisan ayının zemheri soğuklarına sarılarak eve doğru yol aldım.


Eda'ya kavuşacak mıyım? İnanın bu bir muamma. Bir gün açılabilirsem, son kalan kağıtlara bu öykünün nereye varacağını yazacağım.


Size söz!