Aşağıdaki röportaj, Mehmet Gündoğdu ve Ümid Gurbanov tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Keyifli okumalar dilerim.


C.B: Birazdan Cioran’la buluşacağız. Tam bir münzevi, kendini büsbütün düşüncelerine adamış biri. Kader üzerine düşünür ama onunla alıp veremediği yoktur. Cioran Romanya doğumlu, fakat bugün artık vatansız. Birkaç gün sonra 63 yaşına basacak. 1937’den beri Paris’te yaşıyor. O tarihte Sorbonne’a bir tez yazmak için geldi. Bugünse hâlâ tez konusunu bulamadığını söylüyor. Cioran 1947’de Fransızca yazmaya karar verir. O günden bu yana altı kitap kaleme aldı. Kitaplarının isimleri düşüncesinin sözümona nihilist karakterini yansıtıyor. 1949, Çürümenin Kitabı. 1952, Burukluk. 1956, Var Olma Eğilimi. 1960, Tarih ve Ütopya. 1963, Zamana Düşüş. 1969, Yeni Tanrılar. Kitapları birçok dile çevrildi. Dünyanın dört bir yanından okuyucusu var. Esasında, düşünceleri bir hayli güncel. Bir bakıma çağımızın endişesini gözler önüne seriyor. Bir rastlantı eseri -burada anlatması epey bir zaman alır- Cioran bizimle görüşmeyi memnuniyetle kabul etti. Önemli ve dikkate şayan bir olay bu. Bu vesileyle Cioran ilk defa basına konuşup düşüncelerini dile getiriyor. Son olarak onun o Fransız Rumen karışımı aksanına ve konuşma hızına ısınmanız için sizden Cioran’ın ilk sözlerine bir parça dikkat kesilmenizi rica ediyorum. Birkaç saniyenin ardından eminim ki konuşmasını kolaylıkla takip edebileceksiniz. 


C.B.: Ne zamandan beri bir kadere sahip olmamayı istediniz?


E.M.C.: Kader mi? Esasında buraya geldiğimden beri istemedim. Her zaman burada, Latin Mahallesi’nde yaşadım. Bir öğrenci olarak… Sanırım 1950 yılına kadar öğrenci olarak yaşadım. Sorbonne Üniversitesine kaydımı yaptırdım ve orada bir öğrenci olarak yaşamımı sürdürdüm. Tamamen basit bir öğrenci, 1950’de beni çağırdılar ve dediler ki: “Bak, 40 yaşına geldin. Buraya kadar. Artık kantinde yiyemezsin.” Falan filan. Benim için yıkıcı bir darbeydi. Üniversitede bir parazit olarak yaşıyordum, hatta üniversite ile ortak tek bir noktam bile yoktu. Bu mesele benim için can alıcı önemdeydi zira maddi açıdan feci bir darbeydi. O zaman “bak” dediler, “yaş sınırını 27’ye indirdik. Kantine girme yaşını,” falan filan. Buna devam edebilseydim yaşam gayemi gerçekleştirmiş olacaktım, bütün o maddi imkânlar sayesinde ölünceye dek öğrenciliği sürdürecektim.


C.B.: 1937’de geldiğinizde takdir ettiğiniz kimselerle tanışmaya çalıştınız mı?


E.M.C.: Kesinlikle hayır, hiç uğraşmadım. Şöyle diyeyim, ilk kitabımı yayımlayana kadar Paris’te hiçbir yazarla tanışıp etmedim, yani 1949’a kadar. Öncesinde tanıdığım kimseler vardı ama bir yazarla, filozofla, entelektüelle tanışmam gerektiği aklımın ucundan geçmedi, ben hep bunların uzağında yaşadım.


C.B.: Gelgelelim kitabınızın yayımlanmasıyla bu mâniayı aştınız mı? 


E.M.C.: Demeliyim ki bir anlamda arayı kapatmaya çabaladım, birkaç yıl boyunca hani züppece bir yaşam sürmedim ama kokteyllere gidip geldim. 1950’den 1953-54’e kadar bir sürü insanla tanıştım, sürekli dışarı çıkıyordum. Nihayetinde de usandım. Ama esasında oldum olası toplumun ötesinde yaşadım. Yani… Her şeyin ötesinde. Toplumun dışındaydım ve bu benim hayata bakışıma ve şahsi zevklerime uygun düşüyordu.


C.B.: Bütün bunlara rağmen, niçin 1949’da bir kitap yazmaya karar verdiniz ki? Yoksa bir anlamda, topluma dahil olmak için miydi tüm bu çaba?


E.M.C.: Yok. Neler olduğunu anlatayım size. 1947 yılında, Dieppe civarında bir gezintideydim, işte o sıralarda da büyük bir keyifle Mallarmé’yi Rumence’ye çevirmeye çalışıyordum, sonra dedim ki: Bu saçmalıktan öte bir şey değil, çünkü Romanya’ya geri dönmeyeceğim ki artık. Hem, Mallarmé’yi de kimsenin bilmediği bir dile çevirmenin ne faydası vardı ki şimdi? Her şeyi bir kenara bıraktım, Paris’e geri döndüm ve Fransızca yazmaya başladım. Böylelikle de bu kitap doğmuştu. Yani, ilk yayımlamış olduğum kitap doğmuştu. İki yıl sonra gelecek olan “Çürümenin Kitabı”, işte bu şekilde doğmuş olmuştu. Ancak, bir yerlere girmek için de değildi bu. Ama, yalnız biraz patlama içindi. Aslında, açıklamak da çok güç. Niçin yazdığımı çok da bilmiyorum. Ama, şunu da belirtmem gerekir ki, esasında, yazdığım her şey, depresyon zamanlarında yazılmıştır diyebilirim. Bir çeşit de terapi gibi bir şeydi. Kitaplaştırılmak için değildi. Kitap olsun diye değillerdi.


C.B.: Paul Valéry’ye “neden yazıyorsunuz?” sorusu sorulduğunda, “zayıflıktan ötürü,” diye yanıt vermişti. Bu sizin için de mi geçerli?


E.M.C.: Bu, zayıflıktan da öte bir şey, sefalet gibi bir şey. İçsel bir sefalet bu. Zayıflıktan da öte bir çöküş bu. Ve nihayeti zaruriden öte. Ve de bağırmamak içindir, çığlık atmamak içindir bu. Ama her hâlükârda ise, bir kitap ortaya çıksın diye değildir kesinlikle. Kitapsa bir kaza olarak ortaya çıkıverir.


C.B.: Ve ayrıca insanlarla rastlaşmak içindir de belki?


E.M.C.: Yok, ben öyle düşünmüyorum.


C.B.: Tanıklara yönelik olması için mesela?


E.M.C.: Yok. Eğer bir makale yazıyorsanız, evet, bu doğru. Örtük bir fikirle yazmalısınızdır. Birine hitap ediyorsunuzdur. Ancak, kendiniz için bir şeyler yazdığınız zaman, işte bu anlarda, kriz diyelim buna, başkalarını düşünmezsiniz. Şunu da diyebilirim ki, aslında, benim için, yazma eylemi bir çeşit diyalogdur.


C.B.: Kendinizle mi?


E.M.C.: Kendimle değil. Tanrı ile olan diyelim. İnançlı biri değilim. Mümin değilim. Ama inançsız biri de olduğum pek söylenemez. Ve bir bakıma da, benim için, yazma eylemi, Tanrıyla buluşmaktır. Bir yalnızın bir diğeriyle buluşmasıdır. Bir yalnızın bir başka yalnızla yüz yüze gelmesidir. En büyük yalnızlıkla, Tanrı’nın yalnızlığıyla karşı karşıya gelmektir. Gördüğünüz gibi, teorik olarak küçümsediğim yazma eylemini, pratikte ise takdir ediyorum, kısacası onu en yükseğe yerleştiriyorum.


C.B.: Nihilist olduğunuz söyleniyor? Doğru mudur yoksa yanlış mıdır bu? Nihilizm nedir? 


E.M.C.: Nihilist değilim, hiçbir şey değilim. Nasıl denir ki… Bazen nihilist damarım tutar. Yani söylemesi zor, söz gelimi Buda’ya nihilist diyebilir miyiz? Diyemeyiz, girift bir mevzu bu. Doğrusu, büsbütün dürüst kalarak bu soruya nasıl yanıt vereceğimi bilmiyorum. Ben su katılmamış bir inkârcıyım. Ama benim inkârım teorik bir inkâr değil, pratik bir inkâr. İçten gelen bir inkâr da her şeye rağmen bir iddiadır, bir patlamadır. Mesela tokat bir inkâr mıdır? Şöyle bir tokat indirmek… Öyle değil mi?


C.B.: İddiadır elbet.


E.M.C.: İddiadır yani. İşte benim inkârlarım da tokat gibidir, yani birer iddiadırlar. Yine de geri çekilmiyorum, nihilizmimden, pesimizminden ya da her neyse artık, bunlardan korktuğum yok, benim için hiçbir önemi yok. Nihilist bir yan vardır elbet ama bunun öyle çok mühim olduğunu sanmıyorum.


C.B.: Cioran niçin isyancı biri?


E.M.C.: İsyancı biri değilim ki. İsyancı, bir şeyleri düzeltmek için uğraşır, öyle değil mi? İsyancı ve militan bu şekilde davranır. Ben militan biri de değilim. Bazı şeylere işaret ettiğim bir gerçek. Ama, duyguyla. Bir onulmazlık hissiyle bu. Mesela, Baudelaire’nin bir isyancı olduğunu söyleyemeyiz, öyle değil mi? Çünkü bu duyguya sahipti. Pascal da bir isyancı değildi. O da aynı duyguya sahipti. Bu konuda, kendimi onlara yakın hissediyorum. İsyancı olarak görmüyorum.


C.B.: Daha da ileri gidecek olursak, peki ya umutsuz biri misiniz?


E.M.C.: Hayır, öyle de değilim. Nasıl desem…


C.B.: Sınırlamaya çalışıyorum.


E.M.C.: Yani… Olumsuz etkileri olduğu muhakkak. Dediğim gibi, geri çekilmiyorum. Açıkçası teorik olarak ifade edebiliyorum. Umutsuz bir durum, çünkü hiçbir yere varmıyor. Hiçbir yere ve faydasız. Ama bunu hep istemiştim. Bu nedenle de hiç rahatsız etmiyor. Ve ilginç bir şekilde, yaşamamı engellemiyor. Çünkü bu durumu kabul ediyorum. Ondan kurtulmak bile istemiyorum. Bir çıkış yolu olduğunu zannetmiyorum. Bir çıkış yolu olsaydı, onu bulmuş olurdum. Bunun için bir neden yok, değil mi? Neticede diğer insanlardan daha aptal değilim ki. Belki bir çıkış bulabilirdim ama böyle bir şeyin olduğunu sanmıyorum. Bundan dolayı da bir şeyleri gözlemleye çabaladım. Değil mi?


C.B.: Sizin gibi son derece katı birinin sevdiği, beğendiği şeyler, ahbaplık ettiği kimseler var mıdır?


E.M.C.: Olmaz olur mu, pek düşkünümdür ahbaplığa. Her zaman kıymetli ahbaplarım oldu. Ama ille de edebi çevreden kimseler değillerdi. Söz gelimi gençliğimde en sevdiğim adam, tek kelime yazmamıştı ve tam bir dâhiydi. Romanya’daydı kendisi, yazması yoktu ama âlem adamdı. Diyeceksiniz ki bunu iddia eden sizsiniz. Yani elbette öyle. Bana kalırsa insanları yaptıkları münferit eylemleri hesaba katmadan yargılamak gerekir. İnsanlara yaptıklarına göre kıymet biçmedim asla. Her zaman ne olduklarına baktım. Bir kimsenin yapıp ettikleri onun ne olduğunu göstermez. Mesela birinin dikiş tutturamadığı, hiçbir şey yapmadığı söylendiğinde bunun hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Bana kalırsa illa da bir şeyler yapması şart değil, ama en azından “biri” olmalı. Bu anlamda hayatımda muazzam insanlar tanıdım, edebiyattan bahis bile açmazdık ama bunun hiçbir önemi yok. İşte insan budur. Hatta dahasını söyleyeyim, metafizik anlamda şahsi endişelerin pençesine düşmüş bir kimseyle, diyelim ki huzursuz bir kapıcıyla yapılan sohbet, kendini beğenmiş, mağrur bir felsefeciyle yapılan sohbetten daha ilginçtir. İşin aslı, hayatımda türlü türlü insanlarla kurduğum ilişkilerden bir sürü şey öğrendim. Bu anlamda, diyebilirim ki ne Romanya’da ne burada ne de başka yerde entelektüel çevrelere öyle çok girip çıkmadım. Entelektüel çevrenin dışındaki bir sürü insandan çok fazla şey öğrendim. Çok önemli bu. Bu yüzden, demeliyim ki bilhassa gençliğimde birçok insanla tanıştım ve üzerimde çok büyük etkileri oldu. Bunların hiçbiri yazar değildi, bir tanesi bile. Hayatında hiçbir şey yapmamış bir alay insan sayarım size. Yetenekleri var mıydı yok muydu bilmiyorum, bu konuda bir şey söyleyemem ama benden çok daha üstün olduklarını kabul etmiştim, hakikati anlama hususunda benden çok daha ötelere varmışlardı, benden daha ferasetli kimselerdi, bu açıdan da benden üstünlerdi ve onların yanına gidip geldiğim için bahtiyardım, onlara çok şey borçluyum. Hiçbir şey bırakmadılar, hiçbir şey yazmadılar ama bunun hiçbir kıymeti harbiyesi yok.


C.B.: Sizin aracılığınızla yazmış oldular.


E.M.C.: Öyle de denebilir, evet, onlara çok şey borçluyum. Son derece ferasetli kimselerdi. Bence feraset sahibi olma esasında bir insanın en önemli niteliğidir, esaslı bir niteliktir. Bir şeyleri anlamıştır artık bu kimse. Hayatta bir şeyleri gerçekten anlamış pek az insan olduğunu fark ettim. Hiçbir şey anlamamış büyük yazarlarla karşılaşabilirsiniz, çok yeteneklilerdir ama beş kuruş etmez insanlardır. Ama mesela yolda ya da barda birine denk geliverirsiniz, neye uğradığınızı şaşırırsınız, derinlere dalmış, önemli meselelerle yüz yüze gelmiş bir kimsedir bu. Şunu fark ettim ki, işin tuhafı bu ya, dini bakımdan en ilginç kimseler entelektüel eğitimini tamamlamamış, üniversiteye falan gitmemiş olanlar arasından çıkıyor. Bundan dolayı bu kimselere duyduğum şükran borcunu açıkça belirtiyorum. Çok kimse yok ama yine de birileri var. Diyebilirim ki hani neredeyse çocukluğumdan bu yana hep bu düzeyde arkadaşlarım oldu.


C.B.: Bunun tek istisnası Henri Michaux herhalde. Gerçi o da sizin gibi, yazar karşıtı bir yazar. 


E.M.C.: Michaux’yu çok severim, fevkalade bir adamdır. Bu mahalleden taşındı diye çok üzülüyorum. Hemen yakınımda, Séguier Sokağı’nda bir konakta oturuyordu. Onu şimdilerde daha az görüyorum ama harika bir adamdır, eskiden nasılsa şimdi de öyledir, herhangi bir şeyden konuşabilir, bundan dolayı da muhteşem bir adamdır.


C.B.: Cioran’la Michaux’nun ortak yanları nelerdi? 


E.M.C.: Yani… Esasında Michaux’yu gözlemlemeyi çok severdim, onu konuştururdum. Bazen onunla dışarı çıkardım, on beş yıl öncesinden bahsediyorum, beni bilimsel filmler izlemeye götürürdü. Filmler pek ilgimi çekmezdi ama Michaux’nun bu filmlere neden bu kadar düşkün olduğunu anlamaya çalışmak ilgimi çekerdi. Biyolojiyle, mineralojiyle, vesaireyle ilgili filmlerdi. Michaux böyle şeylere düşkündü işte. Daha sonra uyuşturucu üzerine yazdığı kitaplarda bu denli tarafsız kalmaya çabalamasının, bilimsel olmak için bu denli özen göstermesinin sebebini anladım. Ayrıca bilimsel bir tavır takınıyordu. Onunla bu bilimsel filmlere gide gele uyuşturucular üzerine yazdığı kitaplarıyla bilimsel kültür arasındaki bağı gördüm. Çünkü uyuşturucular üzerine yazdığı kitaplarında hem bir şair hem de bir bilim insanı olarak okunabilir. Bir de Michaux’da Gandi’ye benzer bir yan var. Her işi sonuna kadar götüren, kılı kırk yaran, yılmak bilmez bir adam. Klasik Fransız yazarlarının tam tersi. Söz gelimi Valéry’nin, gerçi birçok ortak yanları da vardır. Michaux ele aldığı mesele ne olursa olsun onu sonuna kadar tüketmeye çabalar. Bu anlamda şüphe yok ki en derinlikli yazarlardan biri, ele aldığı konuları es geçmeye çalışmaz. Edebiyat muhakkak ki bir es geçme işidir, bu bakımdan o edebiyatın dışına çıktı.


C.B.: Michaux sizi de gözlemeye, tüketmeye çalıştı mı? 


E.M.C.: Yok, sanmıyorum. Onun hakkında bir şeyler geldi aklıma, zamanında beni derinden etkilemişti. Gecenin ikisiydi, birçok şeyden bahis açmıştık. Yemekten sonraydı, insanın kaderinden ve öteki mühim meselelerden dem vurmuştuk. Derken Michaux’nun sesi değişiverdi, duygulandığını hissetim… Hani… Anlayacağınız insanın yok olması fikri içine işlemişti. Sesi hafiften titriyordu. Bundan on beş sene öncesi falandı bu. Bu hislenmesi hiç aklımdan çıkmadı. Çünkü o zamanlar şimdikinden çok daha utangaçtım, şimdi bir parça daha yorgunum, daha yaşlıyım. İşte bu yüzden de insanın yok olmasının öyle çok da kötü bir şey olduğunu düşünmüyordum. Sonra da bir tür hayal kırıklığına kapıldığımı hatırlıyorum. İnsanın yok oluşuna niye üzülür ki insan? Ama Michaux’nun böylesi içten, candan, insani bir tepki vermesi çok hoşuma gitti. Harika bir adam.


C.B.: Şu anda etrafınızda gördüğünüz şeyleri ve onca zamanın geçtiğini hesaba katarsak daha kinik olduğunuz söylenebilir mi? 


E.M.C.: Tam tersi.


C.B.: Var olma sebepleriniz artmış olabilir mi?


E.M.C.: Yok, yok. Daha az kiniğim artık, çünkü esasında zaman geçtikçe her şey kendisini tüketir, kinizm bile. Kinizmi aşmadım, teorik bir tutum olarak ötesine geçmiş değilim. Ancak bizler duygusal olarak onu aşarız. Her şey eskir. Yazdıklarımı geri almak ve “hatalıydım, sonuçta o kadar da kötü değilmiş her şey,” demek için hiçbir sebebim yok, hayır. Fakat ifade ettiğimiz şeylere daha az inanırız. Neden? Çünkü onlar sizinle bağlantılarını keserler. Bu anlamda yazmak gerçekten de herkesin dediği gibi bir çeşit kıymetsizleştirmedir. Çünkü tamamen inandığımız şeyler onları dile getirdiğimiz an bizim için daha az anlam ifade ederler. Şimdi size bir örnek vereyim. Bir gün intihar üzerine yazdım. İntihar üzerine bir şeyler yazana kadar bu mesele aklımdan çıkmıyordu. Her vakit düşünüp duruyordum. Bu meseleyi yazdıktan sonra bunu daha az düşünmeye başladığımı fark ettim. Bu bakımdan yazmak kıymetsizleştirmektir, konuyu öldürürsünüz. Şifa verir insana…


C.B: Başından savmaktır.


E.M.C.: Yok, öyle değil, herhangi bir konu için böyledir bu. Diyebilirim ki ömrümde ele aldığım her konuyu, sırf onlar hakkında konuştuğum için bir oranda öldürmüş oldum. Bundan dolayı da bahsettiğim şu tek kelime yazmamış arkadaşlarım benden daha “halis” kimselerdi. İçlerindeki dertleri dile getirmedikleri, açığa vurmadıkları, “kusmadıkları” için bunları içlerinden atmamış oluyorlardı. Tüm meseleler, yani hakikaten de ele aldığım tüm saplantılar azalıp gittiler.


C.B.: O hâlde artık size şu soruyu sormak zorundayım. Niçin intihar etmediniz?


E.M.C.: Çünkü beni kurtaran şey, intihar fikri oldu. İntihar fikri olmasaydı kendimi çoktan öldürmüş olurdum. Yaşamaya devam etmemi sağlayan şey her zaman önümde böyle bir seçeneğin olduğunu bilmekti. Sahiden de bu düşünce olmasaydı bu hayata, bir yere veya bir şeye saplanmış olma duygusuna asla katlanamazdım. Benim için, intihar fikri, her zaman özgürlük fikrine dayalıydı. Kendi kendime dedim ki: “İntihar fikriyle her türlü şeye katlanabilirim çünkü her şey bana bağlı.” Demeliyim ki düşünülenin aksine intihar fikri olumlu bir fikirdir. İnsana istek verir.


C.B.: Kaçış değil midir?


E.M.C.: Yok, kaçış değildir. Ben intihar fikrinden bahsediyorum, intihar saplantısından. İntihar etmekten söz etmiyorum, intihar düşüncesinden bahsediyorum. Hristiyanlık intiharı kapı dışarı ederek psikolojik bakımdan büyük bir hataya düşmüştür. İntihar fikrini diyorum tabii. Çok önemli burası; hayatımdaki tüm zorlu anları bu çıkar yol fikriyle atlatabildim. Sahiden de intihar fikrine sığınarak yaşamak şartıyla her şeye katlanabileceğimize inanıyorum. Kendimizi öldürmemize hiç gerek yok, nihayetinde kendimizi istediğimiz zaman öldürebiliriz. Ama esas önemli olan şey bu fikri kafada taşımaktır. Ama Hristiyanlık bu fikri itibardan düşürerek muazzam bir sorumluluğu üsteniyor. Eski çağlarda, bunu tarihçilerden öğreniyoruz, yani sadece tarihçilerden de değil tabii, filozoflarda çok ilginç bir intihar tarzı varmış, artık bunun pabucu dama atıldı, kimse artık yapmıyor bunu, nefeslerini tutarak intihar ediyorlarmış, kendilerini boğuyorlarmış yani. Bence intihar etmenin çok zarif bir şekli bu. Ama mesele bu değil yani, intihar etmek değil, esas olan intihar fikridir. Bu fikri yasaklamamak gerek. Tam aksine bu fikirden yararlanmak gerek. Demeliyim ki gençken müntehirlerin biyografilerini büyük bir iştahla okudum. Nihayetinde de genç yaşında ölenler kahramanım olmuşlardı. Doğrusu ya, intihara olan bu düşkünlüğümden bir hayli de fayda sağladım, çünkü bu yaşıma kadar bu fikir sayesinde gelebildim. Bu fikir olmasa altmış yaşını hayatta göremezdim, imkânı yok gelemezdim bu yaşa, buna inancım tam, bundan dolayı da olumlu bir fikirdir.


C.B.: Dostoyevski’ye yakın hissediyor musunuz?


E.M.C.: Evet. Dostoyevski’yi hep okudum. Ve onun en çok sevdiğim yazar olduğunu düşünüyorum. Tüm karakterleri, tüm roman kahramanları arasında en sevdiklerim Ivan Karamazov ve Stavrogin. Stavrogin’e dair şu söz, hayatım boyunca beni hep çevrelemiştir. “İnandığı zaman, inanmıyor.” Yok, Stavrogin’in kendisinden değil. “İnandığı zaman, inandığına inanmıyor. İnanmadığı zaman da inanmadığına inanmıyor.” Kendimi hakikaten de bu cümleyle tanıdım. Dostoyevski’nin dünyasını sevmemin asıl sebebi, nasıl desem, yıkıma duyulan bu tutkudur. Bu yıkım tutkusu da başka bir şeye çıkar, illa da inanca çıkmaz. Ben elbette Dostoyevski’nin menfi kahramanlarını severim, menfi belki doğru kelime değil burada, sırf basitleştirmek için söylüyorum.


C.B.: Neye çıkar?


E.M.C.: Çok ileri gittiklerinden kendilerini yok ederler. Dostoyevski sahiden de sınırı zorlamıştır, bütün kahramanları bir sınırı aşar. Her insanın aşmaması gereken bir sınır vardır. İşte Dostoyevski’nin kahramanları o sınırı aşarlar. Hasılı Dostoyevski’deki bu aşırılık tutkusu beni hep büyülemiştir. Hakikaten de yürekten anladığım birileri varsa bunlar Stavrogin’le Ivan Karamazov’dur. Bir de şu "Yeraltındaki" adam.


C.B.: Yaşamak bu mudur?


E.M.C.: Budur. Yaşamak kendini yok etmektir, yoksunluktan değil de, tehlikeli bir fazlalıktan dolayı. Dostoyevski’de kendilerini yok edenler eften püften kimseler değiller, zayıf, güçsüz kimseler değiller, taşkın, kendi sınırlarını zorlayan ve bu sınırı aşan kimseler.


C.B.: Kelimenin esas anlamıyla bir macera mıdır bu?


E.M.C.: Kelimenin esas anlamıyla tam bir maceradır bu. Esasında, belki de her insan kendini yok etmek için oradadır. Ancak içleri karardığı için kendilerini yok etmezler, içleri kararmış değildir zaten, onlar yarı tanrı gibidirler, hatta bizzat tanrıdırlar.


C.B.: Müziği sevdiğinizi biliyorum ama niçin sevdiğinizi bilmiyorum.


E.M.C.: Her müziği sevmem ama gençliğimde müziğin çok önemli bir yeri vardı, şimdiyse o kadar mühim değil. Ama gençliğimde çok önemli bir unsurdu müzik. Hakikaten de Bach’a muazzam düşkündüm. Öyle böyle değil, muazzam bir tutkuydu ve bütün tutkularım içinde bugüne kadar hiç değişmeden gelen tek tutkum budur. Hatta diyebilirim ki Dostoyevski’ye olan tutkum bile azaldı ama Bach’a duyduğum tutkuya halel gelmedi. İzah edilebilir mi bu? Bu tutkuyu izah etmeye bile çalışmıyorum. Bach diyorum, zira en sevdiğim müzisyen odur. Hani her türlü müziği de az çok denedim. Sadece Bach’la yetinmemin sebebi bunun benim için artık bir çeşit din olmasından dolayıdır.


C.B.: Genel olarak sorumluluk duygusuna sahip misinizdir? Bilhassa da başkalarına karşı? 


E.M.C.: Kesinlikle hayır. Hiç de sahip olmadım. Söz gelimi, yazarken yazdıklarımın başkasına zarar vermesi ihtimalini hiç hesaba katmam.


C.B.: Gide’in bir neslin mahvına sebep olduğunu söylüyorlar.


E.M.C.: Yok, yok. Benim için böyle bir sorun yok, çünkü zaten kitaplarımı okuyan kimse yok. Yani okurumun olmaması gibi bir koz var elimde. Bundan dolayı da sorumluluk duymama gerek yok. Zaten okusalar da duymazdım. Bana kalırsa zaten zarar vermek için yazarız, kelimeyi yüce anlamıyla kullanıyorum. Rahatları bozmak için yazarız. Şahsen hayatımda ne okuduysam rahatım bozulsun diye okudum. Bana bir şekilde eziyet çektirmeyen yazar ilgimi çekmez. Birinin size acı çektirmesi lazım. Yoksa kalkıp da yazdığını okumanın bir âlemi yoktur. Esasında, bu sorumluluk meselesi üzerine size daha somut bir yanıt vereyim. Şunu fark ettim ki, okurlarımın çoğu, birkaç okurum var yani, zavallı, acınası, mutsuz kimseler. Hatta birçoğu nevrozlu kimseler. Hâl böyle olunca yazdıklarımın bazılarını okumak, onlar için bir tür kurtuluş gibi bir şey oldu. Bu sorumluluk meselesinin olumsuz diyebileceğimiz sonuçları, hiç ortaya çıkmadı ve çıkmaz da. Elbette kitaplarımı herkes okusa belki de aynı hislere kapılmazdım, ama öyle olsaydı bile sonuçta hayat böyledir, berbat bir şeydir. Hayatı ne diye allayıp pullarlar, kötülük meselesinden ne diye kaçınırlar anlamıyorum. Hakiki bir meseledir bu, oldum olası sorulan bir sorudur. Tekvin ilkin kötülük meselesini ele alır. Bu meseleyi iyi hislerle gün yüzüne çıkaramayız ya, gaddar olmayı göze almalıyız, öyle değil mi? Bilhassa teorik açıdan, bu anlamda bir tür entelektüel gaddarlık yaptığımı kabul ediyorum. Ama başka türlü de kötülük meselesinden bahsedemeyiz ki.


C.B.: Hayat esasında ölümdür. Hayat hakkında sorulacak tek soruya verilecek tek cevap ölümdür.


E.M.C.: Üç aşağı beş yukarı aynı şeylerdir. Ama ben işi daha öteye götürdüm, ölüm saplantısını da bir parça aştım. Benim vardığım sonuca göre işin püf noktası ölüm değil de doğumdur. Esas dram ölmek değil doğmaktır. Yine de ölümü kafaya takmayacağız demek değildir bu yani. Ama işin püf noktası burada yatar. Böylece esasında doğmamış olmanın daha ehven olduğu sonucuna vardım. Artık dünyadayız dünyada olmasına ama bu esas sorunun ölmek değil de doğmak olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu anlamda Budizm bana Hristiyanlık’tan daha derin bir din olarak görünüyor.


C.B.: Şöyle yazmışsınız: “Ancak bir canavar şeyleri olduğu gibi görme lüksünü kendinde bulabilir.” Sizde de canavarca bir taraf var mıdır?


E.M.C.: Vardır elbette, çünkü hakikaten de şeyleri olduğu gibi görmenin hayatı neredeyse çekilmez hale getirdiğine inanıyorum. Bu anlamda harekete geçen bütün insanların şeyleri olduğu gibi görmediklerinden böyle yapabildiklerini fark ettim. En azından ben kısmen de olsa şeyleri olduğu gibi gördüğüme inandığım için harekete geçemedim. Daima eyleme geçmenin sınırında kaldım. Peki, insanlar şeyleri gerçekten olduğu gibi görmeyi istiyor mu? Bilmiyorum. İnsanların genel olarak bundan aciz olduklarına inanıyorum. Bu sebeple yalnızca bir canavarın şeyleri olduğu gibi göreceği doğru. Çünkü canavar insanlığın dışında bulunmaktadır.


C.B.: Ancak, öte yandan, siz de şöyle yazmıştınız, ve burada bir tür “ışık” var, daima da tırnak içinde: “Hepimiz her bir ânının mucizelerle dolu olduğu bir cehennemin dibindeyiz.”


E.M.C.: Bu cümle ile kastettiğim şey şuydu: Yaşıyor olma gerçeği, olağanüstü bir şey. Özellikle de bir şeyleri oldukları gibi gördüğünüzde, teorik bir düzeyde tamamıyla hor görülmüş olan bu yaşam gerçeği, pratik bir düzeyde ise birden sıra dışı bir hale gelir. Tüm bu kanıtlara karşı yaşamak da anbean bir tür kahramanlık haline dönüşüverir.



Çevirenler: Mehmet Gündoğdu, Ümid Gurbanov



Kaynak: https://www.felsefecilerdernegi.org.tr/emil-cioran-ile-christian-bussynin-yaptigi-roportaj-1973-turkce-altyazili/

Görsel: https://www.cumhuriyet.com.tr/Archive/2015/8/25/352447_cover.jpeg