-Sekiz sene boyunca pisliğin tekiyle, rüşvetçi bir polisle yaşamışım. En kötüsü de ne biliyor musun? Masum birini hapse attırmış.

(Yvonne)


“Nasıl bir insan olduğumuz biraz da başımıza gelenlerle ilgilidir” gibi bir mesaja sahip 2018, Fransız yapımı “Seninle Başım Dertte”, kandırılan ve haksızlığa uğrayan insanların hâlâ aynı kalabilmesinin zorluğunu birbirinden tuhaf olaylarla anlatırken, hem konusu itibarıyla hem de mizahi açıdan alışageldik Hollywood romantik komedi filmlerinden ayrılmayı başarıyor.


Başroldeki Yvonne, polis eşinin ölümünden sekiz sene sonra, her gece oğlu Théo’ya “babasının bir kahraman” olduğuyla ilgili hikâyeler anlatırken, aslında öyle olmadığını, gerçekte rüşvetçi bir polis olduğunu öğrenir.


Kadın için uzun süre sonra öğrendiği bu şok edici haberin dışında bir gerçek daha vardır. Eşi Jean yüzünden masum olan bir adam da -Antoine- hapse girmiş ve sekiz sene boyunca hapis yatmak zorunda kalmıştır.


-Louis bu bizim suçumuz. Adam perişan halde.

(Yvonne)


Bunun üzerine kaybettiği eşi gibi polis olan arkadaşı Louis ile masum adama yardımcı olmaya karar veren Yvonne, bir nevi eşinin yaptıklarını telafi etmeye çalışır.


-Yani sence, sekiz yıl boyunca istediğin haltı yeme hakkın var, öyle mi? Yok yere içerde yattım, o yüzden güvenlik görevlilerinin suratını dağıtabilirim diyorsun…

(Agnès)


Agnès‘in bu sözleri, hapisten çıktıktan sonra geçmişin intikamını, etrafına zarar vermeye çalışarak almaya çalışan eşi Antoine içindir. Hapisten çıktığında yirmi altı yaşında olan Antoine için sekiz senelik süre, gençliğinin en güzel yıllarının kaybını simgeler. Film boyunca hapishane yıllara yönelik bir flash back göremesek de davranışlarından, bu süreç boyunca orada kadar etkilendiğini anlayabiliyoruz. Antoine gerçekten gözü kara bir çılgına dönüşüyor.


-Sen de sabrını kaybettin öyle mi? Buraları da o yüzden mi ateşe verdin?

(Yvonne)


Her ne kadar başta sadece Marlboro Light sigara almak için soygun yapmaya kalkışan -kendisi istediği sigara yok diye başka bir markaya da razı bir soyguncu- amatör ve kötü niyetli görünmeyen bir adam olsa da bar çıkışı çıkan kavgada yumruk yumruğa kavga eden hatta, Yvonne gelmedi diye restoranı ateşe verecek kadar ileri gidebilen sağlıksız bir ruh haline bürünür Antoine. Tüm bunlar aslında çok ciddi durumlar gibi görünse de seyirciye neredeyse kahkahalar attıracak şekilde tuhaf bir biçimde komik anlatıldığından dolayı asla bir dram söz konusu değil. Özellikle finale doğru kuyumcuya soygun içen giden Antoine’ı giydiği kostümden dolayı içerde kimsenin anlamaması ve sürekli aynı cümlelerin tekrarı, bize Molière’e özgü bir komedi türünü hatırlatıyor. Tüm bu soygun boyunca güvenlik kamerasından olayı romantik bir diziymiş gibi izleyip hiçbir girişimde bulunmayan güvenlik görevlilerin sakinliği de cabası.


Başta Yvonne ve Antoine olmak üzere neredeyse her karakter için bir iyi ve kötü, karanlık ve aydınlık teması mevcut. Hatta bu iki karakter için Yin-Yang benzetmesi yapılabilir. Çünkü Yvonne eşinin yalanından sonra ona olan öfkesini bir kenara bırakıp, masum adamın hayatını daha kötü bir hale getirmemesi için çabalarken aslında onun sebep olduklarının bedelini ödemek zorunda kalır. Öyle ki Antoine bakkaldan istediği sigarayı bile çalamayacakken, kuyumcu soymaya kalkışınca, onun tekrar hapse girmemesi için Yvonne, kendisini feda eder. Antoine da hiçbir suçu olmadığı halde böyle bir ceza ile uzun yıllar özgürlüğünden edilince, “Neden bunca haksızlıktan sonra iyi kalayım ki?” gibi bir tavırla her türlü suçu işlemeye hazır hale gelir. Onu, dönüştüğü bu “kötü kişi” konusunda anlayabilen tek kişi Yvonne iken, asıl karakterini -polis ve hapis yatmasına sebep olan adamın eşi- saklamak zorunda kalır, yalan üstüne yalan eklendikçe olaylar iyice karışır ta ki her şey itiraf edilene kadar. Böylece ikisi bir araya geldiğinde gerçekten de yin-yang temsiline dönüşür.


İyi ve kötü temalarının işlendiği diğer konular da, adaleti ve doğruyu temsil eden mesleklerden birisi olan polislik, kadın-erkek ilişkileri ve arkadaşlıklar. Her alanda doğruyu temsil etmek imkansızken, insanın karşılaştığı durumlarla olaylara tepkisinin nasıl değişebileceğini görüyoruz.


Bu arada filmin belki de en komik anlarından birisi; Louis’e, işlediği cinayeti, elindeki ceset parçalarının bulunduğu poşetle itirafa gelen adamın, Louis tarafından neredeyse hiç ciddiye alınmayıp, sürekli evine gönderilmesi. Bu anlarda Yvonne’a olan ilgisinden dolayı içerde onu izleyen Louis için adamın ne anlattığının zerre önemi yoktur. Adam da ciddiye alınmadığı halde inatla her gün gelip itirafını kabul ettirmeye çalışır. Ortada büyük bir suç vardır ama kimse adamı ciddiye almaz. Bu hikâyede de suçlu-suçsuz kavramının nasıl karşılık bulduğu ve her daim doğru algılanıp algılanmadığına dair bir ironi söz konusudur. Zaten boş yere hapis yatan bir karakter de mevcut olduğundan, işin içine Louis’de olduğu gibi ilgisizlikten ziyade, yalanın ve kirli paranın karıştığı anlar da vardır.


Yvonne ve Jean’ın çocukları olan Théo’nun annesinden babasına dair masallar dinlediği sahne bana “Run Lola Run” filminde olayların tekrar tekrar baştan başladığı anları hatırlattı. Başta bir kahramanlık hikâyesinden giderek alçak birinin anlatıldığı hikâyeler, oğlunun mutsuz olmaması için ona yalan söylemeye devam etmeyen, tam tersi doğruyu bilmesi gerektiğine inanan bir anneyi göstermiş oluyor. Hayalindeki o mükemmel baba figürünün kötü birine dönüşemeyeceği aslında çok açıktır hele ki o yaşta bir çocuk için. Ama Yvonne, senelerce kandırılmış olmanın öfkesinden dolayı, onun da aynı öfkeyi yaşamaması için yalanlarla avutmak yerine oğluna dürüst davranır. Film boyunca çocuğun sadece, odasında uyumadan önce annesini beklediği şekilde gösterilmesi de sürekli ekrana gelen tekrar sahnelerinden bir diğeri.


Farklı anlamlarda haksızlığa uğrayan karakterlerin dönüşümüne tanık olduğumuz filmde, haksız yere hapse düşen kahramanın toplumun bir kesimi yüzünden yaşadığı bu süreçten sonra nasıl öfke kontrolünü kaybeden, gerçek bir suçluya dönüşebildiğini izlerken, olayları öğrenince vicdan azabıyla yaşayamayan ve sessiz kalmaktansa hapse girmeyi bile göze alabilecek kadar gözü pek bir kadın kahraman görüyoruz.


“Sonucu ne olursa olsun her daim doğru olanı yapmak” gibi bir tavra sahip kadın karakterin etrafında şekillenen hikâyede, Audrey Tautou’nun canlandırdığı Agnès’in, Antoine’ı beklediği süreçte “gerçekten bir suç işlemiş olmasını dilediği, en azından birkaç mücevher çalmış olsaydı, o zaman bu uzun ve yorucu bekleyişin daha farklı bir anlamı olabileceğini” ima etmesi ise özgürlüğünü yok yere kaybeden adam ve onu bekleyen kadın için sürecin ne kadar yıpratıcı ilerlediğini anlatmış oluyor. Kadının bu rüyasının bir gün gerçeğe dönüşebileceği ve bu kadar gülünç bir hikâye olacağı ise kimin aklına gelirdi ki?..