Size maksimum güvenlikli, Samanyolu Galaksisi'nde bulunan, parlak sarı bir yıldızı olan, geceleri hapishanenin gökyüzünden o muhteşem ayı izlediğimiz, bilinen evrende yaşamın sadece burada olduğu ve hepimizin burada tutulduğu, adına dünya dediğimiz hapishaneden yazıyorum. Hepiniz aslında hapishane arkadaşlarımsınız. Bir dizi muhteşem evrimsel şeyler ve rastlantısal mükemmellik sonucu buradayız. Ya da diğer inanıştaki gibi tanrının eseri olarak buradayız. Neye inandığımın bir önemi yok. İkisi de bizi buraya tıktı sonuçta. Kilidi olmayan, ortasında koca bir alev yığını ve etrafı atmosferle çevrili, çıktığınız an sizi öldürecek bir dizaynın içindeyiz. Bu hapishane en azından yirminci yüzyıl sonlarına kadar iş görüyordu. İçinde bazı güzellikler, bazen mucizeler, bazen yıkım ve bazen iyilikler olabiliyordu. Sonra ne mi oldu? Anlatacağım.


                      

İçimde, koca bir yüzyıla tepki gibiydim. Sanki geçen yüzyıllar beni almayı unutmuş, burada sıkışıp kalmış gibi. Yapmak istediğim her şeyin şimdiki ve gelecek zamanda olmaması gibi. İnsan ait olmadığı şimdi ve gelecekle ne yapabilir ki? Kendimce çözümüm şöyle: biraz alkol, belki birazdan fazla, biraz sihirli müzik ve kitaplar, biraz da yazmak. Bunlardan uzak durduğum zamanlar tam anlamıyla eksik ve yalnız hissediyorum. Yalnızlık canımı asla sıkmadı, eksiklik hissinin ara sıra yakamı bırakmasını isterdim fakat.

Karanlık çağlarda yaşarken birden kendimi burada bulmuş gibi afallamış durumdaydım. Ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim yok. Ve buradan tek gidiş bileti ise eğer NASA'da bir tanıdığınız yoksa, Azrail'le bir görüşmeydi. Bunu istemiyorum. Paraya önem vermiyorum ya da diğer maddi şeylere, beni yaşatacak kadar param olması iyi ama. Dünya ise tam tersiydi. Ne de olsa buraya ait değildim.

Karanlık çağlardaki karanlık mağaramda ölümü beklerken, bir parça ışığı düşünerek uyumak isterdim. Bir parça ışığın düşüncesi iyiydi. Kendisini bulmak hayal kırıklığı olabilirdi. O yüzden düşüncesi yeterliydi benim için. Ama yapamıyordum. Geceleri bile yeterince karanlık olmuyordu şehirler! Lanet olası sokak lambaları; oradalardı, bütün gecenizi mahvediyorlardı. Sizi dünyaya gösteriyorlardı. Gölgeniz ise şanslıydı, hala bir parça karanlıktı ne olsa. Gölgemle yer değiştirmeyi isterdim geceleri. Ya da hiç gölgem olmayacak kadar karanlık olmasını. Gündüzleri ise tam bir fiyasko. Akıl kaybıydı. Güneş tepede parlıyordu. Ve o lanet mahkumlar yeniden dünyadaki tek önemli şeyin peşine düşüyorlardı, kendi bencillikleri.

Bulunduğumuz yüzyıl... Burada yaşamayı hiç istemedim, hiç sormadılar, bu iğrenç yerde kalakaldım. Öz bencillik dolu bu yüzyıl! Herkesin kafası tek bir objeyle bütünleşmiş durumda. Endüstriyel olan her şey toplumu yönetiyor. Devletler değil! Ya da her şey endüstriyelleşiyordu. Arabaların ilk çıktığı zamanı düşünelim. O zamanlar keyif için alınan bir şeydi, tercih meselesiydi. Şimdi ise ihtiyaç! O olmadan bakkala bile gidemiyoruz. Endüstriyelleşti. Artık bizi kontrol ediyor. Koyunlarla dolu bir yüzyıl. Ne kadar acı verici. Popüler olan her şeyi kötülemek istemem. Ama bazı şeyleri yerin dibine sokup üstüne beton dökmek istiyorum.

Hala popüler kültür olduğunu da söyleyemeyiz. Artık günlük ya da saatlik kültür var. Ve tek belirleyicisi var. Yirminci yüzyıldaki popüler kültür önlerindeki yıllar boyunca değer gördüler. Değer kavramımızın değişmesi de öz bencillikle ilişkili olmalı. İşimize yaradığı kadar günlük kültüre değer verip sonrasında unutuyoruz. Hastalıklı bir çağ bu!

Burada olmamalıydım. Bugünde, yarında. Dünde ölmeliydim ya da var olmamalıydım. Katlanamayacağım bir yarına uyanıyorum her gün. Endüstriyel tanrıların belirlediği ihtiyaçlar ve yapılması gerekenlerin yapıldığı günler. Yazılı olmayan ama herkesin genine işlemiş kuralların olduğu. Ancak her şeyin fişini çektiğimde kendi tutsaklığımla baş başa kalıyordum. Kendimi en özgür hissettiğim zaman ve bulabildiğim tek özgürlük bu. Kendi tutsaklığımla yalnız kalabilmek. Ve bana yarat diyor. Kim için? Tutsaklığım... Kim için?

Bu distopya beni gün be gün öldürüyor. Endüstriyel tanrılara itaat etmek istemiyorum. İçimdeki tanrıyı yaşatmak istiyorum. Bütün dünyanın fişini çekmek istiyorum. Ancak o zaman kendi tutsaklığımızda özgürleşip belki kendimizi bulabileceğimize inanıyorum. Ama bunu yapamam. Sadece bir asiden ibaretim. Ve düşününce bu yüzyıldan önceki asiler sadece sistemle savaş içindeydi. Ben ise endüstriyel tanrılara nasıl kafa tutacağım? Cevap basit. Yapamam. Sadece yazabilirim.

Özgürlük... Ne olabilir ki? Gerçekten? Hiç doğmamak? Ya da ölmek belki? Ya da bugünkü şartlarda demokrasi çatısı altında yaşamak? Demokrasi? Hiçbir şeye bağlı olmamak? İstediğimizi yapabilmek? Peki ya size hiçbir zaman saf özgürlüğe kavuşamayacağımızı söylesem? Tanımların içinde kaybolmaktan başka cevabı yok. En azından ben bulamıyorum. Filozoflar ve dâhiler kendi cevaplarını verdiler. Ben ikisi de değilim. Bir cevabım da yok. Bildiğim tek şey, zamanın başlangıcından bu yana özgür olan hiçbir şey yok. Fakat bu kavram adına yapılan savaşlar ve çekilen acılar çok fazla. Elle tutulur tek gerçek bunlar, savaşlar ve acılar. Bu kavram hakkındaki kendimce görüşüm şu ama; hiç doğmamış olmak ya da kendi isteğinle ölmek. Bu bir cevap değil ama düşündüğüm şey bu ve doğmamış olmak için çok geç, ölmek için ise henüz erken sanırım. Çünkü tutsaklığım hakkında oldukça çok yazabilmek istiyorum.

Ve yazmak beni özgür kılıyor. En azından bazı zamanlar. Sanatın var oluşu biraz özgürlük olabilir. Hayal kurmak veya hayal gücünüzün limitsiz oluşu gibi. Yaratıcı olmak tam olarak özgür olduğun anlamına da gelmiyor ama. Yarattığınız şeyden sorumlu olursunuz ve bundan kaçış yok. Yarattığınız şeyin tutsağı olursunuz. Ve bu tutsaklık asla bitmez. Bir ressam yarattıklarından asla kaçamaz. Çünkü yarattığı şeyler onu aslında tutsak yapan şeylerdir ve ressam onları maddeleştirmiş olur. Ya da bir yazar ve diğerleri.

Bugün hala çoğu insanın inandığı tek tanrı böyle olmayabilir. Sorabilseydim eğer ona bunu sorardım. Çünkü tanrı tarihin hiçbir döneminde yarattığı evren, bu dünya ve bizlerden hiç sorumlu olmadı. Eğer olsaydı kötülüğü cezalandırdığını hepimiz görürdük. Ya da asla var olmazdı. Ama bu sefer de özgür irade sorunu ortaya çıkardı. Kötülük de bu denklemin bir parçası ve seçim bizim elimizde gibi gözüküyor. Öyle mi? Evreni yaratanı bilemem ama içimizdeki tanrının yirminci yüzyıl sonlarına doğru öldüğünden eminim. Belki daha önce de olabilir.

Yalnızlık derseniz eğer, bu sefer de yalnızlığınıza hapsoluyorsunuz. İnsanlarla ilişki geliştirirseniz, severseniz bu sefer de onlardan sorumlu oluyor ve tutsağı haine geliyorsunuz. Özgürlük kavramını kendimce deşmek beni bugünkü, yani yirmi birinci yüzyıl ve yeni tanrılarımızın hapishanesini anlamak için önemli. Herkesin bu kavram hakkında görüşleri vardır. Kimi derin ve yeterli olabilir kimi ise sığ. Yalnızlık ve yorgunluk, içinde bulunduğumuz yüzyılın hastalığı ve ben kimsenin özgür hissettiğini düşünmüyorum.

Bu lanetli yüzyıla girmeden önceki halimizi düşünelim. Hala içimizdeki tanrının yaşadığını. Bazılarımızda en azından. Bu hapishane tamamen yaratıcıya aitti. Ya da büyük patlama sonrası var olan evrendeki rastlantısal mükemmelliğe. Ve birazda olsa özgürdük. Sanayi ve endüstriyelleşme henüz temellerini atmış ne olacağını bilmeden hayatımıza devam ettiğimiz zamanlar. İnsanların hala birbiriyle iletişim kurabildiği. Yolda kafaları öne eğik yürümedikleri. Kahramanların olduğu. Öz bencilliğin henüz salgın olmadığı zamanlar. Hala bir parça duygu kırıntısının var olduğu ve bu duygu kırıntılarının karar alma ve dünyayı minicik de olsa değiştirme şansı olduğu zamanlar. Bu içimizdeki tanrının varlığının kanıtıdır.

Diğerinin kanıtını asla bulabileceğimizi düşünmüyorum. Merak da etmiyorum açıkçası. İnsanlık kendini bulmadığı sürece diğer bulduklarının ne önemi var şu an? Yirmi birinci yüzyıl diyoruz ama hala savaşlar ve ölen çocuklar var bu hapishanede.

Burada hiç şair ya da iyi bir yazar yahut iyi bir müzik çıkmadı. Ya da bir ressam. Çıkmayacak da. Çünkü artık sanatçının tutsak olduğu şey kendisi değil. Endüstriyel tanrıları. Ve bu yüzden asla iyi bir iş çıkmayacak. Çok ismi duyulabilir ya da çok kazanabilir. Ama çıkarttığı iş asla iyi olmayacak. Bu bir öngörü değil, gerçektir.

Bakın etrafınıza gerçekten endüstriyel tanrının kuklası olmamış ve kendi tutsaklığıyla sanat yapmış kim var? Bunları bulabilmek için hep geçmişte var olanlara bakıyoruz. Ressamların kıymeti öldükten sonra anlaşılıyor diyebilirsiniz. Ama bu çağdaki hiçbir ressam kendi tutsaklığı için kulağını kesmeyecek. Endüstriyel tanrıları için intihar edebilir ama. Ve bu onun sadece özgür olma çabası olur. Sonunda yarattığı şey de o tanrılar için olduğundan asla iyi olmayacaktır. Yani bu çağ sanata nokta koydu. Tıpkı içimizde kanıtlı olan tanrıyı öldürdüğü gibi. Ve bunu biz yaptık. Ve kendi bencilliğimizde boğuluyoruz. Ve bu sularda nefes alabilecek kadar alçağız. Devamlı boğulup yeniden diriliyor ve nefes alıyoruz. Ve utanmıyoruz bundan! Çünkü bu çağın evrimi bu sanırım. Belki genlerimize işlemiştir.

Önce içimizdeki tanrıyı öldürüp yerine boş kalan beyin ve ruhsuz bedenlerimizle endüstriyel tanrılar yarattık ve bunların bizi yönetmesini istedik. Neden?

Ben çocukken de elektrikler kesilirdi. Ve bu normaldi. Şu an bir saniye dahi gitse katlanamıyorlar. Çünkü ne yapacaklarını bilmiyorlar. Dokunmatik ekranlardaki harflerle cümle kurabilirler ama ağızlarıyla nasıl yapacaklarını bilmiyorlar. Kafalarını objeden bir saniye dahi kaldırmak zorunda kaldıklarında bomboş etraflarına bakıyorlar. İşte bu çağ böyle. Benim için ise elektrikler kesilince bir süre de olsa dünya eski haline dönüyordu. Ama tamamen yalnızdım, gene. En azından daha az endüstriyel ve daha çok karanlık vardı. Hem mum ışığını oldukça seviyordum. Dünyanın benim için eski haline dönmesi daha az eksik hissettiriyordu bana. Bu kadar koyunun arasında yaşamak gerçekten azap verici.

Objenin içindekiler tarafından yönetiliyor dünya. Ne dünya ama! Endüstriyel toplum, teknoloji, demokrasi, savaşlar ve daha fazlası... Dünya çıldırmış durumda. Ya da her şey normaldir ben çıldırmışımdır. Takıntılı değilim ama. Sadece olanı görüyor ve bunu sevmiyordum. Bu dünya, bu yüzyıl artık iyi bir şeye gebe değil. Sadece daha kötüleri gelecek.

Buna inanmayabilirsiniz tabii ki. Endüstriyelleşmenin bizi felakete götüreceğini, eminim 19 ve 20. yüzyıllardaki dâhiler bile düşünememişlerdir. Onları suçlayamam. Ama insan kendi sonunu yazdı. Endüstriyel olan her şeyi tüketmeye aç, üretmeyen, düşünme yetisi kaybolmuş, kendi bencilliklerinde boğulmuş ve ruhsuz olarak yok olacaklar.

Umut, aşk ve sevgi gibi şeyler tamamen yansımadan ibaret. Toplumun kuralları ve düşünceleri seçiyordu kimi seveceğimizi ya da kime aşık olmamız gerektiğini. Kendin olmayı o kadar unutturdu ki bu yüzyıl bize. Kendi olan birini hemen dışlıyorlar artık. Farkında olanı.

Bunlar sadece düşündüklerim ve gördüklerim. Aşkı endüstriyel olarak yaşatacaklar belki de ileride? Ya da fabrikasyon bebekler gelecek. Sizi seviştirmeden. Zamanla her duyguyu yitireceğiz belki. Kuklalar olarak, özgür ve gelişmiş olduğumuzu iddia edip, ölüp bir fabrikada yeniden doğacağız. Bu yüzyıl beni korkutuyor. Ama gelecek beni dehşete düşürüyor. Onu düşünmek bile dehşet verici. Gelecekte bunlara direnecek hala ruhu olan belki seksenlerin müziklerini dinleyen ve yetmişlerin arabasıyla ortalıkta olan birkaç iyi ve çılgın insan hala kalır. Bunu okuyorlarsa eğer, şerefinize dostlar.

Her çağ kendi bilim insanını, devrimcisini, sanatçısını, aşığını, liderini, ressamını ve müzisyenini getirdi. Bu çağın getirdiği tek şey, geçmişi kopyalayıp tekrar satmak. Ve bunu markalarla desteklemek. İnsanın genlerine kadar işlemiş bir hastalıklı durum getirdi bu çağ! İşte bu tam olarak çıldırmış bir insanlık.

Her şeyin milisaniyeler içinde olmasını istiyorlar artık. Kimse beklemek istemiyor. Sinir krizi geçiriyor koyunlar bu yüzden. Burada hala nefes alıyor olmam gerçekten bir mucize. Yüzleri aşağıda gezen bir ırk. Ve bu utançtan değil. Endüstriyel tanrılara tapınma şekli bu!

Endüstriyel tanrıların yarattığı hiçbir şey tercih meselesi değil. İhtiyaç. Ve onlar olmadan eksik hissettirmeyi beceriyorlar size. Böyle olmamalıydı. Bunların tutsağı değil kendi tutsağım olarak yaşayabileceğim bir zamanda olmak isterdim. Belki ondandır bu kadar antikaları, analog aletleri ya da eski tarz şeyleri sevmem. Bir plak cızırtısı mutlu ediyor, tutsaklığımla baş başa bırakıyor beni.

Bütün insanlık bir şeylerin tutsağı. Canımı sıkan şey ise onlara sahip olanları sorgulamadan kabul etmeleri. Bu düşünemediğimizin kanıtı. Ruhumuzun kayboluşu. İnsanlık artık bedenden ibaret hayatını sürmekte.

Tutsak olduğunuz şeyleri düşünün. Ve kendinizle baş başa kaldığınız zamanları. İkisini de sorgulayın. Hala biraz düşünebilme yetiniz varsa eğer. Belki haksızımdır. Kimin umurunda? Benim tutsaklığım bu yüzyıl.

Gelişmeniz için teknolojinin daha üst seviyesinde bir şeyler satın almak zorunda olmadığınızı bile bilmiyorsunuz. Öz bencillikten uzaklaşmanın bunun için yeterli olduğunun farkında değilsiniz. Utanmaz ve boğulmaktasınız. Bu çağ ve tanrılar ele geçirdi insanlığı. Boyun eğmemek bir tercih ama bunu size söyleyecek olan ben değilim. Gerçekten içinizde varsa hala ölmemiş bir parça tanrı bunu kendiniz keşfetmişsinizdir. Tek yapacağım ise, yaşadığım durumu yazmak. Tutsak kaldığım bu yüzyılı. Ve içip kendi tutsaklığımla baş başa kalmak.

Bu çağı anlamaya çalışmamakla suçlayabilirsiniz beni. Ya da şöyle iyi şeyler oldu diyebilirsiniz. Size tek cevabım olacaktır: İnsanlığın içindekiler ölmemiş olan bir çağda, elektriksiz bir evde hastalıktan ölmeyi yeğlerdim. İşte o zaman bir şansımız olabilirdi gibi geliyor bana. Nükleer gücümüzün artması ya da en son teknoloji silahlar asla insanlığı kurtarmayacak. Ancak sizinle aynı dili konuşmayan başka bir insanın canını yakacak. Devletlerin öz bencilliğini anlayabilirim. Düzen bu. Ben düzen belirleyici değilim. Zamanın başlangıcından bu yana gelişmiş olan durum bu. Asla yazılı değildi. Kural değildi. Biz kurduk her şeyi. Başlattık. Geldiğimiz noktayı görseler eminim farklı yollar seçerlerdi.

Belki yazdıklarımın hiçbir önemi yok. Bunları biriyle konuşsam deli derler ve tımarhaneye kapatırlar. Düzen ya da bu çağ değişsin demiyorum. Tek bildiğim ait değilim buraya. Siz yaşayabilir ve boktan, robotlaşmış, beyinsiz, ruhsuz geleceğinize gidebilirsiniz. En kötüsü benim de sizinle tutsak olarak gitmem.

Boktan.

Gerçekten.

Bu çağ ve içindekiler. Her gün kusmama neden oluyor. Popüler kültüre saatlik değerler veriyor, Sonra başka bir şeyle ilgileniyoruz. Bu normal olmamalıydı. Değer verme anlayışımız kökünden değişti. Böyle evrimleşmişken aşkı nasıl yaşayacağız? Birine birkaç günden fazla değer veremiyoruz bile. İnsanoğlunun en büyük hastalığının olduğu dönemde yaşamak ve eksik ve yalnız ve geleceği düşünüp dehşete düşerek var olmak... İçimizdeki her tanrı parçası, her zerresi... Ölüyor. Öldü.


Bunu size anlatabileceğim tek yerden, objeden sesleniyorum sizlere.

Boş bedenler... Yüzler aşağıda... Tek bir obje... Dünya? İnsanlık? Burada olmak istemiyorum. Dediğim gibi, boktan.