- Bencillik insanın her şeyi yalnızca kendi için istemesi durumudur. Bencillik bir davranış biçimi olmakla kalmaz aynı zamanda kişinin karakterinin de bir bölümü olarak ortaya çıkar. Bölüşmek yerine sahip olmak kişiye haz verir. Sahip olmak tek hedef olunca insan giderek daha açgözlü ve ihtiras sahibi olur. Bu tür düşünen insanın arzuları sonsuz olduğu için, hiçbir zaman rahat ve huzur bulamayacağı bellidir. Kişinin toplumda örnek bir kişilik çizebilmesi ve güleç yüzlü, akıllı, namuslu ve dost bir insan olabilmesi için, duygularını bastırarak, o yönünü hem kendinden hem başkalarından gizlemesi gerekmektedir.
- Varoluşumuzla bağlı olduğumuz doğadan, aklımız nedeniyle ayrılmaktayız. Ancak doğanın insandaki bu sömürücü tutuma karşı kendini savunabileceği gerçeğini bir türlü göremiyoruz.
- İnsanın kendi bedeniyle, onu canlı olarak hissetmesi biçiminde beliren "olmak" yönelişinin bir ilişkide olabileceğini de burada belirtmek isterim. Bunu "benim bedenim var" yerine, "ben bedenim" biçiminde bir deyişle açıklamak da mümkün.
- Tüketilen şeyin kişiden geri alınması imkansız olduğu için, bu durum korku duygusunu azaltmaya yarar. Ama her tüketilen şey, tüketildiği andan itibaren tüketiciyi tatmin edemez hale geldiği için de, insanlar yeniden ve daha fazla tüketime yönelmek zorunda kalırlar. Bu çarkın sonu bir türlü gelmeyince hep tatminsiz bir çırpınış içinde bocalayan modern tüketiciler, kendilerini şu formülle ifade etmek durumunda kalırlar: "Ben sahip olduğum ve tükettiğim şeyler dışında bir hiçim."
- Eğitim sistemimiz, insanlara bilgiye sahip olmayı öğretmektedir. Sahip olunacak bilgi düzeyinin de, o insanın gelecekte olması beklenen mülkiyetin veya sosyal prestijin düzeyi ile eş değer olmasına dikkat edilmeye çalışılmaktadır. Sahip olmaları gereken en az bilgi, işlerini iyi görmeleri için onlara yeterli olan bilgi düzeyi ile sınırlandırılır. Yani bilgi bunun daha altında olmamalıdır. Buna ek olarak, herkes kendini değerli hissetme duygusunu sağlayacak ve sosyal prestijini güçlendirecek bir "lüks bilgi" paketine de sahip olmak zorundadır. Bu bağlamda okulları birer üretim fabrikasına benzetmek mümkündür.
- Eckhart "İnsan kendi bilgilerinden sıyrılmış olmalıdır." derken bununla insanın bildiklerini değil, bildiğini bilmesini unutmasını istiyor. Yani kişi bilgisini sahip olduğu bir mal gibi görme ve bununla özdeşleşerek, bir güven duygusuna kapılma hatasına düşmemelidir. İnsan bildikleriyle "dolu" olmamalı, bilgiye ihtirasla sarılmamalıdır. Bilgi, bizi kendisine köle kılacak bir dogma haline dönüştürülmemelidir hiçbir zaman. Bilgi araştırıcı bir düşünce sürecidir ve kesinliğe vararak sona ermeyi istemeyen bir eylemdir.
- "Sahip olmak" güdüsünü destekleyen en önemli faktörlerden bir tanesi, konuşulan dildir. Her insanın bir adı vardır (gelişmeler bu düzeyde giderse hepimizin bir numarası olacaktır) ve bu ad bizde, o insanın ölümsüz olduğu hayalini uyandırır. Ad, insanla eş değer olmuştur ve insanı bir yaşam süreci gibi değil de, kalıcı ve değişmez bir şey olarak canlandırır gözümüzde. "Sevgi, gurur, nefret, sevinç" dediğimizde, sanki kesin ve elle tutulabilir maddelerden söz ediyor gibiyizdir. Halbuki gerçek olan içimizde var olan süreçlerdir.
- İnsanın doğasında "sahip olmak" ve "olmak" eğilimleri birlikte bulunurlar. Ayrıca yaşamda kalma güdüsü de "sahip olmak" duygusunu iyice güçlendirir. Yine de bencillik ile tembelliğin insandaki başat özellikler olduğu fikri yanlıştır.
- Toplumun otoriter yapısına ne kadar çok uyuyor ve onu kendimize mal ediyorsak o kadar çok "sahip olmak" ilkesine göre yaşıyoruz demektir.
- Makineler aracılığı ile zaman insanların hükümdarı olmuştur. Ancak insan boş zamanlarında belirli bazı şeyler yapma imkanına kavuşur. Ama kişiler genellikle boş zamanlarını da işlerindeki gibi organize etme eğilimindedirler. Ya da zaman adlı tirana karşı, onu tamamen boşvererek tam bir tembellikle isyan etme yolunu seçerler. Zamanın gereklerine aldırmayarak özgürlüğe yaklaştığını sanmak boş bir hayaldir. Bir günlük zamanı değerlendirmek yerine, onu "öldürmek" aslında zaman kafesinden kurtulmak değil, kafesi görmemektir.
- Dindeki anaerkil öğelere, insanın üretim süreci içinde doğa ile olan ilişkilerinde de rastlanmaktadır. Çiftçilerin çalışması ya da bir el sanatçısının uğraşı, doğaya karşı düşmanca ve sömürücü bir tavır taşımaz. Daha çok doğayla bir iş birliğidir. Ona tecavüz edilmemekte, doğanın onayı ile ve yasalarına uygun olarak, ondan verimli bir sonuç alınmasına çalışılmaktadır.
- Çağdaş toplumlarda bireylerin kendilerini birer mal gibi görmeye ve kendi değerlerini "kullanım değeri" gibi değil de, diğer mallarla "değişim değeri" olarak algılamaya başlamalarındandır. Yani insan, kişilik pazarının malı olmuş gibidir. Kişilik pazarının mal ve eşya satılan piyasalardan hiçbir farkı yoktur. Tek değişiklik, ilkinde kişiliklerin, ikincisinde de malların satılıyor olmasındadır. Başarılı olmak da, bir kimsenin pazarda kendini nasıl sattığına bağlıdır.
Eğer bir insanın ekmeğini kazanabilmesi yalnızca kendi bilgisine ve becerisine bağlı kalsaydı, kişinin kendi değeri de bu yetenekleriyle paralel olarak, yani onun kullanım değeri ile belirlenecekti. Ama başarı, kişiliğin ne kadar süslenip nasıl satıldığına bağlı olduğu için, bireyler kendilerini bir eşya, bir mal olarak, daha doğrusu hem satılan mal hem de alıcı olarak görmektedirler. Artık insan kendi yaşamları ve mutlulukları için değil, en iyi biçimde satılabilmek için uğraşır olmuşlardır. Bu insanlar için pazarda her an yeni bir benliğe bürünme zorunluluğu doğabilir. Ana ilke "Ben, bana sahip olmak istediğin gibiyim." sözüdür.
- Kendini tüm canlılarla bir hissetmek ve bu nedenle doğaya egemen olma, ona tecavüz etme, dengesini bozma ve onu sömürme gibi tutkulardan vazgeçerek, onu anlamaya ve onunla iş birliğine girmeye istekli olmak.
- Özgürlüğü, istediğini yapmak olarak değil, insana kendisi olabilme şansının verilmesi olarak değerlendirmek gerek.
- Hangi ihtiyaçların organik yapımızdan doğduğunu, hangilerinin ise kültürel gelişmemizin ürünleri olduğunu birbirlerinden ayırmamız gerekir. Hangi ihtiyaçların bireysel gelişme için yararlı olduğunu, hangilerinin endüstri tarafından insanlara zorla kabul ettirildiğini, hangi ihtiyaçların ruhsal sağlığa dayandığını, hangilerinin de patolojik kökenden kaynaklandığını bulmak gerekir. Böylelikle kamuoyu, tüketim biçimlerinden birçoğunun pasiviteyi desteklediğini, çabuk değiştirip yenisini alma alışkanlığı ve ihtiyacının da, aslında içsel huzursuzluğun ve kendinden kaçışın bir yolu olduğunu anlayacaktır.