Müzikte ‘arayış’ yeniyle değil, eskiyle ilgili bir uğraş olduğunu söylüyorsunuz. Şarkı yapmak, artık arkeolojik bir çalışma mı?
Müzikle ilgili arayış her zaman eskiye yöneliktir çünkü müzik geçmişte olan bir şeydir. Aranızda her zaman bir gecikme vardır. Gelecekte müzik olup olmadığını bilmiyorsun, tıpkı kendi geleceğini bilemediğin gibi. Tahmin yürütebilirsin sadece, tasarım yaparsın. Müzik olmuştur, bitmiştir; kafanda ve hatta geninde etkisi, kalıntısı vardır. Sen onu taşırsın, hatırlarsın; bir şekilde organize edersin, ortaya çıkarırsın. Yeni bir şey yaratmazsın, müzik bize geçmişten gelen bir şey. Sadece türkü için değil, caz için de böyle.
Yeni bir şey yapmak yok mu?
Yok. Bizim duyum sınırlarımız içerisinde ses olgusu müzikal veya müzik dışı ses olgusu her zaman geçmişten gelen bir şeydir. Bu benim felsefi yaklaşımım. Acı bir gerçek. Fizikle de izah ederseniz, her fizikçi de sana yaklaşık böyle bir şey söyleyecektir. Müzik ne kadar geçmişe aitse o kadar az bozulmuş demektir.
Müzisyenin yaratıcılığa değil arkeolog özeni ve ciddiyeti mi ihtiyacı var sadece?
Yaşamını, kişiliğini, olayları irdeleme yetisi olan biri, ortalığa name savurmak ya da modayı takip etmek için bakmazsa; kalıcı veya eski olanın üzerine bir şey koymuş gibi hissedebilir kendisini. Var olan sadece bir şey keşfedilir ancak yaratırsan yeni diyebilirsin.
Yaratmak mümkün olamaz mı?
Yaratamayız yok öyle bir şey, Allah değiliz biz. Biz olan şeyi keşfederiz. Radyoaktiviteyi düşün. Kainatın varlığından beri var ama biz sonra keşfettik, yeni sandık. Atom falan adını koyduk. Besteler de öyle… bir yaratma değil keşiftir. Müzik sesleri vardır bizim kafamızda, geçmişimizde, içimize süzülmüş bir yaşam içerisinde, hatıramızdadır ve onu organize ederiz. Hatırlarız, üstüne, altına bir şeyler koyarız.
Halk müziğimize gelirsek…
Türkü yakılır, havalandırılır… bestelenmez. Genelde ağıtlar için, sarsan olaylar, ölüm için yakılır ama o hep vardır. Makamı, tavrı, dili, tarzı vardır. Söyleyen kişinin yaratısı değildir. O anda kendi konusuyla ilgili sözlerini ya da yaklaşımlarını yakar, ortaya çıkarır, yerdeyken havalandırır, duyulur hale getirir. Türkü bestelenmez. Bugün ben bir şey yapsam mutlaka bir parçanın, türkünün, başka bir motifin köşesidir. Yoksa “ben yaptım”, “yok böyle bir müzik” diye bir söylem olamaz.
Reklamlarda olur yani anca….
Reklamlarda bile olmuyor. (gülüyor) Reklam müziği olmaz!
‘Yok böyle bir müzik’ sadece reklam lafı olabilir anlamında.
Anladım. Reklam müziğine karşı bir takıntım var da.
Neden diye sormam lazım?
Aşağılayıcı bir şey müzik adına. Müziği bir kere sanat, halk diye ayırmamak lazım, müzik bir bütündür. Kendi içinde yöreler tavırlar vardır ama “bu sanattır, öbürü değildir” diye bir şey diyemeyiz. Halkın içinden gelen binlerce yıllık şey benim için değerinden bir şey kaybetmez ve tüm zamanlar içinde geçerlidir. Buna klasik diyebilirsin ama sonradan keşfedilmiş sadece müzik için tasarlanmış, makam oluşturmak için matematiksel, müzik zekası olan insanların bir şeyleri bir araya getirerek “bu sanat müziği, bu klasik müziktir” diye adlandırmaları daha yapmacık geliyor. Dolayısıyla esas halk müziği klasik müziktir diye düşünüyorum ama böyle kategorizeler her zaman eleştirilir, ben bunlara girmek istemiyorum.
Bizde Aşık Veysel’le beraber halk müziği bitti diyorsunuz.
Bitti demiyorum da “toprağın altına girdi” diyorum. Bitmez tabii ki.
Neden girdi toprağın altına?
Çünkü bu halkın kafası karışık vaziyette. Konfüçyüs’ün dediği; “Bir ülkenin müziği bozuluyorsa o ülke yıkılıyor demektir.” Bizim durumumuz da biraz böyle. Bir de bu şehir yaşantısında insanlar belli şeylerde etkileniyor müzik adına. Dağın başında müzik kendini koruyor, yerel tavrı veya geçmişten gelen tavrı koruyor. O her zaman olacaktır, ülkede yetişen ağaç gibi, ot gibi. O yörenin otu çöl olana kadar ki bir gün çöl olsa bile yeniden çıkacaktır.
Buralarda bir şeylerin yeşermesi neden güç?
Bize empoze edilen, dayatılan bir sürü şey var; giyimden yemeğe, hormonundan ilacına, mazotundan müziğine kadar… burada her şey karmakarışık. Böyle bir ortamda saf bir ürün beklemek çok zor.
Saf bir şey isteyen var mı ondan da emin değilim ben!
Bütün bu kargaşanın kendi müziği oluşabilir. Bu bir malzemedir, böylesi bir karışıklık müzik için kaynak olabilir.
Tabii bu karışıklığa karışık olmayan bir kafa ile yaklaşmalı değil mi?
Düzenleyici bir kafa olması lazım yoksa arabesk çıkıyor karşına.(gülüyor) Durumdan soyutlanıp, bu durumu izah eden bir müzik yaparsan kıymeti olabilir.
‘İnsan varlığının müzik olduğunu anladığında susar’ diyorsunuz albüm kapağında. Bizim sesle ilişkimizin ütopyası sessizlik mi yani?
Bizim sessizliğe ulaşmamız mümkün değil. Ölümle belki. Ama yine değildir çünkü bir ölü çürürken de bir enerji yayar, dönüşür. Enerji varsa vibrasyon da vardır, ses de vardır, ışık da vardır. Görmez, duymazsın, hissetmezsin. Dolayısıyla varlık için sükunet yoktur. Biraz ben onu ütopik manada söylüyorum. Saf müziğe ulaşmak pek mümkün değil. Ancak ona ulaştığın zaman dinginlik, tam sükunet hakim olur. O bir hedef sadece.
Ulaşamayacağımızı bildiğimiz ama bugün bize ışık da tutan bir şey olarak…
Kendine gel demek gibi, biraz dur da bak etrafında ne oluyor, bir adım geri at da düşün demek gibi bir şey.
İyi müzik ile kötü müziği siz nasıl ayırırsınız?
İkisi de vardır, tercih kişiye kalmıştır; problem kişidedir, müzikte değildir. Çocuğun yaklaşımının saf olduğuna inanıyorum. Bir çocuk müzikten nasıl etkileniyorsa o ışık altında yaklaşıp, bir şeyleri tartabiliyorsan o zaman iyi, kötü kavramı ayrılabilir. Gerçek şu ki kötü daha fazla. Biz iyiyle kötüyü dengeleyerek yaşamaya çalışan varlıklarız. Sadece biri mümkün değil, dengede gider. Bir taraf biraz fazla geldiği zaman kargaşa başlar. Hiçbir zaman tamamıyla kötü olmayız, ahlak programımız buna el vermez.
Ben aslında iyiyi iyi, kötüyü kötü yapanı merak ediyorum…
Müziğin fiziği olarak şöyle diyebiliriz; bir ses yığını düşün, bunun içerisinde çok fazla armonik varsa o zaman orada bir sürü birbirine giren, kargaşa ortamı vardır. Ayıklanması, net olarak bir şey anlaşılması güçtür. Bu ses yığını içerisinde birbirinden farklı armonik sayısı azalırsa, saf müziğe, saf sese doğru ne kadar yaklaşırsa da o kadar netleşir, anlaşılır hale gelir ve enerjisi daha yoğun olarak hissedilir. Buna iyi diğerine kötü diyebiliriz. Belki kargaşanın gücü daha fazla ama dinginliğin de getirdiği başka bir güç, potansiyel var. İyiyi, kötüyü yorumlamak herkesin harcı değil aslında.
İyi, dürüst ellerde yapılması armonik problemlerini tolere eder mi bir müziğin?
Adam o kadar inandırıcı bir şekilde ifade etmiştir ki müziğini insanlar kabul eder. Entelektüeller tarafından yerlerde süründürülen bazı müzikler bu yüzden nasibini öbür tarafta almıştır yani inandırıcılığı nedeniyle kabul görmüştür. İyilik ve dürüstlük konuyu kötülükten uzaklaştıran, safa doğru götüren bir unsur bence.
Bir arkadaşıma sizle röportaj yapacağımı söylediğimde: ‘o yavaş adamla mı?’ dedi. Çok neşeli bir müziğinizin olduğu söylenemez ama bu tercihinizde geleneksel müziklerin bizim sandığımız kadar hızlı olmamalarının bir etkisi var mı?
Halk müziğimizdeki yavaşlık içerikle ilgili. Liriğine, demek istediğine bakıyorum; orada söylenen konu, anlatım biçimi, günlük söylemin üstünde, felsefi ve tasavvufi şeyler de var tabii... Bunlara baktığın zaman bir hız kavramı çıkıyor. Domdom Kurşunu türküsünden mesela kan damlıyor ama millet oyun oynuyor. Hey Onbeşli de öyle… bunlar gibi bir sürü örnek verebiliriz.
Bütün bunların dışında yavaş olunca düşünme payın oluyor, panik yapma, hata yapma ihtimalin azalıyor. Ne bileyim… yavaşladığın zaman herkes senden önde gider, sen izlersin onları hataları görür kendine bir şekil verirsin. Sonra… yavaş olmak belki insanı uzun yaşatır. (gülüyor) Ama ben çok hızlı çaldığımda kimse yetişemez. Öyle bir tarafım da vardır ama yerinde, zamanında…
Anlamı da kendisi de neşeli şarkılarla da pek ilgilenmiyorsunuz sanırım….
Yoo… ben sadece işi erbabına bırakıyorum. Ben yaparsam üstümden sarkar, zoraki olduğu belli olurdu. Bu durum hız için değil aynı zamanda lehçe için de geçerli. Bir Afyonlu gibi hiçbir zaman bir Afyon türküsü söyleyemem. “A ne güzel türkü” diyenler olabilir ama Afyon’daki insan dinlediği zaman “niye böyle yapmışlar, ne diyor bu?” diyen çok oluyor. Kendi yöremde bile zorlanıyorum.
Dinleyenleri sizin elinizden çıkan her tınıyı ‘Bu Erkan Oğur’dur diye tanıyabileceğimiz bir noktaya ta gençlik yıllarınızdan itibaren bağlı kalmayı nasıl başardınız?
Çok küçük yaşta müziğe başladım ben. Eğitim olarak değil de doğal olarak. 3-4 yaşlarında annemin orada burada duyduğum şeyleri söylermişim. Sonra 5-6 yaşlarında da müzik aletleri ile tanıştım, çok kısa zamanda da köy düğünlerinde çalmaya başladım. Oyun gibiydi müzik benim için, sanki o hep varmış gibi. Bana kimse bir şey göstermedi, duyduğumdan, algıladığımdan ne anladıysam. 5-6 yaşında keman çalıştım ama bana keman çalıştıran hocam kemancı değildi. Sadece müzik bilgisi olan bir öğretmendi. Müziği, notaları tarif ediyordu. Doğru ses basıp, basmadığımı kontrol ediyor, kemanı nasıl tutacağımı gösteriyordu. Almanca bir keman metodu tutuşturmuştu elime, kimse Almanca bilmiyor ama notalarla anlamaya çalışıyorum falan. Çok erken yaşta gibi gözükse de geç kalınmış bir çalışma dönemiydi çünkü ana karnından müzik eğitimine inanıyorum. Müzik eğitimi aileden başlamalı, çocuk 6-7 yaşına geldiği zaman bir yol almış olması gerekir diye düşünüyorum. 3 yaşında müzik seslerini ayırt edebilmesi, sesler arasındaki mesafeyi ölçebilmesi gerekir. İki nota arasındaki mesafeyi duyduğun an müzik düşünebilirsin. Aralık mefhumunun insanlara dil gibi küçük yaşlarda insanlara verilmesi lazım. O zaman müzik çıkabilir ülkede. O yüzden müzik eğitimi yerlerde sürünen bir vaziyette. Çok erken yaşta ve uzman kişilerin elinde eğitim verilmesi lazım.
Benim müzikle ilişkim erken başladı o yüzden yörenin müziği ve müzikle olan bağ doğal olarak bir süreçte benimle birlikte yemek, içmek, uyumak gibi gitti. Bunların getirdiği bir bütünlük belki o tınıları oluşturmuş olabilir. Herkesin bir duyma, tını anlayışı var işte bu anlayışlar özel bir tını oluşturmuş olabilir. Sonra 10-13 yaş arası ders çalışırken Batı klasik müziklerini dinlerdim. Bizim o imkanımız yoktu da bir arkadaşım vardı, onunla hep ders çalışırdık, onların durumu müsaitti. Babasının bir klasik müzik arşivi vardı şansımıza. Bach, Brahms, Beethoven koyardı ama biz matematik, tabiat bilgisi çalışırdık, oynardık. Benim armoni anlayışım o müzikleri defalarca arka arkaya pasif dinleyici olarak yaşamamla oluştu. Bütün bu bilgileri 3 yıl pasif şekilde müzik dinleyerek edindim. Bilinçsizce de olsa öyle bir şansım oldu.
Sizin kişisel sitenizde ağaç altında müzik icra eden birinin resmi var. Ustalaşıp gelmek istediğiniz yer orası mı? Ustalaşıp kök olmak mı?
Sen de biliyorsun ki öyle bir şey yok. Nefsi şeylerden arınıp, çevrenle, tabiatla, insandan başka varlıklarla bir uyum içerisinde durabilme haline gelmek hedef. Barış olmak, her şeye eşit mesafede, sevgi ortamı içerisinde olmak. Bunun içinde müzik olur, olmaz ayrı konu ama bu müzik demek zaten. Oturup “onu yapacağım, bunu edeceğim” gibi birtakım hırslar, kendisiyle, başkasıyla yarışan, modalarla ilgilenen, nefsi problemlerle harala gürele bir hayat her zaman olacak bir durum değil. Giderek ondan sıyrılıyor insan. Gidip, seyrüsefer halinde olmak sonunda seferi bitirip sadece seyreden durumunda kalmak gibi bir şey.
Tecrübe kazanınca hayat tatsızlaşabiliyor ya… Yaş ilerledikçe de hayatla ilgili heyecan zayıflayabiliyor ya. Müziğin matematiğini öğrendikçe çalmak, dinlemek yavanlaşıyor mu?
Kendin keşfettiğin zaman büyük bir heyecan duyuyorsun ama sana öğretildiği zaman o heyecan kalmıyor.
Konservatuar eğitimi gibi mi?
Adı konserve zaten! Konserve edilmiş, içine kimyasal katılmış. Eğer kendin öğrenirsen seninle beraber uzun zaman enerjisini koruyor, yaşıyor. Sana öğretildiği zaman hemen tüketiyorsun, başkasına gidiyorsun.
Siz kendiniz keşfettiğiniz için mi yavanlıktan kurtuldunuz?
Evet. Uzun zaman sürdü. Bir yılda öğreneceğim bir şeyi kırk yılda öğrendim. Müzik okullarında okusaydım bir sürü bir şeyi daha çabuk öğrenecektim.
Ama konserve olacaktınız!
(gülüyor) Öyle olunca çocukluğunu yaşamıyor insan. Konsantre eğitimlere baktığın zaman 7 yaşında sokuyorlar çocuğu okula; kavga, gürültü, kurallar falan 15 yaşına kadar çocuk ne çocukluğunu yaşıyor ne de tarihini, geçmişini, başka şeyleri öğrenebiliyor. Sadece o konuyu çok iyi yapan; kişiliksiz, standart, fabrikasyon bir yaratık gibi çıkıyor oradan.
O insanlardan bekleneni bilgisayarlar yapmıyor mu zaten?
Yapıyor, sana gerek de yok zaten. Ama kişilik için yaşam biçimi, eğitim biçimi çok önemli. Pedagojisi tabiatta gizli, doğallıktan ve içinden gelen sesi takip etmekten hiçbir zaman uzaklaşmamak lazım. Sen kendin öğrenirsin, kendine öğretirsin, etrafına enerji saçarsın, onlar da senden nasibini alır zincirleme reaksiyon öyle gider.
Bizim her şeyimiz neden etnik oluyor da onlarınki hep global?
Bütün bir insana, tabiata ait dünya üzerindeki bir kırıntı bile globaldir aslında. Elindeki ses kayıt cihazının kayışının Endonezya’daki bir çiçekle alakası var bana göre. Öyle düşündüğün zaman her şey dünyevi, global ama günün ekonomisi vs. manasında baktığın zaman bizim müziğimizin belli ölçüde yerelliğini koruyarak durabiliyor olması anlaşılmamasından dolayı. İngiltere’deki insanın buradaki müzikle veya Çin’de bir köydeki müzikle pek de alakası yok. Hint müziği ile alakası var ama çünkü Hindistan İngiltere’nin kolonisiydi, müzikleri arasında da bir alışveriş oldu. Etnikte de moda vardır. Globallik sanki business tabiri ya bu işin. Bizim müziğimiz tamperaman sistemlerim dışında; ağızlar, yerel özellikler, makamsal yapı, özel duyum gerektiren bir yapı içerdiğinden başka bir kulak eğitiminden gelen insanlar için yabancı kalıyor, bu yüzden uzun yıllar pek anlaşılmadı. Daha yeni yeni belki müzik okullarında müzikçiler, akademisyenler tarafından tahsili ediliyor. Burada da böyle özel, yüksek düzeyde bir müzik biçimi var. Dünya müziklerini ayırırsak Anadolu’da oluşmuş müziklerin de dünya müziğine geçmişten beri, kökleri belirleyen bir etkisi olduğu gerçeği ortaya çıkıyor. İnsanlar bunları yeni anlamaya başladılar sanki ama diğer bölgelerin, ülkelerin müzikleri kadar anlaşılmış değil ki kendi insanımız tarafından bile anlaşılmış durumda değil. Daha kendi ülkemizdeki müzikçilerimiz müziğimizi bilmiyor, reddediyor. Bu ülkedeki halkları reddettikleri gibi müzikleri de reddediyorlar, anlamıyorlar, kabul görmüyor.
5 kilometrede folklor ve müzik değişiyor oysa.
Müzik değişiyor, kıyafet değişiyor, dil değişiyor, yemek değişiyor, davranış biçimi değişiyor, iklim değişiyor. Bunu zenginlik olarak görüp bir armoni yaratabiliyorsan ne mutlu sana. Tabii bir kaos haline getirilebilir ki öyle bir eğilim de var.
Ama birini kayırma diye bir durum da yok, hiçbirisinin hakkı verilmiyor. Doğu’yu kayırıyor da Karadeniz’e mi hakkını veriyor sanki?
Yok öyle bir şey. Orta Anadolu’ya, Yozgat’a, Uşak’a mı verdin hakkını? Ama bunlar bin senelerdir kendilerini koruyorlar, öyle de bir güçleri var. Yazılı, kayıtlı, notalı, belgeli döneme geçildiğinden beri daha da bozuldu, yozlaştı. Ondan evvel, halkların sözel ve birebir icraatla aktarım şekli az olduğu için saf bir şekilde korunmasına sebep olmuş. Biz ona borçluyuz aslında her şeyi. Binlerce senelerden beri gelen bir şey, bozulmadan yakın zamana kadar gelmiş ama bir yerden sonra Osmanlı’nın belki de başından itibaren belki de Selçuklu’dan beri bilemiyorum tarihçiler daha iyi söyleyebilir, düzeltsinler. Yazılı fasla geçince kişisel düşünceler devreye girmiş, düzeltmeler başlamış. “Yok bu nota bundan sonra olmaz, yanlıştır, ben böyle biliyorum.” gibi. Haliyle orjinalden uzaklaşılıyor. Nota altına alınınca ondan sonraki zamanda gelen biri: “A adam 1800 yıl evvel ne yazmış, ne güzel.” diye çalıyor diyor, onu da otantik sanıyor. Radyolarda falan zaten bir facia yaşandı. Kırşehirliye İzmir türküsü söylettiler, İzmirliye Samsun türküsü söylettiler. Çok idealist yaklaşımlarla Yurttan Sesler Korosu kuruldu, kötü bir yaklaşım değildi ama yanlış neticeler verdi. Sonra sonra “Erzurumlu Erzurum türküsü” söylesin, “Elazığlı Elazığ söylesin” oldu. Diyeceğim, gelenek eskiden daha iyi korunmuş. Bugün bir şeyleri koruma altına alma imkanı çok daha fazla olmasına rağmen yozlaşma ve bozulma ihtimali son derece yüksek.
Doğu’yla Batı’yı sentezleme hevesini nasıl buluyorsunuz? Bitmeyen bir düş ya.
Arayıp da bulamayış diyebiliriz. Eğer dünya yuvarlaksa doğu-batı diye bir şey yok biliyorsun.(gülüyor)
Makam açısından, arasındaki farklılıkları gözeterek…
Batılı Doğu’yu bilmez, Doğulu Batı’yı bilmezse sentez dediğimiz kimyada olan yapılmaya çalışılır. Eğer Doğu hem kendisini hem Batı’yı çok iyi biliyorsa, tersi de öyleyse ideal bir müzik için ve müziğin ‘bir’ olduğunun keşfi için ortam hazır demektir.
Bu da sentez değil sonuçta?
Sentez değil bu zaten olan, gerçek bir şey. Gerçekte bir olan armoni sisteminin ortaya çıkışını sağlayacaktır günün birinde. Hedeftir ya da ütopik bir dilek olabilir. Çünkü Batı armonisi sınırlı seslerle hareket eder ama ses sonsuz. Bütün seslerin birbiriyle ilişkisi vardır. Sadece onu duymak, onu organize edebilmek, ilişkilendirebilmek biraz zorlaşır. Haliyle herkes kendi işini düzgün yapar ve bunu birleştirmek gibi bir hedef koyarlarsa ortaya ideal bir armoni, bütün sesleri içeren ve uyumu da sağlayan bir armoni olabilir. Dünyaya ait bir müzik o zaman olabilir. Biraz ütopik ama olmayacak bir şey de değil.
Bir şarkınızı Fikret Kızılok’a ithaf etmişsiniz, hatıranızda nasıl bir yeri var Kızılok’un?
Fikret Kızılok’u çok geç tanıdım. 80 başlarında Bülent Ortaçgil ile birlikte onun muayenehanesi olan bir mekanı, dişçiliği bırakıp Çekirdek Sanat Evi’ne çevirdiler 3-5 kişi bir araya gelip. Çocukların resim yaptığı, söyleşilerin yapıldığı, sergilerin olduğu, müzik icra edilen bir yer haline dönüşmüştü. Çok küçüktü, sırayla iskemleleri koyduğun zaman 40 kişi ya sığıyor ya sığmıyordu. Orada tanıdık birbirimizi. Ben Bülent’i tanıyordum, babalarımız çocukluk arkadaşı. İşte o vesileyle Fikret’i de tanıdım. Sonra meğersem iki sokak ötemde komşu oturuyormuş. Öyle bir arkadaşlık oluştu, çok güzel yemek yapıyordu. Deniz meraklısıydı, deniz mahsüllerini güzel yapardı, yemeğe çağırırdı, müzik tartışırdık. Çekirdek’te bir şeyler yaptık beraber, bazı üretimler oldu.
Kıymetli şeyler herhalde?
Adı gibi ‘çekirdek’ ve oradan bir sürü insan geçti. Ta Ankara’dan, başka şehirlerden oradaki bir saatlik etkinlik için gelenler oluyordu. Oradaki icranın özelliği ücretsiz olmasıydı. O gün orada hangi faaliyet varsa müzikle ilgili orada kaydediliyordu ve kişilere kayıt olarak veriliyordu sadece onun ücreti alınıyordu. Kaset fiyatı gibi bir şey ve o günle sınırlı bir şeydi. Mesela Bülent Ortaçgil konseri filan tarihte ve o konserin kaseti oraya gelmiş kişilere postalanıyor ya da kendileri gelip alıyorlardı. Hatıra gibi özel bir şey, sen de orada varsın, onların arasındasın… Biraz kıymetli bir durumdu. Öyle bir faaliyet yapıldı birkaç yıl. O dönemlerde Fikret’le arkadaşlığımız başladı. O erken ayrıldı aramızdan.
Ortaçgil ile beraber çalışmayacak mısınız artık?
Yooo çalışıyoruz… Uzun yıllar önce Bülent Ortaçgil daha profesyonel olarak ortada değilken de biz çalışıyorduk. O biraz başka projeler de yapma olaylarını tercih edince, benim de kendi işlerim artınca çakışmaya başladı takvimler. Öyle bir ara verdim. Zaman zaman beraber oluyoruz, bir şeyler yapıyoruz. İleride yapacağımız birtakım şeyler var. Bizim babalarımız çocukluk arkadaşı. Gitarı onlarda gördüm, öyle etkilendim. (gülüyor) Elazığ’da yaşıyordum ben ama dedem İstanbul’da yaşıyordu. Yazları 15-20 gün tatile geliyordum, her yaz olmasa da. Geldiğim dönemlerde görüşüyorduk, karşılaşıyorduk. Bir kere de onlar geldi Elazığ’a. Sonra lise çağında Kabataş’a geldim. Onlar da Bebek’te oturuyorlardı. Yatılı okuyordum, Çarşamba öğleden sonraları veya hafta sonları dedeme gitmediğim zamanlar Bülent’lere giderdim. Orada Bülent, kardeşleri Ercüment ve Bahar’la beraber müzik dinlerdik. Onlar Beatles çalarlardı, Bülent çok güzel Beatles şarkıları söylerdi. Ercüment çok iyi bir gitarcıydı ve Jimi Hendrix’in en küçük kırıntısını bile çalardı. Onlarda gördüm gitar olayını ve kendimce benimsedim. Lise çağlarında daha çok birlikte olduk yani. Bülent’in sözleri kitap olsa insanlar daha iyi anlar.
Albüm değil de kitap mı?
Müziği tabii ki çok güzel ama müziğinin etkisinde kalıp sözünü es geçen bir ekip var gibi geliyor bana.
Aslında çok da önde sözü.
Ama ona rağmen müzik meşgul ediyor ve anlamıyor insanlar. Bir kitabı olsa, şiirleri, düşünceleri orada olsa çok fazla ışık yanıp sönecek gibi geliyor bana. Kendisine eşlik eden çok iyi bir gitarcı ayrıca. Çok şey öğrendim ondan…
Kaynak: https://bisgen.blogspot.com/2012/08/erkan-ogurla-roportaj.html