Öyle uzak olsun ki kara parçaları bana, yalnızca uçan kuşları görebileyim denizin üzerinde. Yalnızlık kadar sakin bir manzara isterim hep. Gemiye adımımı attığım ilk günden beri kovaladığım bir yalnızlık bu. Belki sadece şu an var olacak. Bir daha asla tekrar bu kadar güzel bir yalnızlık manzarasına karşı kendimden geçmişken, kendi bedenime çok uzaklardan göz kırpamayacağım. Belki sadece şu andan ibaret. Muhtemelen birazdan gemi elemanlarından biri yalandan samimiyetiyle, pek de sıkılmış olduğundan benimle lakırtı yapmaya gelecek.

Ah insanoğlu nedir senin derdin?

-hey! Güverteden insene piç kurusu!

Al işte ne kadar naif düşünmeye çabalasam da insanlar benim beklediğimden daha aşağılık olmayı herzaman becerebiliyorlar.

Güvertesini yedik ya!

-Orospu çocukları hem kendi odaları var geniş geniş hem de buralarda manzara keyfi çıkartıyorlar. Öyle değil mi Sazan?

-Öyle ya tabi. İyi ettin azarladın piçi. Bir daha gelmeye çekinir. Zıbarsın yatsın odasında.

-Tabi ya. Ben onun yerinde olacam hiç çıkmam odamdan. Sırt üstü yatarım bütün gün. Halat çek, halat topla. Yerleri sil,cilala,parlat. Hayat mı bu be?

-Değil... hemde hiç değil. Bu piç kuruları sürüyor hayatın keyfini. Baksana bir de bizi dinliyor utanmadan.

-Bela mısın lan sen başımıza? İşimiz gücümüz var. Siktir git odana yoksa atarım denize seni he.


Keşke atsaydı beni denize. Hiç diklenemiyorum ben insanlara. Neden bu kadar pısırığım? Ya da fazla tembelim galiba. Yok yok galiba değil kesinlikle tembellikten. Kavga etmişliğimde çoktur aslında. Ama insanlara karşı diklenemiyor afallıyorum önce. Sonra aman be diyorum içimden. Kışkırtılmam lazım.Önce yumruk yemem gerekiyor. Birçok kişiyle kıran kırana dövüşmüşümdür de şimdiye kadar. Yine de bir korkaklık var üzerimde. En fazla denize atarlar beni. İşte o zaman yalnızlık manzaramda, mutluluğun en zirve noktalarında yitip giderim belki okyanusta.


Tütünüm esrarımdan önce bitti. Artık uzun bir süre tütüne ara verme vakti geldi demek. Kamaramda ki küçük camdan denizi izlemeye devam. Belki kitap okurum biraz. Esmer ekmekle şarabım da var. İki günlük yolculuğu çıkartırlar. Yeteri kadar varlar. Ama gözüme az görünüyor. Ya da onlar tükenecek gibi değiller de, sanki ben onlardan önce tükeneceğim gibi. Esrarımdan önce ben biteceğim. Ekmek beni yiyecek. Ben iki günlük yolculuğu çıkartacak kadar yokum. Şarabım beni içecekse sarhoş olmadan tükenirim. Tütünüm beni bitirmiş bile. Bence tütünüm artık beni bırakacak bu gidişle. Belki diğer yolcularda varsa biraz ben isteyebilir onlardan. Kimsenin beni tanıdığı bile yok gemide. Muhtemelen anlamazlar ne istendiğini onlardan. Hayatımda hiç öyle kötü alışkanlıklar olmadı diyecekler. Her insan bir diğer insanın alışkanlığıdır biryerde. Bazıları kötüdür.


Ütelik tütünüm çok sosyal değildir. Buruşuk olan ve hafiften rutubetlenmiş kağıtlarla iyi anlaşır sadece. İnsanlarla pek içli dışlı değildir. Kağıtlarla kucaklaşmayı yeğler. Ben de onun için seviyorum tütünü. Ben de kağıtlarla kucaklaşırım. Benim ateşim kalemimdir. Ya okurum onları tütünümün kağıda dolduğu gibi dolarım onlarla. Ya da karalarım onları, tütünümün yandığı gibi, tüketirim onları bir çırpıda.


Şarap biraz fazla gelmiş olacak ki yazdıklarımı seçemiyorum. Nerde kalmıştık diye bakıyorum. Kaldığım yerler kayıp gidiyorlar. O zaman ben de kalamıyorum o yerlerde. Bulanıyor gördüklerim. Ben de bulanıyorum. Aklım da bulanıyor. Ya midem durur mu hiç? Ekmeğe abanıyorum hemen. Biraz rahatlıyor gibi oluyor midem. Ama başım dönüyor. Ben de dönüyorum. Başımla beraber. Hemen efendim diyorum başım gözüm üstüne. Dönüyorum tabi ya. Ne sandınız. Emir demiri keser efendim diyorum. Baş sizsiniz. Siz dönüyorsanız ben de dönüyorum. Gözlerim dönüyor birden hemen yakıyorum sigaramı. Bu sefer daha fazla dönüyorum. Sonra ben dönmekten yoruluyorum kafam dönüyor. Kafam benden habersiz dönemez diyorum. Gözüm dönmüş ya hani. Ama ben haksızım tabi. Ben kafamdan bağımsız dönüyor olabilirim diyorum. İşin içinden çıkamıyorum. Konuyu değiştirmek gerekiyor.


Ah! İki gün böyle geçmez. Gidip o terbiyesiz Tayfalara bunu hesabını sormalıyım. Manzara izlemek istiyorsam izlemeliyim. Ben paramla bindim bu gemiye. İsterlerse onlar dönsünler geldikleri yere. Dönsünler tabi ya. Kayık yok mu bu gemide? Atlasınlar kayığa. Manzara izlememi istemiyorlarsa dönsünler geri.

Hemen onların haddini bildirmeliyim. Yoksa elimden kaçıracam. Kayığa bindi binecekler. Dönmeden güzel bir dayağımı yesinler. Kaçacaklar benden. Biliyorum. Kaçırmamam lazım onları elimden, koşa koşa gidecem şimdi.


O kadar çok kafam güzel ki....

Koca gemiyi bir halı gibi çekip aldılar ayaklarım altından sanki. Suyun üzerinde yürüyordum. Dalagalar beni sürekli geriye atıyor. Bir ara, dalgayı arkama aldım, ama bu sefer de ben aşağıya batıyordum. Ben bağırıyorum, gemi bağırıyor. Boğulacam diyorum ben, gemi bana yardım edin diyor. Ben gemiye nasıl yardım edebilirim? Gemi de bana yardım edemez. Gemi ayrı bağırıyor, komidin ayrı bağırıyor. Halı desen o sadece boğulacaz diye baģırıyor. Ben halıdan önce boğulacam ama ben onun kadar bağırmıyorum mesela. Ekmeğim beni de alın diye bağırıyor. Biz bir yere gitmiyoruz ki. Hep beraber boğuluyoruz. Seni de alırsak ne faydası olacak diyorum. Yalnız başıma boğulmaktan iyidir diye bağırıyor. Şarabımdan özür diliyorum. İçmeseydim hepsini belki şişenin içindeyken boğulmazdı o. Suyun üzerinde kalmayı başarabilirdi. Tütünüm bitmiş diye, kağıtlarım, yaşamamızın bir anlamı yok diyorlar. Ben de eh işte diyorum. Sizin de derdiniz dert he. Peki ya elyazmalarım napsın? diyorum. Kitaplarım da boğulacaklar.

Bir ıslaklık sarıyor heryerimizi. Sıcaklık vuruyor biryerlerden. Kokuyor heryer. Duman var. Tütünüm yok, ama duman var. Çatırdama sesleri geliyor. Aha diyorum kafayı kırıyorum sonunda. Bir bu kalmıştı. Uykum bastırıyor. Ben de yazdıklarımı göğsümüm içine bastırıyorum. Ya diyorum sizinle beraber boğulacam ya da beraber kurtulacağız.


Denizde birinci gün.

Alçak tayfalar gemiyle kaçmışlar. Yolu bilmiyolardı kesin yanlış tarafa kaçmışlar. Suyun üzerinden gitmekten sıkılmış da olabilirler. Suyun altına sapmışlar. Yanlış tarafa gidiyoruz diye hiç mi uyaran olmadı? Gemi suyun altından gitmez. Kutarın bizi! Beni de alın! Boğulacağız! Bütün bu bağırışlar gerçekmiş oysa. Kocaman bir tahta parçam var altımda. Su üstüne çıkan boş şişelerle destekledim. Ekmeğimi boğulmaktan kurtardığım iyi olmuş. Şarabımı kendi ellerimle boğmasaydım keşke. Belki yarısını boğsaydım daha iyi olurdu. Kıyafetlerden gölgelik yaptım kendime. Çırıl çıplak denizin ortasındayım. Geminin iki günlük yolu kaldığına göre üç ya da dört güne karaya vururum galiba. Güneşden kaçınmak lazım. En büyük düşmanımsın güneş. Bulutlarla kardeşiz. Hele ki karanlık bulutlar. Bayadır görmedim onları. Eğer uğrarlarsa şu sıralar kucaklaşmak isterim kendileriyle. Yıne de güneşe teşekkürler kağıtlarımı kuruttu. Ama kısa sürmeli muhabbetimiz. Hemen sıkılıyorum. Çabucak batmalısın diyorum. Bence o da sıkılıyor bütün gün beni saklanırken görmekten. İşler değişiverir işte böyle. Eskiden severdim kendisini ama şimdi düşmanız kendisiyle. Güneşlenmek benim için intihar etmekle aynı anlama geliyor. Bu kadar keskin bir dönüşü vardır bazı cümlelerin manalarının. Kumsalda, güneşin altında, sıcaklığını hissetmek teninde. Ve denizin ortasında mahsur kalmışken güneşin sıcaklığını hissetmek teninde. İşte bu iki farklı hissiyat. Yine barışırız seninle güneş be. Bozmayalım moralimizi daha ilk günden. Yeter ki birbirimize geri dönüşü olmayan zararlar vermeyelim.


Denizde ikinci gün. Gece soğuktu kıyafetlerimi geri giymiştim. Güneş beni gafil avladı. Keşke ses etseydi de uyandırsaydı. Düşman da olsak, savaşın mertçe olması gerekiyor. Benim gücüm ondan daha fazla değil. Eşit şartlarda dövüşmeliyiz bu yüzden. Eşit güçlerde olsaydık, o zaman hilekarlık serbest diyebilirdim. Kuşlar daha da çoğaldılar. Bence bugün karaya vurabilirim. Biraz tahtalarımdan kırıp kürek yapmalıyım.

Deniz anası ısırır mı hiç? Onların dokungaçları var. Deniz anası dokundu diyebiliriz. Sokmazlarda. İğneleri yok. Sümüksü bir hayvanın iğnesi olmaz. Acı veren bir dokunuşları var. Bazen bazı insanlarında dokunuşları acı veriyor. Mesela size büyük kötülükleri dokunmuş bir insan. Size dokunduğu sırada acı hissedersiniz. Zehirlenmeyle aynı tepki olur genelde. Mideniz bulanır biraz. Kıramplar girer kolunuza. Yanmaya başlar dokunduğu bölge. Ovalarsınız geçmez. Sinirlenirsiniz. Yüzünüz kıpkırmızı kesilir. Kaşlarınız aci çekıyormuşsunuz gibi çatılır. Hirildamaya başlarsınız. Kısık sesli küfürler. İnlemeler karşı tarafa bağırabiliyo olmanızın altında gizlenirken, siz biraz rahatlama çabası içerisindesinizdir. Uyumak bazen en güzel çözüm. Bağırmala, inlemeler sonra yorgunluktan uyuya kalmak.


Karaya çıkmış bir güneş düşmanı

Balık kanı içmek çok iğrenç. Çok çabuk pıhtılaşıyor. Ama denemeye değerdi. Sahilden uzakta biraz su bulabilirsem çok mutlu olacağım kesindir.

İnsanlar geliyorlar. Susuzluk gözlerimin önünü karatıyor.


-kendinize gelebildiniz mi?

Ne farkeder ki? Bu adamla konuşmak istemiyor canım. Ne yani hayatımı kurtardığını falan mı düşünüyor? Hiç de bile. Yanlışlıkla tahta parçama atlayan balık hayatımı kurtarmış olabilir ama bu adam asla.

İnsanların böyle durumlarda olanlara karşı acıklı ses tonları beni deli ediyor. Bu ses tonuyla halihazırda yaşamış olduğum kötü olayı dramatize ediyor. Zaten üzgünüm kendi halime. Sizin acıklı ses tonunuzla size karşı bir yakınlık duyacağımı düşünüyorsanız çok yanılırsınız. Hahahaha diye kahkahayı basıvermek isterdim. Ben katıksız bir yabaniyim dostum diye bağırmalıyım. Sizin manipülatif ses tonunuzla yakınlaşamam sizlere.


Bana şehri gezdireceklermiş yarın. Onlarla konuşmadığım için sormuyorlar bile. Belki de beni dilsiz sandılar. Belki dillerini bilmiyorum diye düşünüyorlar. Saçma. Halbu ki onlara kafa sallıyorum. Göz kırpıyorum. Anlamasam neden kafa sallıyım?


Şehri gezmek

Burası küçük bir ülkeymiş. Küçücük bir ülke. Üç gemi büyüklüğünde bir ülke. İnsanlar burada herşeyi erkenden yapıyorlar. En yaşlı insan otuz yaşında. Bazen bazı şeyleri çok merak ediyorum ama sormuyorum. Konuşmayarak başladığım bu tanışmada işi olabildiğince konuşmayarak ilerletmek istiyorum. Zaten herşey çok garip. Garip olduğunun da farkındalar ve ayrıntılarla anlatıyorlar.

İctikleri sulara siyanür karıştırılıyor. İnsanların otuzuna kadar yaşayabileciği miktarda. Çocuklar üç yaşında okuma yazma öğreniyorlar. Beş yaşında meslek sahibi oluyorlar. Yedi yaşında ayrı evlere çıkıyolar. Aile kavramı bildiğimiz gibi değil. Kimse kimsenin gerçek çocuğu değil. Herkes, çocuk yedi yaşına gelene kadar,onlara verilen çocuğa bakmak zorunda. On yaşında bir çocuk tamamen özgür. İstediğini yapabiliyor. Çoğu aklı başında bir birey. Konuşmaları hiç çocuklarmış gibi değil. En yaşlılarıyla geziyorum ben. Yirmidokuz yaşında. Bir yıl sonra ölecekmiş bana öyle söyledi. Garip bakışlarımdan anlamış olacak ki açıklama yaptı. Fazla yaşamak çok gereksiz dedi. Buraya dışardan gelen herkesden daha güzel bir hayat yaşadığını söylüyor. Bende konuşabilseydim eğer, benim de hayat hikayemi dinlemek istermiş. Buraya çok sevsem de kalamazmışım. Kendi içinde, dışarıya kapalı bir ülkeymiş. Sadece misafir olabiliyormuşuz. Bana yolculuğum için erzak vereceklermiş uğurlarlarken beni.

Saçma geliyor herşey bana. Düzenleri veya kuralları için söylemiyorum. Zaten bütün dünya saçma geliyor bana. Yaşamanın nasıl bir saçma şekli olabilir ki? Yaşamak kendi başına saçmalıktan ibaret. Ben de burada yaşıyor olsaydım muhtemelen onüç yılım kalacaktı ölmek için. Onüç yıl nasıl yaşanır? Bu kadar yıl nasıl geçer. Ölmemek için yaşıyordur insan sadece. Geri kalan bütün bir hayat sadece yalandan ibaret. Bence daha kısa tutmalılar bu süreyi. Eğer konuşmaya üşenmeseydim onlara bir önerim olurdu. Otuz yılı hiç yirmi yıla düşürmek istemezler mi? diye sorardım. Ama konuşmak da saçma. Anlatmak, soru sormak cevabını dinlemek falan. Üzerime üzerime geliyor herşey. Keşke yazarak anlaşsak sadece. Ben uzun uzun yazsam. Onlarda okuyup bana cevap yazsalar. En sevdiğim mektup arkadaşlığı. Pek zamanım olmadı mektup arkadaşı edinmeye. On yaşımdan beri çalışıyorum. Benim de buradakilerden pek farkım yok. Ama bunlar kadar rahatlık içerisinde değildim. Önce ahır temizleyerek başladım iş hayatıma. Sonra bir kasabın yanına girdim. Kedilere etlerden kalan parçaları veriyorum diye kovuldum. Onları da satırla doğrayatak satıyormuş kasap. Bu dükkanda ki hiçbir şey israf edilemez, diye bağırıyordu arkamdan ben giderken.


Çocuklar demek doğru olur mu bilmiyorum ama bunlar kocaman adamlar gibi. Benim yaşımdan daha küçükler benim hiç bilmediğim konulardan konuşuyorlar. Dünyanın atmosferi dedi biri. Yukardaymış. Bilmek de yetmiyor. Atmosfer de bir yere kadar. Mesela toprağın altında yok. O zaman benim işime yaramaz bunu bilmek. Ben heryerde olabilecek şeyleri bilmek isterim. Esnaflar o kadar yetenekli ki bir kasap gördüm benden yaşça çok çok küçük. Benim ustandan daha seri et doğruyordu. Bir satır kullanışı vardı ki sanki ustası hiç olmamıştı ögrenerek dünyaya gelmişti. Ustam şimdiye basmıştı tokadı. Ustandan işini mi çalacaksın? Yoksa elini kesip ustanı çıraksız mı bırakacaksın? der şamarı yapıştırırdı ben ne zaman elime satırı alsam.


Paranın olmamasına çok şaşırdım. Herkesin sayıları var. Para varmış gibi yapıyorlar. Yüzden bir gitti, doksandokuz sayım kaldı. Yalan söylemeye gerek yok. Çok ilginç. Bir sayı borç verdim sana. Sen bana yüz sayı borç ver, ben sana pi sayısı veriyim. Hiç bitmiyor bu meret. Bak bu bilgiyi çok seviyorum. Çünkü pi sayısı heryerde. Bir zengin anlatmıştı bana. Pamuk tarlasına gitmiştim. Beni doktor yapacağını söyledi. Çok zeki bir çocukmuşum. Kusura bakmasın ama köle olacak kadar zeki değilim ne yazık ki. Az zekiyim. Kaçabilecek kadar zekiydim o çiflikten. Paramı alır almaz kaçtım yanından.


Beni uğurlamaya bütün ahali çıktı dağın arkasına çıkar yola dağın içine kazdıkları tünelden gećebilirmişjm. Dağlar denize paralel kapatmişlar burayı. Dağın yukarısında tehlikeli hayvanlar varmıs. Geçite kadar hepsi benimle birlikte geldi. Herkes bana bir hediye getirmiş. Kolye,yüzük, kıyafet, ayakkabı, yiyecekler. Su hariç herşeyden verdiler bana yol için. Suyu dağın diğer tarafında ki nehirden doldurmam için de matara verdiler. Demir bir matara, yumuşacık bir bezle sarılmıştı. Şeritler halinde defalarca dolandırılmasına rağmen hiç kaba durmuyordu. Büyük bir itinayla sarılmış olduğu hiçbir şeridin yamuk durmamasından anlaşılıyordu. Beni uğurlarlarken arkamdan çok yaşa, çok yaşa çok yaşa diye bağırdılar. Kendimi gülmekten alıkoyamadım. Buraya ayak bastığımdan beri ilk defa kendi sesimi duyuyordum. Tünelin içinde kıkırtılarım yankılanmaya başladığında. Kendimi alamadığım bir kahkaha kriziyle yalpalaya yalpaya yürüyordum.