bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken hala kralların hüküm sürdüğü bir ülke varmış. çok, çok uzaklardaymış, ulaşabilmek için ufuk çizgisini aşmak gerekirmiş.


bu ülkenin kralı ve kraliçesinin bir tanecik kızları varmış. elma gibi al yanaklı, kiraz dudaklı, pamuk tenliymiş. gözleri sonu olmayan bir deniz gibiymiş. güzelliği dilden dile dolaşırmış. bir o kadar zarif, naif ve zekiymiş.


evlenme çağına gelince sarayın kapısında kuyruklar olmuş. ancak saygıdeğer kral hiçbir genç delikanlıyı lepiska saçlı, altın değerinde kızına layık görmüyormuş. çünkü hepsi güzellik ve güç peşindeymiş. hem kızın da bunlardan fazlası varmış hem de bir gün güzellik ve güç kaybolduğunda ne yapacaklarmış? düşünmüş, taşınmış ayağına taş değmesin diye uğraştığı kızını kim layıkıyla sevebilir diye. en sonunda vezirinin oğlunda karar kılmış ve sormuş ona kızıyla evlenmek ister mi diye. vezirinin oğlu akıllı ve yiğitmiş. sorduğum soruya uygun yanıtı bulabilirse onunla evlenmek isterim demiş. ona göre güzellikten ve kudretten önemli bir şey varmış.


o sabah prenses bulutları izlerken görmüş eros'u, yeni arabasında geziniyormuş. onun aşk tanrısı olduğunu biliyormuş, kalbi pır pır etmiş.


vezirin oğlunu gördüğünde meraklanmış, onu uzun zamandır bilirmiş ama o kendisine oldukça mesafeliymiş. selamlaşmışlar, hallerini hatırlarını sormuşlar birbirlerine ve vezirin oğlu ona sorusunu sormuş.


"nasıl aşık olunur?" aslında kendisi de bilmiyormuş, sadece birisinin ona söylemesi gerekliymiş. çünkü nasıl aşık olunacağını bilirse ancak prensesi sevebilirmiş.


prenses şaşırmış, ne diyeceğini bilememiş. "bir sürü yolu var herhalde." diyebilmiş en sonunda. vezirin oğlu daha kesin bir cevap istiyormuş. "yarın sabaha kadar bir yolunu seç ve söyle bana." demiş ve prensesi büyük bahçede yalnız bırakmış. prenses renkli çiçeklerin arasında, kuş cıvıltılarıyla düşünmüş ama bulamamış cevabı. tüm bahçeyi dolaşmış, güller ona yol göstermemiş, kuş banyoları ona gerçeği söylememiş, bulutlar ona eros'tan başka hiçbir şey sunmamış. göletteki ördekler sadece vaklamış. yorulup bir ağaca yaslanıp oturmuş. onun bilgeliği kulağına fısıldayacak sanmış cevabı ama bulduğu tek şey dinginlikmiş.


okuduğu tüm kitapları düşünmüş; tiyatroları, operaları, filmleri, annesi ve babasını ama fark etmiş ki hepsi çok yavanmış, hiçbirini istememiş. ruhu büyüten ve iyileştiren, ona unuttuğunu hatırlatan ve kaçırdığını gösteren bu duyguyu ilk görüşte hissetmek nasıl mümkün olabilirmiş?


gece uyku tutmamış, sabahı beklemiş ve sabahın gelmesini hiç istememiş. vezirin oğlu ile evlenmenin yolunun bu soruyu cevaplamak olduğunu biliyormuş. nedense onunla evlenmek istiyormuş. yüreğinde ona bir yakınlık hissi varmış.


nihayet ertesi sabah vakti gelmiş. güzelce hazırlanmış prenses, gül bahçesinin ortasında sandalyesinde oturuyormuş. gözlerini bahçe kapısından bir an bile ayırmıyormuş. heyecanla ritim tutuyormuş. lülelerini düzeltiyor ve güzel göründüğünü umuyormuş. vezirin oğlu ise meraklıymış, bahçe kapısından girdiğinde kırmızı güllerin arasında prensesi gördüğünde düşünceliymiş.


prenses o karşısına oturduğunda cevabı hemen söylemek istese de halini hatırını sormuş, havadan sudan konuştuktan sonra prenses sorusu üzerine çokça düşündüğünü söylemiş.


ona göre aşık olmak gizemli ve çözülemeyecek bir sırmış. karşısındaki kişide kendine dair bir hakikati ve aynı zamanda sırrı gördüğünde bağlanırmış ruh ruha. ve bunu görebilmenin tek yolu birbirini anlamakmış. prenses cevabından oldukça memnunmuş. vezirin oğlu ise biliyormuş ki kaderleri çoktan birbirine bağlanmış.


prenses ve vezirin oğlu üç vakte kadar evlenmişler ve sonsuza kadar mutlu mesut yaşamışlar.

onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.