Aslında güzel bir evde yaşıyordu fakat soğuktu, dışarıda yazın sıcak havası varken onun evinin ayazı dışarıya meydan okuyordu. En iyisi mi ben bir cigara yakayım dedi, montunun sağ iç cebinden çıkardı tütünü, yaktı, öyle derin içine çekiyordu ki sigaranın dumanıyla ısınacağım umudu vardı düşlerinde galiba. Sehpanın üstünde yemek tepsisi vardı ama tepsinin üstünde yemek yoktu. Kül tablası, bir bardak da su vardı. Oturduğu kanepede başı öne eğik içiyordu sigarasını. Biraz daha eğdi başını, sonra başını hafif sola çevirerek bana baktı, tekrar önüne eğildi başı ve gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Ardından telaşla esnemeye çalıştı, gözlerinden süzülen yaşı esnediği için geldi sanalım diye yaptı bu eylemi. Yirmi yıldır hala onu tanımadık sanıyordu. İri iri gözlerinden yaşlar süzülmeye devam ediyordu, o da sürekli esniyormuş gibi yapıyordu.

Erşatlı derlerdi ona, Erşat köyündenmiş, Osmanlıcadan dilimize geçen erşedin kelime manası, “doğru yola daha yakın olan” diye geçiyor ama bizimkinin doğru yoldan haberi bile yoktu. Bir doğrusu vardı, o da Allah'ın varlığı. Diğer söylediği ve yaptığı şeyler hep yanlıştı ama ona göre doğru olan oydu. Ah, bilmiyordu ki nasıl bir çukurun içindeydi. Bilse yapar mıydı? Bunca eziyeti kendine çektirir miydi bilse, güldürmez miydi anasının yüzünü, kendi yüzünü bilse o evinin camları kırılır mıydı? Bizimki bir hafta on gün önce kadar bir münakaşaya girmiş. Kimlerle, ne için bilmem ama bunun evine saldırmışlar, evin camlarını indirmişler, o da naylonla evin camına yama yapmış, ondandır bu evin soğukluğu işte. Uyurken montu ve pantolonuyla uyuyor, yine bir bela gelirse hemen kaçayım diye herhalde. Ah, bir bilsem neyi ne için yapıyor, sigarayı neden o kadar içine çekiyor, neden gözyaşlarını saklıyor, neden kaçmıyor bu şehirden, neden kendine bunu yapıyor, neden yanlışından dönmüyor? Ah, bir bilsem, bir anlatsa sanrılarım biraz hafifler belki. Tek bir dileğim var: Erşatlı, inşallah bu kasabadan gitmeden önce doğru yolu bulur ve daha yakın olursun. Kendine iyi bak, biz sana bakamadık Erşatlı.