Yıl 2010, aylardan kasım. Nuran Üsküdar'da tramvayın en arka koltuğuna oturmuş bir gözüyle dışarıyı bir gözüyle de içerideki tipleri analiz ediyordu. Nuran, edebiyatçı olmak istemişti. Ama heyhat babasının ölümü onu bu hayalinden uzaklaştırmıştı. Bir kız kardeşi daha vardı ve yazılı olmayan ama bir o kadar da mantıklı kurallar gereği okul hayatını bırakıp bir hukuk bürosunda sekreter olmuştu. Ortaokuldaki öğretmeni, lisedeki öğretmeni Nuran'ı hep Fatma Aliye Hanım'a benzetirlerdi. İlerde muhkem bir romancı olacağını defaatle söylerlerdi.

Durakta durdu, bugün alışılmışın dışında bir hareketsizlik vardı. Ve kalabalık söz birliği etmişçesine aynı cihette revan oluyordu. Nuran da bu kuvvetli iştiyaka maruz kalmaktan başka çare bulamadı. Yürüdü, merak denen illete tâbi olmuştu. Kalabalığa yaklaştıkça sesler de kalabalıklaşıyordu. Ve kalabalığın içindekiler, etraflarında olan biten her şeyden soyutlanmış bir şeklide aynı yöne bakarak bir şey seyrediyorlardı. Ortadaki büyük boşluğa doğru hareket etmeye başladı Nuran, kalabalığa çarpıyordu, ittiriyordu, küfürler ediyordu ama insanlar hiçbir şeyi ihtisas etmiyor, istiflerini bozmuyorlardı. Hâlâ yürümeye devam eden insanlar da var idi. Nuran ortaya doğru çarpa çarpa yürüdü. Ortaya geldiğinde gördüğü şey içinde cız etti. İki adam kavga ediyor ama adamın biri küheylan gibi bir Müslüman diğeri ise zayıf bir dilenci idi. Dilencinin yüzü kandan gözükmüyordu. Küheylan "Sen karımla nasıl muhatap olursun, nasıl çocuklarımı ürkütürsün?" diyor, adamı öldüresiye dövüyordu. Dilenci ise özür dilemeye çalışıyordu. Dilencinin paraları yere saçılmıştı zaten 10 tane olan dişlerinin de ikisi kaldırımdaydı. Zavallı adamcağızın üçgen ve zayıf yüzündeki burnunun her iki deliğinden akan kan, boğazının da üzerinden geçerek beline kadar iniyordu. Zaten bir deri bir kemik vücudu da üstündeki paçavraların kolay şekilde dağılmasından dolayı gözüküyordu. Kalabalık, ensesi kalın kolundaki altın saati ile zavallı adamı kırıp geçiren bu insansı yaratığı haklı buluyordu. Kalabalık, bir an dağıldı, hepsi farklı cihette revan oldu. Çünkü eğlence bitmişti. Dilenci adam bayılıp kalmıştı. Paralarının üzerindeki kan damlaları... Zaten toplasan 10 lira çıkmamıştı üzerinden. Nuran hareketsizdi. Ensesi kalın adam, hanımının verdiği havluya önce terini silmiş sonra da ellerine su tutturmuş ardından ellerini havluya silmişti. Nuran'ın içinden o adamın ölmesi gerektiği düşüncesi uygulamaya geçti geçecekti. Nuran dilenci adama su verdi adam bir gözünü açamıyordu. Ensesi kalın adam gitmişti, gösterişli cipine binerek. Giderken cipin arkasında Nuran iki isim okudu. Zeynep ve Ayşegül. Kızlarının ismiydi bu. Nuran bu olayı güzelce romanlaştırabilirdi. Aslında bu adam yaşamayı hak etmiyordu. Ama bu dilenci de zaten yaşamıyordu. Zihnindeki sesler onu dondurmuştu. O esnada dilenci adam bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Nuran iyice eğildi bir tercüman edasıyla çeviri yapıyordu. Dilenci "Bu nasıl iş?" diyerek sızlanıyordu, ambulans geldi. Dilenci bindi ve bir daha gören olmadı.

Nuran bir gün merakından hastaneye gitti. Durumu sordu. Hemşire Nuran'a "Tanıdığın mı, akraban mı?" diye sorunca Nuran "Tanımıyorum sadece merak ettim." dedi. Beraber dilencinin odasına çıktılar. Nuran çok şaşırmıştı, dilenci harika bir odadaydı. O bile böyle bir oda görmemişti. Hemşireye sordu. Hemşire dilencinin bir oğlu olduğunu ve oğlanın son derece zengin olduğunu söyledi. Peki o zaman bu adam nasıl dilencilik yapardı? Her hafta kontrole gitti adamı. İçindeki merak ve yardımseverlik duygusu onu bu adamdan kopartamıyordu. Hem onun hayatını dinlemek hem de ona yardım etmek istiyordu. Onun hayatını ondan dinlemiş karakterini analiz etmişti. Ama aklında tek bir şey vardı, roman yazmak. 1 ay hastanede kalmıştı adam, taburcu olurken de oradaydı Nuran. Bu telaşe de oyalamıştı onu akşam hızlıca eve gitti. O gece eline bir defter bir de kalem aldı, başladı yazmaya. Yazdı yazdı, beğenmedi çöpe attı. Tekrar yazdı, tekrar, tekrar ve tekrar yazdı. İstediği gibi olmuyor ve bu durum gittikçe canını sıkıyordu. Elinden geleni yaptığını düşünüyordu. Yazdı yazdı en sonunda uyuya kaldı. Tren çığlıkları ile uyandı demir yoluna yakın bir evde yaşadığından. Bu trenin hikayesini düşünüyordu, acaba bu tren buradan bilmem kaçıncı kez ve yine ne için geçiyordu. Her geçtiğinde duyduğu o çığlık esnasında Nuran kim bilir ne yapıyordu. Aklı hala trendeydi. Bu tren büyük ihtimalle yük treniydi, uzun ve ağır ağır ilerliyordu. Kimi zaman kömür taşıyor kimi zaman farklı bir öteberi. Ama bu tren halen buradan geçebiliyorsa daha önce hiç raydan çıkmamıştı. Belki çıkma tehlikesi geçirmişti belki her gün geçiriyordu ama bu tren geçirdiği her raydan çıkma tehlikesine karşın bu vagonları taşıyor, bu raylardan geçip gidiyordu. Elbet bir gün ya raydan çıkacaktı ya da eskiyip bir tren garının arka taraflarına çekilecek, orada çürüyecekti. Bu tren neden vazgeçmezdi ki bu raylardan geçmekten? Biliyordu bu raylarda ne lezzet vardı ne de üstünden geçmeye değer bir şey. Ama bu tren o vagonların üstündekini boşaltmalıydı ve raylardan çıkmamalıydı. Eğer o vagonlar boşalmadıysa ve tren çığlıkları artık ilişmiyorsa Nuran'ın kulağına, tren çoktan çıkmıştı raylardan.


Aradan epey zaman geçmiş, Nuran romancılıktan epey uzaklaşmıştı. Bir gün çalan telefonu bunu değiştirdi. Telefondaki adam, adının Veysel olduğunu, kendisine Nuran'ın çok iyilikte bulunduğunu ve ofisinde görüşmek istediğini söyledi. Veysel Bey'in yanına gittiğinde onun kim olduğunu anlamıştı ve onunla uzunca bir süre muhabbet ettikten sonra akşam eve gider gitmez defterinin başına oturdu ve yazmaya başladı. Bu olayı romanlaştırabileceğini biliyordu. Artık oluyordu. Yazmalıydı. Ve kalem uzun bir süre boyunca konuştu.


Adamın ismi Veysel'di. Ankaralıydı. Maişetini tenekecilik yaparak kazanırdı. Tek bir oğlu vardı. Mutat üzre babasının adı da çocuğun adı da Ali'ydi. Anadolu'da başka isim verilmezdi çocuklara. Hatta tek makbul meslek de baba mesleğiydi. Veysel sabahın ilk ışıklarıyla dışarı çıkar yolda bulduğu tenekeleri toplar ve onları satardı. Az çok evinin dirliği vardı. Hanımı da evde inek besler sütünden yoğurt peynir tereyağı imal ederdi.

Bir gün Veysel teneke toplarken yolda gayet alımlı ve fiyakalı bir ayakkabı buldu. Hemen oğlu Ali aklına geldi. Sonuçta elleri nasır diye kalbi de nasır bağlamamıştı daha. Ayakkabıyı oğluna götürmek üzere heybesine aldı. O gün sanki muhtarmış gibi salına salına evin yolunu tuttu. Kapıdan bağırdı " Ali, gel oğlum ayakkabı aldım sana" diye. Bunu tüplü televizyonlarında bir dizide görmüştü. Sanki o baba gibi keyiflendi. Ali koşarak geldi, piyango talihlisi gibi sevindi. İlk kez ayakkabısı olacaktı. Topa daha iyi vurabilir, koşabilir hatta zıplayabilirdi. Hemen ayakkabısını giyip uçma temennisiyle sahaya koştu. Çocuklar, sucu, bakkal hatta sağır İhsan Dede bile öğrenmişti Ali'nin ayakkabısını. Ali ayakkabıyla gerekmedikçe koşmadı, haftanın bir günü hariç topa bile vurmadı. Bir gün Veysel yine teneke toplarken bir test kitabına denk geldi, onu da oğluna götürdü. Hiç olmazsa okursa belki bir yerlere gelir, diyordu. Ali altın bulmuşçasına sevindi. Bu hayatta tutunabileceği tek şeyin bu olduğunu anladı. Kitabı tam yedi kez bitirdi. Çalışkan ve azimliydi.

Bir akşamüstü en acı sesi gökyüzüyle birleşti. Veysel'in simsiyah yüzünden bir damla göz yaşı aktı. Ali ağlayamıyordu bile. Mahalledeki kadınlar çocuğu ağlatmaya çalışıyordu psikolog edasıyla. Ali ise acıyla yoğrulan bir heykeli andırıyordu. Ev en acı haykırışların sessizliğine gark olmuştu. Evin her şeyi anne, o sessiz ama acı yüklü kadın, ölmüştü. Ölümün sessizliği en büyük vaveyla hissidir. Veysel'in tek dayanağı Ali'ydi. Değeri bilinmez ama her şeyin devası anne, artık yoktu. Yoksulluk ve acı omuzlarına o gün çökmüştü. Ali ayakkabısını çıkardı vitrine koydu. Çünkü annesinin son isteği ayakkabının eskimemesiydi. Ali o gün karar verdi, çok çalışıp zengin bir adam olacak ve babasını rahata erdirecekti. Ali ders çalıştı. Boğaziçi İşletme'yi kazandı. İngiltere'de borsa eğitimi aldı. İyi bir broker olmuştu. Bayağı zengindi artık. Veysel ise dünya malına tamah etmezdi. Dermanı kalmadığı için artık dilencilik yapıyor ancak karnını doyuruyordu.

Sabah Kanlıca'daki bit pazarına gitmişti, aslında bit pazarı perşembeleri kurulurdu. Veysel ise cuma günü sabah buraya gelir ve önceki günden kalan, unutulan ya da çöpe ayrılan eşyaları toplar sonra satardı. O gün güzel temiz ve gayet alımlı iki tane bebek bulmuştu. Aklına rahmetli eşi Melahat Hanım gelmişti zaten pek de çıkmazdı aklından. Onunla kalkar onunla yatardı. Melahat Hanım'la Ali doğduktan sonra hep Ali'ye bir kız kardeş hayal etmişlerdi, en çok da Melahat isterdi bir kız çocuğu olmasını. Çünkü Ali ya ders çalışırdı ya da top oynardı. Bir kız çocuğu ona yardımcı olurdu. Bu iki bebek Veysel'i derin derin düşündürdü. Saçlarını okşadı biraz. Ali demişken Ali şimdi ne yapıyordu acaba? 2 haftadır eve gitmemişti Veysel. Ali onu evde bulamayınca meraklanmış mıydı? Düşünceler bir başka düşüncelere kapı aralarken polise haber vermemiştir, diye düşündü, zaten sık sık yatardı dışarıda. Gözü yolun karşısında, kaldırımda seken iki küçük kız çocuğuna takıldı. Cipin içinden eşarplı anneleri "Kızım düşeceksiniz!" diye bağırıyordu umursuyormuşçasına, son model telefonunda da arkadaşıyla konuşmaya devam ederek. Çocuklardan birinin saçı örgülü diğerinin saçı ise kâhküllüydü. Veysel çocuklara elindeki bebekleri vermeyi düşündü. Bir an vazgeçti ama sanki bunları satsa ne olurdu, satmasa ne olurdu?

Veysel çocuklara yaklaştı "Merhaba, ister misiniz? Sizi daha deminden beri izliyorum, size hediye etmek istedim." dedi, bebekleri onlara doğru uzatarak. Küçük çocuk utanarak annesinin yanına kaçtı. Büyük olan ise burnunu kapatarak "Anne bu adam iğrenç kokuyor." dedi. Eşarplı kadın "Ay sen kimsin? Ne oluyor be?" derken bir çığlık attı. Fırından ekmek alan ensesi kalın iri ve Müslüman adam ekmeği arabaya atıp Veysel'in çenesine sert bir yumruk attı. Bir dişi kırılan Veysel yere düşmüştü ve sanki yıllardır etrafında yaşadığı o mütevazi sevecen bulutlar kaybolup gitmişti. Değer yargısı değişmişti artık. İnsanları alttan almak değil, insanları alta almak gerektiğini fark etti.

O gün yediği dayak onu bambaşka bir insan haline getirmişti. 1 ay kadar hastanede yattıktan sonra ilk işi, kötü evini satıp oğluna yeni bir ev aldırmak oldu. Artık devamlı oğlunun şirketine gidiyor, ne iş yaptığı belli olmasa da her ay düzenli olarak parasını alıyordu oğluna ait olan danışma şirketinden. Oğlu uluslararası büyük firmalara brokerlık yaptığından danışma şirketinin başında genelde Veysel duruyordu. Veysel oğlundan sadece 5 yaş büyük bir kadınla bile evlenmişti. O gün yediği o dayak aslında onu bu sistemin içine dahil etmişti. O bulutlar üstünde yaşayan adamdan bir anda at yelesi yatağında uyuyan bir adama dönüşümü bu olay yüzünden olmuştu. Unutmamıştı ama hiçbir şeyi, kendisine yardım eden o kızı, Melahat'i, hâlâ Ali'nin ofisteki odasında cam vitrinde tertemiz duran o 34 numara ayakkabıyı. Ama eskimişti her şey onun için. O da onun pamuksu Polyanna duyguları da...