Çıktım dağları dolaştım yine. Rüzgâr kekik kokuları getirdi, kuru otlar ayaklarımı çizdi. İşte bunun, otların ayağımı çizmesinin bile beni mutlu etmesine şaşırdım. İnsanın, bu yaşında bile kendinde bir şeyler bulması, kendine şaşırması nasıl da güzel. Keşke mesleğim bu olsaydı diyorum bazen; dağ gezicilik. Böyle bir meslek yok, biliyorum ama keşke olsaydı işte. Çıkıp dolaşsaydım dağları, ayağımda terlik, başımda bir sendika şapkası ve ağzımda bir kuru ot parçasıyla...


Şahin tepesine varmıştım ki birden köpekler havlayıverdi. Alemcilerin attığı kemikleri bekliyorlar gün boyu. Beni de muhtemel bir rakip mi gördüler nedir, canhıraş havlamaya başladılar. Çocukluğunda mahalle köpeklerini at edip binen biri olarak elbette çekinmedim hiç birinden. Ama içlerinden birinin vaziyeti... Sağ ön bacağı yoktu bir köpeğin. Kaza mı, doğuştan mı, bilmiyorum. O vaziyette havlayıp saldırıyordu bana. Ulan yavrum. Şimdi ne yapayım ki ben sana... Adım atarken zorlanıyor, dengesini yitiriyor... Serde köpekten kaçmamak da var ama sadece onun hatırına, yana doğru birkaç adım attım. Gönlü hoş, şaduman olsun. Kovaladım, kaçırdım desin.


Yokuş bitti, iniş başladı az sonra. Tabi bu, benim için geçerli. Ben inerken aynı yolu çıkanlar da var. Biri de halka tatlıcı. Başını önüne eğmiş, kolları gergin, camekanlı arabasını itiyor yukarı doğru. Belli ki yorgun. Peki ne arıyor yokuşun başında? Sürekli müşterileri mi var acaba? Kim, ne için halka tatlıcının sürekli müşterisi olsun ki? Hem bu devirde, hala halka tatlı satmak da ne ola ki? Şaşırıyorum işte böyle şeylere. Bir insanın mesleğinin halka tatlıcılık olması, hatta bununla aile geçindirmesi. Sonra, babaları halka tatlıcı olan çocuklar... Nasıl görüyorlar babalarını ya da nasıl görecekler. Çocukken, yokuş çıkan seyyar satıcıların hepsine yardım ederdik. Aslında hepimizin derdi, o dört tekerlekli arabaları sürebilmekti. Nasıl bir büyüsü vardı bu işin, hatırlamıyorum. Belki de sahici bir otomobili kullanıyor gibi hissediyorduk. Düşünüyorum da nasıl da fantastik bir an aslında. Pazarcı arabasını yokuş yukarı iten ve yokuş bitince birbirlerine ehehehe diye bakan çocuklar... Şimdi yine yardım etsem arabacıya? Artık sahici bir otomobilim de var gerçi ama... (Sordum, "gerek yok abi, eyvallah" dedi.)


Eve yaklaştım artık. Epey de güldüm içimden. "Ulan allahın denyoları! Mal oğlu mallar! Şerefsiz oğli şerefsizler!" dediğim tipler geliyor aklıma. Kızdığımdan değil, sevdiğimden diyorum böyle. Hiç birinin haberi yok, içimden onlara böyle seslenip de kendi kendime güldüğümden. Bir sürü hikâye anlatıp gülüyorum. Farkındayım, gülümsemem yüzüme de yansıyor. Yolda biri görse, kimbilir ne yaşadı da böyle gülüyor der. Oysa bir şey yaşadığım falan yok. Hepsi hikâye. Ha, az önce ayağımı otlar çizdi, ona mutlu oldum, o ayrı....


Giderken evde müziği açık bırakmıştım. Musa dedemin Yare Gidem türküsü çalıyordu tekrar modunda. Ben gelene kadar galiba on beş defa çalmıştır aynı türkü. Geçen gün, atölyeden çıkarken Şahin hoca anlatmıştı. Baki hoca varmış, bir arkadaşı. Dükkânını kapatırken müziği hiç kapatmazmış. "Ya hu, eşyalar da dinlesin biraz" dermiş. Sabahaca çalarmış müzik. Şimdi benim odamdaki eşyalar da kitaplarım da Musa dedemi dinlediler defalarca. İçeri girip uzanıyorum. Dedem, "yare gidem yare gidem, yaralıyım yare gidem/ bu derdi ben senden aldım/ dermana ben nere gidem" diyor. Otların ayağımı çizmesi gibi bir cızırtı hissediyorum yüreğimin ta en derininde. Üzgün değilim, bir garip mutluluğun içinde geziniyorum. Kitaplarımla göz göze geliyoruz. Onlar da... mutlular. Hem de nasıl...



23 Nisan 2024

Gültepe