Kimi geceler gökyüzüne dalıp gitmeme gerek kalmaz, zaten süzülür gibi olurum oralarda, çok uzaklarda dünya minik bir top gibidir ve onu avucumun içinde resmedebilirim. Bu sanatsal bir kopuş değil elbette, yere tutunamamanın imgelemi. Ben etten kemikten bir toprağım, buna rağmen kendimi bir salkım söğütle bile özleştiremem; kaldırım taşları arasına sıkışmış, kolları bacakları hafiften solmuş bir ot parçası bile benden daha çok anlayışlıdır, daha çok var olur ve daha farklı bir bağlamda başarabilir bunu. Ama insan, yere tutunamaz. Sıkılır, bunalır, kravatını genişletip eteğini kaldırır; toprak korkutucu gelir, ölümü çağrıştırır ona, ölümden başka her anlama gelmesine rağmen. İşte kimi geceler balkonumun çehresi, şu binalar ve bu direkler, şu yollar ve bu kanalizasyon kapağı beni yorar her yönden, kaçmak isterim. Bu mutsuzluktan kaynaklanmıyor asla böyle anlaşılmamalı. mutsuzluk yaratsaydı eğer beynimdeki zincirler, bunu da bir şeye, bir şekilde bağlayabilir, yine anlayışlı olabilirdim. Ama ben etten kemikten, belirli bir fizyolojik örüntü ve karmaşıklıklar silsilesinden var oldum, bunlar bazen insana yok olma isteğiyle boğuşması için sofra kurabilir. "Mutsuzum çünkü..." "Şu merdivenler midemi bulandırıyor." "Bu yol şuraya çıkıyor ve..." . Şimdi bu harfleri yerleştirirken buraya, nasıl da hissediyorum bir ot dahi olamadığımı ve bu beni ne olduğu belirsiz, kaybolma hissiyatı vermeyen ama bir yeri bilip tutunma isteğiyle de rahat bırakmayan bir olguya sürüklüyor. Evet, bu bir olgu, doğal bir oluş bitişi yok. Ne şimdisi vardır ne sonrası. Sadece vardır ve bununla yetinmek zorundasındır. Bu gizemli yerin insan dilindeki en anlaşılır karşılığı ise "boşluk". Bir gün birileri gülebilir buna, boşluğu böylesine doldurmamı saçma bulabilir ancak bilmeliler ki bir yere tutunup güvende hissedememenin ittiği bir çukurdur bu. Korkunç değildir, cennet de değildir, açık yeşille bezenmiş bir yayla da değildir. Dümdüz, kıyameti andıran bomboş bir arazi de değildir. Bazen, kimi koşullarda bir sebebe ihtiyaç duymayabilir sarmalamak için kişiyi, etten ve kemikten olmak yeterdi. Boşluk, hiçlik gibi gelebilir anlamsal olarak ama hiçlik için fazlasıyla küçük kalan bir terim olduğunu düşünüyorum. Hayır, hiçliğin kardeşi de değildir; belki kuzeni, ama bilmem kaç onuncu kuşaktan. İşte bu yüzden süzülebiliyorum işte, imgelem tamam orada görüyorum ve benliğimle onu tanımlayabiliyorum. Dokunamasam da yer çekimine karşı koyamasam da süzülüyorum işte. Buna kim karşı çıkabilir?

Şöyle böyle var olurken genelde kim olduğumu düşünmekten çok ne hissettiğime odaklanmaya çalışırım ama bu çok zordur. Hislerin bedene yansıdıklarını ufacık bir tınıda bile görebiliriz; bir gözün hareketinde, hatta gözün dikildiği yerdeki durgunluğuna, kirpiklerin birbirine çarpışında, nefes alışverişinde, ellerin duruşunda, ayakların yere değip değmediği durumlarda. Genelde görürüz ve anlarız da. Bir başınayken bunu fark etmek için çabalamak çok yorucu geliyor, bu yüzden birisi olsa ve beni analiz etse diyorum bazen. Elbette, bu da gururumu incitebilirdi, küçümseyici gelebilirdi, derinliğinden şüphe ederdim bu cümlelerin. Etmiyorum, yürüyorum, elim duvara değiyor, ayağım yerdeki oyuncağa çarpıyor; ben varım ama bir yere ait değilim.