Büyük divanın iki yanındaki boşluk eşit değildi, çünkü öncelik odaya ortalayarak yerleştirmek değil; divanın işlemeli, vernikli dolaplarını, duvarın rutubetten kabarmış kısımlarına denk getirip kamufle etmekti. Sarı kedi de sanki divandaki sigara deliğini saklamak istercesine deliğin tam üzerine kıvrılmıştı. Artık antika işlevi görecek olan tüplü televizyonun üzerine sakız gibi bir dantel seriliydi. Televizyonun durduğu vitrinde yıllardır kullanılmayan, özel bir misafire saklanmış olan kahve fincanları, likör bardakları muntazaman diziliydi. İnce bir tozla kaplanmış ansiklopediler, yaşlı vitrinin ayaklarına fazladan ağırlık yapıyor gibiydi. Koltuklar derin oymalı, karikatürize bir taht görünümündeydiler. Zigon sehpanın içindeki gümüş şekerlikte tarihi geçmiş rengârenk şekerler vardı. Uzun süredir eve bir çocuk girmediği belliydi. Duvarın birinde içi güneşten sarardığı için kirliymiş gibi görünen ahşap bir saat, diğerinde ise geyik motifi işlenmiş kırmızı bir kilim vardı. Kilimin tam karşısında ise yaşlı kadının hiç gidip görmediği bir Kapadokya tablosu asılıydı. Kimin getirdiğini hatırlamadığı bu tabloyu yıllardır uzun uzun izler, düşünürdü. Ahşap saatin tik takları, kendi zamanında kalmış bu ihtiyar evdeki tek sesti.
Yaşlı kadın ayaklarını sürüyerek girdiği odada bir of çekti. Bir şey arar gibi etrafa bakındı ve bulamamanın telaşıyla gerisingeri çıktı. Yürürken değneğinden güç alsa da birkaç adımda bir ofluyordu. Kedi yarı araladığı perdeli gözleriyle yaşlı kadına baktı, umursamaz bir tavırla tekrar uykusuna döndü. Mutfağa giren yaşlı kadın yine aynı aranan ama boş bakışlarla süzdü etrafı. Odaları dolaşmak onu yormuş olacak, kendini atar gibi bıraktı sandalyeye. Bir kalorifer böceği mutfak tezgâhını birkaç saniye içinde baştan aşağı dolaştı. “Ne arıyordum ben,” diye söylendi kadın. Artık her şeyi unutuyor, bu yüzden de kendisine çok kızıyordu. Televizyonu açtı. Çoğunu anlamasa ve spikerin hızına yetişemese de yine haber kanalını açıp, sesini neredeyse sonuna kadar yükseltti. Haber kanalından başka bir şey izlemezdi.
-Bugün İstanbul’da eşinden boşanmak üzere mahkemeye başvuran kadın, kocası tarafından katledildi-
Haberler iyice kafasını karıştırmıştı. Biraz evvel arayıp da bulamadığı için kaygılandığı şeyi, artık bulma ihtimali hiç kalmadığından, üzerine bir boş vermişlik çöktü. Canı kahve istiyordu ama bir anlığına kahvenin nasıl pişirileceği aklında canlanmamıştı. Kahve, şeker, fincan, cezve birbiriyle bir bağ kuramadan ayrı ve dağınık parçalar olarak boşlukta süzülüyor, katiyen bir araya gelmiyordu. Böyle olduğunda çok morali bozulurdu. Eskiden ne güzel yemekler, tatlılar yapan bu eller şimdi bir kahve yapma becerisinden yoksundu. Su içti. Sesli bir şekilde şükretti. Şükretmeyince kendini suçlu hissediyordu, şükrettiğindeyse bu ona ölümü hatırlatıyordu. Karnı acıkmaya başlamıştı. Gençliğinde her şeyi katık eder, yemek ayırmazdı ama şimdi muhakkak her öğünde et, kıyma istiyordu. Bunun tek sebebiyse, yediği her yemeğin alacağı son tat olma ihtimali yüzünden, en iyisi olsun istiyordu. Çok ömrü kalmadığının farkındaydı. Küçük bir kızın aniden zıplayarak mutfağa girmesiyle irkildi yaşlı kadın. Birkaç saniye bu güzel kız çocuğunun burada ne aradığını düşünse de çabuk toparlandı: Torununu bugünlük ona bırakmışlardı. Az önce odaları dolaşarak aradığı şey de bu güzeller güzeli küçük kızdı.
“Neredeydin be kızanım sen, gel öpeyim acık.”
“Olmaz yeni öptün ya daha,” dedi küçük kız. “Hani oyun oynayacaktık?”
“Oynayacağız ama dur bakalım sonra oynayacağız,” dedi yaşlı kadın.
-Sahte alkol yine can aldı-
Küçük kız televizyona bakıp omuzlarını silkti. Evde haber izlemesine müsaade edilmezdi. Ama herhangi bir çekiciliği olan bir yasak değildi bu, izin verilse bile izlemek istemediğini fark etmişti. Pencerenin kenarına gidip perdeleri sonuna dek açtı. Muzip gözlerle yolda ilgisini çekecek bir şeyler arandı.
“Açma be kızanım perdeleri, ayıp,” dedi babaannesi. Gözleri, sanki önemli bir şey olmuş gibi açıldı.
“Neden ayıp?” Babaannesi bu soru karşısında bir an duraksadı. Önüne bakıp düşündü.
“Ayıp işte,” dedi.
“Neden ayıp babaanne ya, dışarıda da görmüyor muyuz birbirimizi?”
“Yahu görüyoruz tabi de, ev kızanım burası,” dedi. Birkaç yudum suyla dudaklarını ıslattı. “Hiç çıkmıyoruz evden,” dedi yaşlı kadın. Huzursuz, tedirgin bakışları odanın içinde çaresizce dolandı. Ofladı, bir kez daha su içti. “Sanki evden hiç çıkmadım, buraya doğdum,” diye söylenir gibi fısıldadı. Gözleri yılgın bir kederle dolup dolu oldu. Canını sıkan bir şeyler olduğu belliydi.
“Gençken gezmiyor muydun babaanne,” diye sordu küçük kız.
“Geziyordum elbet,” dedi. Biraz düşünüp tereddütle devam etti. “Geziyorumdur… Ama hatırlamıyorum ki hiçbir şey,” dedi. Belki de gençken de gezmiyordu. Rahmetli babası çok katı bir adamdı. “Yaşadıklarımı ben mi yaşadım, ne yaşadım bilmiyorum evladım. Gezdiysem o zaman gezmişim. Bana şimdi lazım.” Kaşları çatıldı. Hayatını hiç yaşanmamış sayıyordu. Şimdisi yoktu, anılarda da yaşanmazdı ama hatırlasa ona da razı olacaktı. Sadece bugününü biliyordu, dünü silinmişti. Kalan son günlerini tek bir odada yaşadığını görüyor, kendine acıyordu.
“Şimdi neden gezmiyorsun o zaman babaanne?” dedi küçük kız. Çocukluğunun verdiği tüm saflık sorularına doğrudan yansıyordu.
“Dizlerim ağrıyor,” dedi. Derin bir nefes alıp değneğine baktı. Tek sebebi bu değildi, bahçeye çıkmasına bile izin vermiyordu oğlu. Düşüp bir yerini kırabilir ya da kafası karışıp kaybolabilirdi.
“Ben de hiç dışarı çıkamıyorum,” dedi küçük kız. Sokağı gösterdi. “Baksana, dışarısı o kadar heyecanlı ki… Bazen yolda çocuklar görüyorum, tek başlarına dolaşıyorlar. At arabası kullanan çocuklar bile var,” deyip gülümsedi. “Ne kadar güzel ama annem onlarla oynamama izin vermiyor,” dedi. “Her şey var dışarıda. Kediler, kaplumbağalar. Geceleri belki de canavarlar bile olur,” dedi. Yeşil gözleri kocaman açılmıştı. “Hepsini görmek isterdim ama annemle babam dışarı çıkmama hiç izin vermiyor,” dudak kenarları aşağı bükülmüştü. Odadaki iki kadın da üzgündü.
“Neden izin vermiyorlarmış?” diye sordu yaşlı kadın.
“Küçüğüm diye. Ama bak, sen büyümüşsün ama sen de çıkamıyorsun!” diye isyan etti. Büyüdüğünde de dışarı çıkamayacağı kaygısı kaplamıştı içini. Kaşlarını çatsa da bu onu sinirli göstermiyordu, sevimliliği hiç bozulmamıştı.
-Bugün mecliste kadınların sokağa çıkmasına karşı bir vekilin ‘kadın annedir, çocuğunun başında olmalıdır’ sözleri tartışma yarattı-
“Şimdi olmayınca bir kıymeti yok,” dedi yaşlı kadın. “Nerede bu kumanda kızanım, kapa şu televizyonu kafam şişti, boş boş konuşuyorlar.” Küçük kız bu talimattan mutlu olmuştu, şen bir cıvıltıyla kapadı televizyonu.
“Hadi çocuğum dışarı çıkalım.”
“Aa,” diyebildi küçük kız. İki surat da heyecanla parıldadı. Biri zıplayarak, diğeri oflayarak aynı anda kalkıp çıktılar mutfaktan. Birdenbire çocuksu, saf bir heyecan dolmuştu eve.
Sadece bayramlarda giydiği siyah eteğiyle beyaz ipek gömleğini dolaptan çıkarıp özenle ütüledi titrek elleriyle yaşlı kadın. Değneği yerine kocasından kalan oyma bastonu çıkardı sandıktan. Torunu çoktan hazırlanmış, kapıdan babaannesini izliyordu. Yaşlı kadın da giyinip son olarak divanın altında sakladığı para ve cumhuriyet altınlarının olduğu el çantasını aldı.
“Haydi bakalım,” dedi. “Gidiyoruz evlat.”
“Annemler kızmasın babaanne?”
“Bok yesinler! Neden kızacaklarmış?” dedi. Eteğinin kırışık olan yerlerini elinin tersiyle silkeler gibi düzledi. “Benim kaç günüm kaldı bilmem,” dedi. “Senin de çocuk yaşın bir daha gelmeyecek. Evde mi çürüyelim? Bugünümüz var çocuğum, kızmazlar yürü hadi,” dedi.
“Nereye gideceğiz babaanne, karşıdaki parka gidelim mi?”
“Parka her zaman gideriz evladım. Paramız var. Kapadokya’ya gidelim, hiç görmediğimiz yerleri gezeriz ne güzel,” dedi. Gözleri ışıl ışıldı.
“Nasıl bir yer?”
“Masal gibi.”
“Uzak mı?”
“Uzak ama otobüse biner gideriz işte fena mı? Bir dahaki gece oradayız.”
Ele ele çıktıkları sokakta kuyruğu dimdik bir kedi ve ılık bir bahar havası karşıladı onları. Bir taksi çevirdiler. “Otogara evladım,” dedi yaşlı kadın. Yaşlı kadın bir camdan, küçük kız öbür camdan, sokakta hızla yitip giderek arkalarında kalan, geriye akan evleri, çocukları, kedileri izlediler. İkisi de gülümsüyordu.