pencerelerin ardı sızan hıçkırıklarla dolu,

bir ev olmanın kaderi midir bu?

eşiğine uğramayan güvercinler yüzünden

şeffaf bir çarpıyla işaretli sanki her sokağın başı ve sonu.


betonlar kabak gibi gözümüzün önünde,

geçmişe simli elbiseler diken kadınlar mı kurtaracak bütün şehirleri?


bir yağmur yağıyor mahalleye, kadınların yüzleri kapanıyor.

ardından güneş açsa annemin gözleri ışıl ışıl.

simli elbiseler diken, güvercinleri çocukları gibi seven annem

rezidansların arasında bahçeli bir ev gibi ferah öylece duruyor.


ne acayip bir gezegen inşa ettiniz!

taşra yok, nehirlerin içinde kıpkırmızı karpuzlar yok.

kime merhamet etmeye uzansam, ellerim dibinden sökülüyor,

yeryüzünü yavaşça çekip alıyorlar ayağımızın altından


sözlerin arasında nefes kadar boşluklarda sıkışıyoruz,

aynı metrekare içinde, mevsim renkleri bile olmayan simsiyah kıyafetlerimizle.

bir de utanmadan,

hala 

toy ayaklarımızla güne yetişmeye çalışıyoruz.


ne zaman gökte bir uçurtma görsem -ki yıllar oldu-

yüksek bir dağdan aşağıya cesurca bakar gibi oluyorum.

işte bebeliğim bu benim,

kirli beyaz gömleklerim,

hiçbir evin ölü görmediği peygamber yeşili sabahlar.


ne zaman hatırlasam,

tombul güvercinler incecik ayaklarıyla

annemin ekmek kırıntılarının üstünde dolaşıyor.