Üşüyordu Ahmet hastaneden çıkarken. Aylardan Mayıs, günlerden cumaydı. Yağmur asfaltı delercesine yağıyor, rüzgar sanki şehrin pisliğini temizlemek istercesine esiyordu. Onca gürültünün arasında ıslak toprak kokusu sanki korkmayın, diyordu. Korkmayın, yağmurdan zarar gelmez. Doğruyu söylemek gerekirse bu şehrin insanları da severdi zaten böyle havaları. Ama onları hep bu güzel havalar mahvetmemiş miydi zaten? Ahmet, üzerindeki incecik hırkayla titreye titreye attı kendini dışarı. Soğuğu hissetmediğini söylese yalan olurdu. Üşüyordu ancak şu an bunu kafaya takacak değildi. Yağmuru hiç umursamadan sessiz sokakta yürümeye başladı. Kaldırımlar onu bekliyordu yine, hep beklerlerdi ama o dönüp bakmazdı bile onlardan tarafa. Yolun ortasından yürürdü. Bu sefer de öyle yaptı. Başı biraz ağrıyor, midesi bulanıyordu. Yediğim serumlardan olsa gerek, diye düşünüp takmadı kafaya. Yürümeye devam etti. Dışarıdan birisi görse bu yağmurun altında şemsiyesiz, ince giysileriyle önüne bile bakmadan yürüyen adamı deli sanırdı. Ama Ahmet bunu da düşünmedi. Hatta hiçbir şey yoktu şu an aklında. Bir ara, sadece kısacık bir saniye kadar sürede aç olduğunu hissetti. Belki bir yerlerde durup bir şeyler atıştırsam bulantım da geçer, diye düşündü. Saçmaladığını fark etti, yapmadı. Hiç durmadan, olabildiğince hızlı evine gitmek istiyordu. Kendini evinin ve karısının sıcak kollarına bırakmak. Eve gittiğinde bulacağı sofrayı, baş köşede oturan Oya'yı hayal etti, içi ısındı. Ama sonra saatin farkına varıp Oya'nın çoktan uyumuş olduğunu anladı. Yine de bu moralini bozmadı. Adımları daha da hızlandı. Yarım saate kalmadan apartmanın önüne gelmişti. Sırılsıklamdı ama az sonra evine gireceği için dert etmiyordu bunu. Etrafa bakındı, kapıcıyı gördü. Selam vermedi bu sefer. Başka kimse yoktu. Arkasını döndü, otoparkı inceledi. İşte oradaydı Oya'nın arabası. Park alanının her zamanki yerinde, en ön sırada ona bakıyordu parlak farlarıyla. "Ah güzel kızım, ne işler açtın başımıza." diye söylendi yapmacık bir sinirle Ahmet. Sabah sabah inat etmiş, bir türlü çalışmamıştı. Yıllar sonra ilk defa Oya'yı yolda bırakmıştı. Oya da taksiyle işine gitmek zorunda kalmıştı. Bir an o metal yığını parlaklığını yitirir, utançla sönükleşir gibi oldu. "Tamam tamam, bir şey demedik." diye söylendi Ahmet kendini affettirmek ister gibi. Sonra daha fazla dayanamadı, dış kapıyı itip hızla apartmana attı kendini. Paçalarından sular akıyordu, büyük ihtimalle kapıcı Hasan Efendi onu bir güzel azarlayacaktı yarın ama umrunda dahi değildi. Asansöre bindi, üçüncü katı tuşladı. O kısa sürede aynadan kendisine bakıp biraz çeki düzen de verdi ama pek mümkün değildi. En sonunda saçlarını parmaklarıyla geriye taramakla yetindi. Nasıl olsa şimdi eve girecek, Oya ona başlarda niye şemsiyesiz gittin diye kızacak olsa bile havlularını ve duşu hazırlayıp banyoya sokacaktı onu direkt. Karısını düşündükçe daha da ısındı içi, asansörden telaşla inip kapıya dayandı ama çalmadı. "Sürpriz yapalım bari hanıma." diye kendi kendine mırıldandı sanki çok gizli bir iş yapıyormuş gibi. Sırılsıklam cebinden anahtarı çıkardı, kapının deliğine sokup bir kere çevirdi ve işte. Evine girmişti. Arkasından bir de kapıyı kapayınca artık güvende olduğundan emin oldu. Ev sessizdi, beklediği gibi sıcak da değildi. Demek Oya kaloriferleri açmayı yine unutmuştu. Tatlı bir sinirle kafasını iki yana salladı Ahmet. Koridoru geçip mutfağa ulaştı. Masada dünden kalan bir tabak ıspanak ve açık camdan içeriyi serinleten rüzgar karşıladı onu. Alelacele camı kapattı, mutfaktan çıktı. Odasına geçerken duvardaki saate baktı. Saat çoktan on ikiyi geçmişti. Odasına girdiğinde sonunda istediği sıcaklığı hissetti. Bütün teni bir dalgayla ısındı, huzurlandı Ahmet. Oya yorganın altına girmiş uyuyordu. Onun nefes seslerini duydu, şükretti. Daha ne isterdi ki Allah'tan! Ev, sıcak bir oda, bir yatak ve güzel karısı. Her şey tamamdı işte. Üzerindekileri bir köşeye sıyırıp koşar adımlarla yatağa gitti, yorganın altına girdi. Oya sabah yerdeki ıslak çamaşırları görünce çok kızacaktı. Ahmet karısının diyeceklerini düşündü. "Ya Ahmet ıslak şey parkeye konur mu, şişecek şimdi. Of be adam." Kıkırdadı yaramazlık yapan bir çocuk edasıyla. Şimdi bunu düşünecek vakit değildi. Nasıl olsa alırdı Oya'sının gönlünü bir şekilde. Zaman geçtikçe yorganın altında her saniye daha da ısınan bedeni doyuma ulaşmadı, arkadan usulca biricik karısına sokuldu. "Oya'm..." diye fısıldadı gürültülü gecede. Karısı kıpırdandı hafiften ama uykusuna devam etti. "Ah öyle çok seviyorum ki seni." diye devam etti laflarına Ahmet. Geceleri eve girip karısını böyle ince nefes alış verişleriyle bulunca huzurdan dört köşe olur, gülünü bulmuş bülbül gibi dile gelirdi. "İçmedim, sarhoş değilim. Ama şu ayık halimle bile sarhoş ediyor nefesin beni. Nasıl ilk günkü gibi heyecanla kavruluyor yüreğim sana sarılırken. Nasıl muhtacım sana bir bilsen." Karısının yastığa dağılmış saçlarını okşadı, Oya'nın kokusu başını döndürdü Ahmet'in. Daha da tutkulandı sesi, huzurla titredi. "Can dostum, en yakın arkadaşım, güzel sevgilim. Dilimden şükür, kalbimden aşk eksik olmuyor seni düşünürken. Yanı başımdayken bile özlüyorum seni. Allah her şeyimi alsın, seni bıraksın bana. Bir an olsun şikayet etmem. Şükürler olsun yaradana ki, benim gibi aciz bir adamı seninki gibi narin bir ruhla karşılaştırdı. Şükürler olsun, şükürler olsun Allahım. İyi ki varsın." Sözlerini karısının mırıltılıları kesti. Bedenini yavaşça kocasına çevirdi Oya. Ahmet, şimdi dönecek ve neden geç kaldığımı soracak, diye düşündü. Uykudan uyandırılmış olmanın huzursuzluğu yoktu bu sefer Oya'nın yüzünde, huzurla parlıyordu yüzü karanlık gecede. Ahmet karısının yüzünü görünce daha da coştu. Uzanıp onu dudaklarından öpmek istedi, yapamadı. Bir şey onu durdurdu. Sonra Oya'nın omzundaki elini hissetti. Kocasını o itmişti, öpmesine izin vermemişti. Ahmet bir an çıldıracak gibi oldu.
"Yapma Ahmet, git bir elini yüzünü yıka. Kendine gel. İçi boş laflarla sokulma bana." Karısının sesi uykudan yeni uyanmış gibi gelmiyordu, hırslıydı. Şefkatten ilk defa bu kadar uzak, diye düşündü Ahmet. Telaşlandı, eli ayağına dolaştı. Demek karısı onun sarhoşluğuna vermişti bu lafları. Sinirlendi. "Oya ben sarhoş değilim, bunu söyledim sana. İçmedim, ne dediğimi bilecek kadar da ayığım." Oya'nın dudaklarına kapanan ince uzun parmaklarıyla bölündü lafları. Ahmet parmaklarını öpmek istedi karısının, yapamadı. "Ahmet, ayıl demiyorum ki ben sana. Uyan artık, kabullen. Aç şu gözlerini." Ahmet'in içindeki aşk, varlığını zerre yitirmedi ama nefretle bir oldu. Aşkla nefretin birleşmesinin bir yanılsama olduğunu ise ancak yıllar sonra öğrenecekti. Kalp de yanılsardı, eğer aşığın içindeyse. Öfkeyle solumaya başladı. "Oya, bana bak.Eğer yine o konuya gireceksen..." "Hangi konuya? Beni karşında düşmanın varmışçasına bıçaklamandan mı bahsediyorsun?" Hırsla sert bir tokat indirdi karısının al yanağına.Hemen pişman oldu sonra. Ne diyeceğini bilemedi, kızardı. Büzüldü oturduğu yerde. "İsteyerek yapmadım, biliyorsun." Oya sustu. "Sana diyorum! Cevap versene Oya! Gecelerce başında ağlamadım mı? Ölürsün diye korkumdan kendimi mahvetmedim mi? Söylesene, susma!" Oya sessizliğini korudu. Karanlık gecede belli belirsiz bir yaş aktı gözünden. Ve bir yıldırım gibi çarptı Ahmet'i gerçek. Anladı sonunda. Ama hala bir umut vardı değil mi? Oya hala konuşmamıştı. "Ben seni öldürmedim! Şükret Allah'a. Onun verdiği canı almak ne haddime! Öldüremedim bile seni." Sessizlik daha da derin bir hal aldı. Son gücüyle araladı dudaklarını. "Öldürmedim. Değil mi?" Oya gözyaşlarını elinin tersiyle sildi. Ahmet'e yavaşça arkasını dönüp tekrar yorganın altına girdi. "Hastaneye geri dön Ahmet. Böylesine soğuk bir gecede beni o morgda yalnız başıma bırakıyorsun bir de utanmadan."
Ahmet dayanamadı, ağlamaya başladı.