Yirmi sekiz yaşındaydım. Öğretmenlik mesleğinde dördüncü yılımdı. Yaz tatili olduğu için okula gitmiyordum. Kitabımı tamamlamak için bir kütüphaneye gidip günde dört beş saat çalışıyordum. Yine kütüphaneden çıkmış eve dönüyordum. Dönmeden önce evde kahve bittiği için çarşıya uğramak istedim. Bir de güzel bir fincan almayı düşünüyordum. O sıralar ruhsal olarak en kötü hissettiğim zamanlardan geçiyordum. Yapım gereği yaz aylarını pek sevmem. Ben kış ve sonbahar mevsimlerinin adamıyım. O mevsimlerde acımasız bir realizm vardır. Oldum olası kış mevsimlerinde hayatın gerçeğini daha iyi görür gibi hissetmişimdir. Belki de çocuklarla birlikte olmak beni daha mutlu ettiği için böyle hissediyorumdur. Bilmiyorum…

Ağır ağır yürüyordum. Saat beş buçuktu. Güneş yavaş yavaş batıyordu. Akşam telaşından herkes hızlı bir şekilde işlerini bitirmeye çalışıyordu. Bir tek ben ve güneş yavaş hareket ediyorduk. Çarşıya varmıştım. Biraz yürüdüm ve gördüğüm ilk züccaciyeye girdim. Büyükçe bir yerdi. Birkaç tezgah vardı. Birisine yanaşıp merhaba dedim tezgahtar kıza. Kahve fincanlarınız var mı? Dükkanın içine biraz göz gezdirdim. Sonra tekrar genç kıza baktım. Bu kızı tanıyordum. Kızı biraz süzüp sen benim öğrencim değil miydin diye sordum. Gülümsedi. Evet, hocam dedi. Bizim edebiyat öğretmenimizdiniz. İlk görev yaptığım okuldaki bir öğrencimdi. O zaman lise dördüncü sınıftaydı. Şimdi ise mezun olmuş ve burada çalışıyordu. Dört yıl olmuştu. Dolayısıyla ilk bakışta tanıyamamıştım. Ayaküstü biraz sohbet ettik eski öğrencimle. Ee nasılsın? İyiyim hocam siz nasılsınız? Ben de iyiyim teşekkür ederim. Okulu ne yaptın dedim. Liseden sonra devam etmedin mi? İmtihanlara hazırlanıyorum hocam dedi. Çok çalışkan bir kızdı. Bu zamana kadar kazanamamış olmasına şaşırmıştım. Neden bu kadar bekledin ki dedim. Bir ara okulu bıraktım hocam dedi. Bunu söylerken gözlerindeki hüznü okuyabiliyordum. O kız okulu kendi bırakacak birisi değildi. İçim burkuldu. Bir şey diyemedim. Sadece gözlerindeki hüznü izledim. O birkaç saniye birkaç yıl gibi oldu adeta. Yaşadığım sürece unutmayacağım. Güzel yazılar yazardı lisedeyken. Onun edebiyat öğretmeni olduğum için yazılarını benimle paylaşır fikirlerimi söylememi isterdi. Ben de okuyup yaptığı anlam ve yazım yanlışlarını işaretleyerek genel tavsiyelerde bulunurdum. Bir gün okuldayken yanıma bir veli geldi. Hocam nasılsınız dedi. İyiyim dedim hoşgeldiniz buyrun nasıl yardımcı olabilirim? Hocam Semiha son zamanlarda sürekli hikaye ve düşünce yazıları yazıyor. Onu yazmaya siz teşvik ediyormuşsunuz. Hocam biz kızımız boş işlerle uğraşsın istemiyoruz. İmtihanlara hazırlansın. Kız çocuğu nasılsa. Kazandı kazandı kazanmadı evde oturup nasibini bekler. Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. İyi de yazmanın boş iş olduğunu kim söyledi dedim kendi kendime. Kaldı ki ben edebiyat öğretmeniyim. Yazmaya teşvik etmeyeceğim de ya neye edeceğim? Kızın annesine bir şey diyemedim. Çünkü onda suç yoktu bunu biliyordum. Toplum bunu bekliyor ve bunu söylüyordu. Yazmak, çizmek, söylemek, oynamak boş iş. Fakat çok üzülmüştüm. Bu sözleri duyduğum için değil elbette. Semiha gibi iyi yazan ve potansiyeli olan bir öğrencimi geliştiremeyeceğim için. O da içindeki cevheri kaybedeceği için. Çünkü bu yıllar onun işlenmesi, yazı üslubunu ve tarzını bulması gerektiği yıllardı. Ben de onun edebiyat öğretmeni olarak yol gösterici olmalıydım. Ama olmadı. Semiha bir daha yazmadı. En azından yazdıysa da bana bir daha getirmedi. Şimdi bir züccaciyede çalışıyordu. Bana bakarken gözlerinde lise yıllarının heyecanını hâlâ görebiliyordum. O kadar kötü hislere bürünmüştüm ki nasıl bir fincan aldığıma bakmadan kasaya parayı ödeyip Semiha’ya hoşça kal diyerek çıktım. Yine ağır adımlarla eve doğru yürürken aklımda hâlâ aynı soru vardı: Acaba Semiha yazmayı bırakmış mıydı?