Evin somut bir yer olup olmadığı konusunu düşünmüşüzdür. Ev, klişe tabirlerle ailen neredeyse orası mıdır? İşaret ettiğin, uzlaştığın bir şey midir? Ev kavramının tüm somutluklardan ayıklandığında asıl anlamına ulaşabileceğini düşünüyorum. Çünkü insan; evi bellediği şeyi betonlarla, eşyayla ölçemez. Evin ta anne karnından bir coğrafyayı belirlemesinden sonra da ideolojik evler bulur insan kendine. Ona anlam yüklediğimiz ölçüde ev, barındığımız şeyin dışından bir şeyler söyler.


Ev, maceraya atılmadan önceki başlangıç durağı. Her şeyin başladığı ve tüm her şey olduktan sonra döneceğimizi düşündüğümüz bir kavram. Her masalda olduğu gibi kahraman bir yolculuğa çıkar, çeşitli zorluklarla karşılaşır, bu zorlukları aşmasında ona yardımcı olan bir rehber vardır ve her şeyin sonunda kahraman evine döner. Ev; bir döngünün hem başında hem sonunda yer aldığından olsa gerek, onu her maceranın içerisinden gözlemleriz. Hem ebedi bir dönüş hem de bizi tekrar kendine çeken endişeli bir rahatsızlıkla geçirilir evden uzak olmalar. Bir yola koyulduğumuzda seyirdeyken bile eve dönmenin ya sitemli ya da rehavetli yanını düşünüp dururuz. Bir an önce gitsem, şu olaylar bir bitse dediğimiz noktalarda çıkış noktası hep ev oluverir. Evinde hissetmek kaosun uzağında hissetmekle eşdeğer bir anlama bürünür. Yaratılış, evden çıkıp tekrar eve dönmenin çizgisinde seyreder. Joyce’un Dedalus’u “Evin hakkında yazacaksan önce evini terk etmen gerek.” diyordu. Evimi yeterince terk ettim mi, bilmiyorum. Ama yazmak için cüret ediyorum. Dedalus’un söylediğine göre konforun dışına çıkıp eve öteki olanın gözünden bakman gerekiyor. Ev burada kendi anlamının dışına da taşıyor. Sahip olduğun şeyi ondan ayrılmadan açıklamakta zorlandığımız gibi…


Ama ben tüm bu kavramların dışında evim dünyanın herhangi bir yerinde olsaydı ne olurdu sorusunu soruyorum kendime. Nedensellikleri bir kenara atıp beni oluşturan şeylerin içinde evin ne kadar yer aldığını soruyorum. Ortalama bir Türk genci ve baştan aşağı Anadolulu olarak bozkırın dışına çıkınca aklıma bu soru gelir her seferinde. Bir yerde olmak oraya ait olduğumu mu kanıtlar? Kısacası nerenin yerlisiyim? Belli başlı ana hatları vardır bizi bir şeylere bağlayan ve aitlik hissini yaşatan şeylerin. Bunlar en temelde ailemiz, sonra çevreyle ve somutluklarla kurduğumuz bağlarımızdır. Hepsini bir anlığına kaybettiğimizde bize ideal olan şeyin ne olduğu hakkında düşünüp sonuca varabilir miydik acaba? Yani bir anlığına Moğolistan'a ışınlanıp orada yaşam kurma, o yaşamı benimseme fikrini düşünsem buradakinden neden ve ne kadar farklı olurdu? Ya da Norveçli olmanın nimetleri beni ne kadar değiştirirdi? Elbette bir şeyler fark ederdi ama asıl amacım geleneklerden ve toplumdan feragat ettiğimizde bile bizi yaşama iten şeyin bizi “yerli” hissettiren şeyin ne olduğu… Açıkçası tam olarak bir yere ait değilim ben. Evet, bir yerde doğmuşum, evet, bazen nereli olduğumu da ele veriyorum. Ama bunlar Ulanbatur'da doğmuş olsaydım da yerli olmanın bir avantajı oluşunu açıklar mıydı? Milliyetçi bir varoluş imgesi olan yaşam pratiğinden söz açmak yerine bir süre sonra somut evini yadsıyabileceğin bir özgürlüğünün elinde olabilmesi üzerine düşünelim. İlle de eve dönmek kaderimize biçilmişse bizim de Oidipus gibi kâhinden lanetimizi anlatmasını beklememiz gerekiyor. Sonuçta ömrün eve dönmekle geçtiğini biliyoruz. Kovulmuş, sürgün edilmiş değilsek ve önümüzde atılacak bir macera varsa atılmalı, evin zihnimize işlenmiş bir kodu varsa o kodu değiştirecek şeyleri de bulmalıyız. İsmet Özel, “Eve dön, kalbine dön, şarkıya dön.” diyordu. Eve dönmeliyiz ama kaybolan bir ev varsa ortada ona ulaşmak daha da zorlaşıyor. Yola çıktığın yer aynı zamanda dönüşse evi kaybetmek yolu da kaybetmek demek oluyor. Ev eğer kalbimin olduğu bir yerse ben o evi bulamıyorum demektir. Şarkı? Onun tınıları kalbimin olduğu bir yerlerdedir umarım. Geriye eve dönmemi ve yerli olmamı sorgulayan tek bir soru kalıyor: “Kalbime döneceğim ama hangi yolla?”