Size desem ki dünyanın en eski aşk öykülerinden birini anlatacağım, onların hasret ve vuslat yurdunu tanıtacağım, ne derdiniz? 


Adeta birbirleri için doğan ve doğdukları andan itibaren birbirini arayan, kavuşmaya çalışan ve sonunda vuslata eren iki aşığın binlerce yıllık öyküsü bu!


Bu öyle bir aşk ki; tüm insanlığı geçmişten günümüze dek etkiledi ve etkilemeye devam ediyor. Buzul çağlarından sonra insanlar onların aşk öyküsüne dahil oldu, onlarla birlikte yaşadı/yaşıyor. 


Neler olmadı, neler yaşanmadı ki bu aşk boyunca? İnsanlar onların aşkını takip ederken, onlar ezelden ebede kadar gönül kapılarını tüm insanlığa açık tutup aşkları boyunca insanlığı da yanlarında vefalı birer dost gibi taşıdılar. 


Onların aşklarından başka derdi yoktu peki ya insanların?


Öykümüzün kahramanları iki nehir… hem de yurdumuzda doğmuş iki nehir.

Fırat ve Dicle…


Erzurum'un kuzeydoğusundaki Dumlu Dağı'ndan doğan Karasu ile Van Gölünün kuzeydoğusunda Alacadağ’dan doğan Murat suyu, Elazığ'ın Keban ilçesinin 12 km yukarısında görkemli bir şekilde vuslata ererler. Bu birleşme öyle şiddetlidir ki insanlar ona “uçarak gelen” anlamını taşıyan Fırat adını koyarlar.


Dicle ise Elazığ’da tektonik bir göl olan Hazar gölü ve Birklinçay adlı iki kaynağın buluşmasından doğar ve o da Fırat gibi dağları, tepeleri, çölleri aşarak güneye doğru akar.


Fırat, Dicle'ye göre daha uzun boylu, daha geniş, daha deli doludur. Aşkı Dicle ise yanan ve sarsılan bir dağın kızıdır. Daha içinde, daha derin yaşar aşkını. Fırat’ın sesini kalbinde duyan, onun sesiyle kendini çoğaltan, çağlayan, kalbi gürül gürül atan bir kızdır o… 


Onların birbirlerine kavuşana kadar yaşadıkları hasret dolu bölgeye insanlar genel olarak Mezopotamya dediler. Latincede iki nehir arası anlamına gelen Mezopotamya bu iki aşığın hasret yurdunun adıdır. Bu büyük hasret, bir görkemli şiir gibi tüm duygusunu çağlar boyunca yaşatmıştır. 


Günümüzde Toroslar, Basra körfezi, Zagros Dağları ve Suriye Çölü arasındaki alan olarak belirlenen Mezopotamya’nın kültürel sınırları ise gerçekte kesin olarak çizilemeyip batıda Suriye Çölü'nü aşıp Filistin ve Lübnan dağlarına, güneyde de Elam üzerinden doğuya doğru genişlemektedir.


Bu bölgeyi giriş gelişme sonuç şeklinde bölümlenen her öykü gibi üç bölüme ayırmış insanlar.  


Kuzey Mezopotamya aşıkların doğma ve yollarını bulma sürecinde olması sebebiyle pek hareketli olmayıp fazla değişiklik göstermemiştir. Bu nedenle üzerlerindeki kentler günümüze kadar taşınabilmiştir. 


Ancak birbirlerine en çok yanaştıkları orta bölge, adeta aşklarını gizli yaşar gibi derinden akmaları ve az yağış alması sebebiyle diğer bölgelere göre en zor koşullara sahip bölgedir. Aşıklar burada birbirleriyle derin ve gizli bir sohbete girmiş, insanlarla fazla ilgilenmemeleri ve yardım etmemeleri sebebiyle insanlar sulama ve baraj sistemlerini geliştirmek zorunda kalmış, aşıkların mahrem söyleşilerine kulak kabartmaya çalışmışlardır.


Vuslat bölgesi, Güney Mezopotamya ise aşıkların tüm yaşamlarını akıttıkları bölgedir. Yaşadıkları ne varsa, doğdukları andan itibaren taşıdıkları her şeyi buraya yığmışlardır. Burası en bereketli bölge olmasının yanında, aşklarının en şiddetli zamanlarını da yaşadıkları bölgedir; düzensiz kalp ritimleri sebebiyle bu bölgede daima bir değişiklik yaratmışlardır. Kâh suları taşmış kentleri boğmuş, kâh susuz bırakmış yeni kentler doğmuştur. Bu bölgeye Mısır’ın Nil’i gibi hayat vermişlerse de pek çok kent ve uygarlığı da öldürmüşlerdir. Günümüzde dahi bereketlerinin paylaşılamaması yüzünden kavgalara sebebiyet vermektedirler.


Bu bölge ilk zamanlar Sümer ve Akad uygarlıklarını doğurmuşsa da sonraları buraya Babilonya denmiştir. Başkentleri Babil de tıpkı nehirlerin vuslat yerine yaraşır bir buluşma yeridir. Babil tüm Mezopotamya'nın manevi ve zihinsel kalbini teşkil etmiştir. 


Neler denmemiştir ki onun için?

Şöhret ve sevinç bahşedilen, göklerin kudreti, tanrıların kralının şehri, tanrıların buluştuğu yer, barış getiren, düşmanları yok eden, Marduk'un evi, tanrının ve insanın yaratıcısı, kanunları düzenleyen, bilge şehir, kutsal şehir, ülkelerin bağı Babil…


Az zaman değil, yaklaşık 12.000 yıllık bir serüven bu, neler sığmaz ki? 


Bu iki aşık kalplerinde aşkla, hasretle birbirleri için yaratılmıştır. Bu aşktan etkilenen insanlar, onların görebilmek, yaşayabilmek için avcılıktan, göçebelikten vazgeçmiş ve onların bu ebedi aşk yolu boyunca konuşlanarak ilk kez yerleşik yaşama geçmişlerdir. 


Bu aşk insanlığın başlangıcına ilham olmuştur. Bu ilhamla insan türü her türlü düşünsel ve estetik yaratılarıyla bu tanıklığın izlerini taşıyacak eserler yaratmışlardır. ilk kez bu hasretlik yurdunda uygarlığa adım atmışlardır. Pek çok uygarlık yaşayıp yok olmuştur burada. Kentler, krallıklar, hanedanlıklar, imparatorluklar kurmuşlar, pek çok sülale, tanrı, kral, imparator, bilim insanı, sanatçı yaşamıştır. Pek çok zigurat, tapınak, sur, heykel, kabartma yapılmış, ilk yazılı eserler, ilk kanunlar burada yaratılmıştır. 


Belkıs'taki Zeugma Antik Kenti, bu kentte ortaya çıkarılan Mars heykeli, mozaik işlemeleri, Greko Romen şehir kalıntıları ve yine Hasankeyf'in eşsiz mimarisi, kazı yapılmayarak sular altına bırakılan Apemeia ve dört höyüğü, 18 uygarlığın izlerini taşıyan Amed surları, anılan tarihi eserlerden sadece birkaçı olarak bu ihtişamın ifadelerini taşır. 


İlk kara tahta, ilk okul, ilk meclis hatta ilk yasa, tam on bin maddelik ilk ansiklopedi. Dünyanın daha doğusunda Çinlilerin pirincini saymaz isek ilk tohum ekmek için burada evcilleştirilmiştir. İlk saban burada toprağı sürmüş, ilk kazma burada inmiş. İlk çiftçi yıllığı yazılmıştır. İlk insanlık kozmogonisi, ilk kütüphane, ilk aşk şarkısı, ilk edebiyat, destan ve ilk ninni tablete kazınmış ve hatta ilk tufan da burada kopmuştur. 


Bu coğrafya, kendi başına kutsal metinlerin, mitlerin, dinlerin, tarihin coğrafyasıdır aynı zamanda. Tanrıların yurdundan başlayıp tek tanrılı dinlerin yeşerdiği kutsal bölgedir burası. Boşuna mı demişler aşk kutsaldır diye? Tanrının gözleri de tüm insanlık gibi onların üzerindedir.


Bir bütün olarak Mezopotamya insanının yaratımları, ihtişamından ve estetiğinden günümüzde bile hiçbir şey kaybetmeden bugün bile insanlığa tanıklık etmektedir. Bu uygarlık tüm dünya uygarlığına ilham olmuştur. Dicle ve Fırat, hem etkileyen, hem de etkilenen bir aksiyonla, insanlaşmanın ortak paydasını bu hasret yurduna mal etmiştir. 


Mecnun Fırat, hasretli bir heyecanla kabararak aşkına kavuşmaya çalıştıkça bu hali zalimlikle tanımlanır zaman zaman. Çünkü Fırat aşkına kavuşmak için hiçbir engel tanımaz. Dicle de ondan aşağı değildir bu istekte. Kendini çoğaltarak sevdiğine taşma meylindedir. Ancak her güzelliğe sahiplenme arzusunda, hırslarına yenilen insanlar, onların arasına girmeye çalışmakta, üzerlerine köprüler, barajlar yapmakta, suları için birbirlerine düşmektedir... Çağrılarını duyup birbirlerine kavuşamayan Fırat ve Dicle zaman zaman umutsuzluğa düşmekte, hatta birbirlerine kırılarak ayrılmakta, mesafeleri çoğaltmaktadır.


Zaman zaman geniş ve susuz zeminlerde ayrı ayrı bedbaht akıp giderken haşinlikleri kalmaz iki aşığın. Kanlı gözyaşları akıtmaktadırlar bazen, hüzünlü hatta umutsuz bir feryada dönüşmüştür gür sesleri. Onların bu çilesine yer yer diğer nehirler de katılmaktadır gözyaşlarıyla. 


Ancak bu ayrılık fazla sürmez ve yeniden birbirlerine yakınlaşırlar, aşklarına dönerler yüzlerini. Karşı karşıya gelip seyrederler birbirlerini. Onların bu yakınlaşması insanlığın ilk uygarlaşma sürecini başlattığı yerdir. Büyük aşk insanları etkilemektedir ve onlar da etkilenmektedir insanlardan. Sonra birbirlerine doğru akmaya başlar sabırsız iki aşık.


Onların bu arzulu ve tutku dolu halleri, taraftarlarınca kavgalara, savaşlara neden olacaktır. Onlar anlamaz bu savaşların nedenini çünkü onların ki öyle bir aşktır ki herkese yeter saygıları ve sevgileri. Sıkılırlar bu karmaşadan ve yorulmuşlardır hatta, bazen öfkeden kabarmış, bazen içlerine çekilip sularından mahrum etmişlerdir insanları, engellenen aşkları nedeniyle. Son bir gayretle Şattülarap'ta el ele tutuşur, hasretle kucaklaşırlar ve sonsuza dek aşklarını yaşayabilmek için kendilerini Basra'nın derin ve güvenli sularına bırakırlar.


Bu kadim aşk ve hasret yurdu, günümüze miras olarak bıraktığı uygarlık ve tarihi değerleri ile birçok halk ve kavimlerin ve bunların yarattığı uygarlıkların ihtişamını barındırmıştır. 


Örneğin, tarihin başlangıcı yazının bulunuşuyla izah edilir. Aşağı / Güney Mezopotamya'da yapılan kazılar sonucu ortaya çıkan yazılı tabletler, yazının ilk burada bulunduğunu göstermiştir. Sümerlere ait olduğu tespit edilen bu tabletlerle tarihe yapılan yolculuk, heyecan verici ve daha öğreticidir. 


Bu zenginliğin yanı sıra yaşanan sosyal gerçeklik de bölge açısından yaşanan 5000 yıllık baş aşağı gidişi izah etmektedir. Başlangıçta imrenilen bu aşk, sonrasında kıskançlıklara, kötülüklere, kavgalara, savaşlara da sebebiyet vermiştir. İnsanlar bu iki aşığa sahip olmak istemiş, adeta onları ayırmak için uğraş vermiştir. Günümüzün trajedisi ise, uygarlığın yine burada kültür değerleri ve sosyal açıdan yok edilmek istenmesidir. Böylelikle tarih bilinci dumura uğratılmak ve son tahlilde halklar köksüzleştirilmek istenmektedir. Uygarlığı kendi yaratan insan yine kendi elleriyle yok etmeye çalışmaktadır. Katliam bu yönüyle amansızdır ve vurduğu her bir eser, bizlerin tarihle ve geçmişle diyaloğunu sağlayan birer canlı varlık olarak yok olmaktadır. 


Uygarlıklar, yarattıkları eserlerle her zaman kendilerini anlatmasını bilmiştir. Nitekim büyümesini ve uygarlaşmasını becerebilen toplumlar, tarihe doğru katılabilen bilinçli toplumlar olmuştur. Doğru başlangıçlar, gerçeklerden ve ispatlanmış doğrulardan güç alan başlangıçlardır. 


Arkeolojik kazılarla ortaya çıkarılan veya kalıntı biçiminde varlığını sürdüren tarihi eserler, tarihin dili ve uygarlıkların mesajlarıdırlar. Bu eserler, ait oldukları coğrafyanın veya halkların ortak çekim merkezi ve duygu odağıdır. Çünkü uygarlıklar, ortaklaşa yaratılan, belli bir zaman ve mekan içerisinde ete kemiğe büründürülen kültürel değerler bütünüdür. Bu değerler yeni nesillere, her zaman gelişmenin ve büyümenin olanaklarını yaratacak, seçici, hazır davranış modelleri ve bilgileri sunarlar. 


"Her birey kendi yaşı kadar değil, atalarının varlığı kadar dünyadadır" 


Egemenlerin sömürgeleştirme ve asimile etme politikaları göz önünde bulundurulduğunda, bahsedilen tarihi eserlerin birer direnç noktası ve moral değer oldukları unutulmamalıdır. Aksine savrulmak, egemen kültür içerisinde yozlaşmak ve her türlü imhaya açık olmak, toplumları bekleyen kaçınılmaz bir son olarak belirir. 


Çalınan eserler, sular altında kalan antik kentler, yıkılan köprüler, onarımsızlıktan dolayı dökülen sayılı eserlerin yanı sıra, yok olanların ve toprağa gömülenlerin, bugün Batı'da bulunan birçok müzede, Mezopotamya uygarlığına ait tarihi eserlerin bulunması tesadüfi değildir. Eserlerin kullanılmasında hem ticari bir mantık güdülmekte, hem içi boşaltılarak salt bir gösterim objesi olarak kullanılmakta ve hem de bölge halklarının kendi tarihsel değerlerinden koparılması amaçlanmaktadır. 


Bu topraklardaki yükseliş müthiş olduğu kadar, düşüş de oldukça trajiktir. Ama tarih, bu yükselişleri ve düşüşleri bir biçimde günümüze kadar saklayarak korumasını bilmiştir. 


Bu zenginliğe karşı girişilen barbarca yönelimler, aslında Dicle-Fırat boylarının, günümüzde yaşanan sosyal cüceliğini yeniden tarihe yaraşır bir yüceliğe ulaştıracağına duyulan öfkedir. Bu toprakların, tarihte olduğu gibi yeniden insanlığa yol gösterici olmasından duyulan büyük bir korku vardır. 


Benim istediğim şey; yarınımızı yaratmak için ihtiyacımız olan tarihimize sahip çıkmak, geçmişi aydınlatmak, dolayısıyla geleceğe ışık tutmak için dünya tarihinin kalbi sayılabilecek bu bölgenin; mitler, dinler, bilim, sanat gerçekliğinde ne denli önemli olduğunu vurgulayabilmektir.



Filiz Bedük / 2009