İlk defa 19 Ekim 1953’te yayımlanan Fahrenheit 451, 1950’li yıllardan günümüze ve daha da ileri geleceğe bir uyarı barındırıyor. Önceleri bilim kurgu eserlerin kitap ya da film, dizi fark etmeksizin geleceği öngördüğü ve gerçekleşmeden sunduğunu düşünürdüm. Şu anda da bu düşüncem çok değişmedi ancak genişledi. Artık bilim kurgu eserlerin geleceği öngörmekle kalmayıp geleceği değiştirebilmek için uyarı niteliğinde eserler olduğunu anladım. Belki bu düşüncem ileride daha da farklı şekiller alır. Kitabın sonundaki sesli ön söz kısmında yazarımız Ray Bradbury de "Ne de olsa ben geleceklerin önleyicisiyim, öngörücüsü değilim." diyerek bu düşüncemi destekliyor.
Peki 1950’li yıllardan bu yana ele aldığımız kitapta neler öngörülmüş ve bu öngörülerden hangileri gerçekleşmiş, hangileri önlenmiş olabilir? Bu sorunun cevabını, kitap her ne kadar 1953 Amerika’sında yayımlansa da, günümüz Türkiye'si üzerinden değerlendireceğim.
Kitabın henüz girişindeyken bizi yangın alevleri sarmalıyor, kitaplar yakılıyor. Bu sahne gözümüze korkunç ya da abes gelebilir ancak Fahrenheit 451’in bahsettiği dünyada kitap okumak bir suç unsuru ve doğal olarak okuyucu olan suçlular suç materyallerinin yakılmasıyla cezalandırılıyor. Peki bu kitapları yakan kimler? Cevap veriyorum: Devlet; itfaiyecileri kullanarak kitapları yakıyor. Evet, itfaiyeciler söndürmek yerine yakıyor. Tamam, bu gerçek dünyada, günümüz Türkiye’sinde olan bir olgu değil. Fakat romanımızda geçen bazı cümleler toplumun kendisinin süreç içerisinde kitap okumayı bıraktığını, kitap okumayı tamamen bırakmadan önce benim deyimim ile içerisi hem duygusal hem de bilgisel açıdan boş, süslü püslü, cicili bicili birkaç şey okumakla yetinilmiş. Güçlü, bir şeyler anlatan, aktaran ve hissettiren eserleri okuyan insan sayısı gitgide yok düzeyine inmiş. Sonra ise okuma eylemi tamamen kesilmiş. Ardından bir de kitap okumak büyük bir suç unsuru haline gelince, çoğu zaten okumayan toplumun içerisinde çıkan tek tük aykırı ayrık otlarını da biçebilmek için itfaiyeciler tutulmuş.
Geçmişimize baktığımızda Türk halkının genel olarak okumaya alışık olmadığı görülebilir. Matbaanın Türk kültürüne gelişinin bile uzun bir süreç aldığı gözlemlenebilir. Bunun sebeplerini tasnif etmek için apayrı bir yazı gerekli olduğu için bu konuyu es geçiyorum. Ancak kısa bir süre okuma oranı -en azından gazete okuma oranı- günümüze oranla daha iyi bir durumdaydı. Günümüzde ise hem gazete hem de kurgu ve kurgu dışı alanlardaki kitap, dergi okuyucu oranı gittikçe azalıyor. Bunun en büyük sebebinin insanların yorulmadan sadece eğlenmek istedikleri olduğunu söylersek sanırsam ki yanılmayız.
İnsanların eğlenceye düşkünlüğü konusu altında Fahrenheit 451'in dünyasına baktığımızda duvarlara monteli televizyonlardaki eğlence programlarını, saatlerce konuşup birbirini çekiştiren "oturma odası aileleri"ni görüyoruz. Günümüz Türkiye'sinde eğlence programlarının, uygulamalarının insanları avlayıp saatlerce kendileri ile ilgilenmesini sağlamaları bir yana; Fahrenheit 451'de oturma odası aileleri sayesinde varlığını anladığımız görüntülü konuşmanın, daha da genellersek, fiziksel olarak yanımızda olmayan insanlarla vakit geçirebileceğimiz sanal alanların günümüz Türkiye'sinde kapladığı alan o kadar çok ki yanımızda olan insandan daha çok yanımızda olmayan, ancak telefonda olan insana vakit ayırıyoruz.
Gelelim eğitim sistemi ve gençlerin durumuna: Kitapta okullarda beyinlerine bilgiler yığılıp okul sonrası vakitte içerisinde şiddet barındıran araba yarışları etkinliği dışında yapacak bir şey bırakılmayan bir gençlik ve belki de çocukluk görüyoruz. Bilgiden haşata dönmüş beyinlerinin tüm kızgınlığını gençler kavgalarda, araba yarışlarında zarar verme içgüdüsü ile çıkarıyorlar. Bu bahsettiğim durum kitap için geçerliydi gerçek dünyada; günümüz Türkiye'sinde bu durum çok daha fena.
Çocuklar okullarda kendilerini tanımaları gerekirken kendi özlerini kaybediyorlar. Tek amaç önem arz edilen tüm sınavları geçmek oluyor. Ne öğrendiği, neden öğrendiği önemli olmuyor; çünkü "Neden öğreniyorum?" sorusuna çok güzel bir cevap var: Sınav için. Peki "Neden sınav oluyorum?" Cevap: İş bulmak için. Peki "Neden çoğu kişi okuduğu bölümün gerektirdiği işi yapmıyor?" Cevap: ...
Son sorumuzun aslında birçok sebebi olabilir; mesela "mesleğimin gerektirdiği iş alanı dolu, işsiz kalıyoruz" cevaplardan biri olabilir, diğer bir yanıt ise "mesleğimi sevmiyordum, bana uygun değildi, bıraktım" olabilir. Bu durumda günümüz Türkiye'si için iki önemli sorun çıkıyor. Birisi mesleğini icra etmek isteyenlerin açıkta kalması ve yaşadıkları ekonomik sıkıntılar, ikincisi ise Türk Milli Eğitim temel amaçları arasında bulunan; "ilgi, istidat ve kabiliyetlerini geliştirerek gerekli bilgi, beceri, davranışlar ve birlikte iş görme alışkanlığı kazandırmak suretiyle hayata hazırlamak ve onların, kendilerini mutlu kılacak ve toplumun mutluluğuna katkıda bulunacak bir meslek sahibi olmalarını sağlamak" amacının gerçekleşmiyor olmasıdır.
Bir insanın mesleğini sevmemesi demek hem kendinin hem de mesleğinin etkisi altında bulunan toplumun olumsuz etkilenmesi demektir ki bu da görüldüğü üzere normal şartlarda Türk Milli Eğitiminin istemediği bir durumdur. Bu yazdıklarım Fahrenheit 451'in çocukların beynine bilgi yüklemesi kısmınla eş doğrultudadır. Peki kitaptaki araba yarışları ve zarar verme güdüsü günümüz Türkiye'sinde var mı?
Kendimce cevap veriyorum; zarar verme güdüsü çok daha ağır bir şekilde, sanal oyunlarla kendine yıllar önce yer edindi.
Fahrenheit 451'de üniversitelerin de hali yaman. Hepsi kapatılıyor, akademisyenler işsiz kalıyor. Hatta öyle ki bazı entelektüeller berduş olarak trenlerde, orada, burada yaşamaya çalışıp bir de önemli kitapları ezberleyerek, kitapların yeniden basılabileceği döneme kadar aktarıcılık görevi üstlenerek, bireysel ölçüde yapabileceklerini yapıp sorumluluklarını yerine getirerek bir parça kitapları okumaya çalışıyorlar. Günümüz Türkiye'sinde çok şükür bu yok; ancak akademilerden çıkan öğrenciler ne kadar nitelikli, verilen eğitimin kalitesi ne düzeyde; sorgulanabilir...
Ele aldığımız konular bağlamında baktığımızda; gelecek, bir korku ütopyası vadediyor.