1956 yılında İstanbul Üniversitesi öğrencileri bir dergi çıkarmaya karar verir. İsmi şu olur: "A Dergisi".
K. Özer, H. Yavuz, O. Kutlar, A. Bezirci, E. Cansever, D. Özlü, E. Öz, D. Hızlan, Ü. Tamer ve E. Uçarı'dan oluşan çekirdek kadro aralarında 10'ar TL toplar ve çıkarırlar dergiyi.
“A”, bir üniversite dergisinden çok bir edebiyat dergisidir. O dönemler İstanbul Üniversitesi'ne gelen gençler edebiyatla ilgileniyorsa ilk olarak “A Dergisi'ni” bulurlar.
Tıpkı Eskişehir'den İstanbul'a tıp okumaya gelen Fahrettin Cüreklibatur yani Cüneyt Arkın gibi.
Sinemanın yanı sıra, şiire ve öyküye de meraklı olan Cüneyt Arkın’ın ilk öyküleri burada, A Dergisi'nde yayınlanır.
İşte Arkın'ın 1960 Yılında A Dergisi'nde yayımlanan bir hikâyesi...
Keyifli okumalar...
"İnsan Çiti"
Beni orada buldular... Çatlak yerlerine yemek kırıntıları dolmuş kaba bir tahta masanın üzerinde başım bükülmüş gülüyormuşum. Önce korkmuşlar onlar, eşikten güneşin her gün odama düştüğü aynı yerin içinden geçerek usul usul yaklaşmışlar bana. Ben ölmüşüm.
“Zavallı” demiş biri.
Odada duvardan duvara pencere kenarlarına gerili örümcek ağları üzerinde sineklerin bahtsız çırpınışları varmış. Döşemenin bazı yerlerinden vücutları boğum boğum kurtlar çıkıyor, öteye beriye atılmış yiyecek artıkları üzerinden bana doğru yürüyorlarmış. Tam döşemenin üzerindeki güneşe gelince acele ediyorlar, kuyruklarını kıvırıyor dönüyor gidip bir zaman rutubetli koyu yeşil suların duvar diplerinde biriktiği yerlerde dinleniyorlarmış.
“Zavallı” demişler birkaçı. Yüzlerini parçalayan kokudan kurtulmak için elleriyle korunmuşlar. Sıvalar arada bir korkunç bir yürek sesi gibi düşüyor, ondan başka bir ses duymuyorlarmış. Bir de sandalye üzerinde katılan vücudumun çürüyüp çöken sızıntısını. Belki de sinekler diye düşünmüşler önceleri. Susmuş, adım attıkça bir toz bulutu içinde kıpırdıyan bacaklarını durdurmuş, başlarını eğip yüreklerinin atışını elleriyle tutup dinlemişler.
“Ne ki” demişler.
Birden olmuş bu, duymuşlar; etlerim sızım sızım dağılıyormuş. Korkmuşlar, koyu yeşil sularda serinlenen kurtlara basa basa kaçışmışlar sonra saatlerce ayaklarını aşağıda bahçede temizlemeğe çalışmışlar. Artık hiçbir şey konuşmuyorlarmış, kendilerine, yüzlerine adelelerine kıpır kıpır o şeylere dokunuyorlarmış durmadan, sonra birbirlerine bakıyorlarmış.
“Evet evet o ölüydü, fakat biz...”
O yana döndükçe pencerenin aralık perdesinden ötede itilip bırakılmış kirli eşyaları, kokmuş yemek tabaklarını, çizik çizik giyimlerini, parçalanan duvarları görüyorlarmış.
“Evet evet o iyice ölüydü.”
Fakat ıslak, yeşil canlı küçük şeylerin gizli yerlerime sokulduklarını, çoğaldıklarını duyuyordum. Şimdi yüzüm bitecekti; gözlerime geldiler, ağzıma burun boşluklarıma. Yüzüm bitti mi ölüyordum işte; o zaman sokaklar akşamüstleri, bomboş uyanmalar, korkunç rüyalar biterdi. Büyük şehirler, büyük geceler, büyük bahaneler biterdi yüzümle. Hareketleri canımı sıkıyordu, ıslıklarından iğreniyordum. Bir kıpırdasam kurtulurdum, ama gelmiyordu içimden, üşeniyordum, her şey bitsin bu kurtların çoğalmalarıyla diyordum. Denize giden kızları bir daha görmemek üzere, geride kalan şeyleri bir daha hatırlamamak üzere
Onların bahçede gelen fısıltılarını duyuyordum. Ayak seslerini… Sonra o trenin sesini dışarıda olup biten şeyleri duyuyordum. Güneşin büyümesini bile. Geceye kadar böyle sürdü sesler kesildi, birkaç köpek havladı. Uykunun ağır, karanlık elleri geldi sonra. Cesedimi alıp gömecekleri zamanı beklemeye başladım.
“Beklemek” dedim, ölüp ölmediğimi bilmeden bekliyeceğim. Ne kadar can sıkıcı bir şey bu. Ben bu zamana kadar ne yaptım, kaç yıldır bu odadayım bilmiyorum, bu kocaman odada kaç gecem geçti.. Geldiğimde iri-yarı bir kadın çıkartmıştı beni buraya, kalın kalın yüzü vardı.
“Burası sizin” dedi.
Etrafta bir masa –önce onu gördüm tek, bildiğim bu– bir sandalye, bir elbise dolabı ve bir yatak vardı. Sonra duvarların kuytu yerlerinde öbek öbek bir şeyler.. Bir pencere gördüm perdeleri yırtıktı. Öteki şeylerin ne olduğunu merak etmedim, şimdi de etmiyorum. O zaman onlar çürüyordu, kaç zaman masaya ellerimi dayayarak onların kullanılıp atılmış kaderlerinin kırılıp dökülmesini seyrettim. Bu bana zevk veriyordu. O gün ev sahibimin giderken söylediğini tekrarlıyordum. Gece gündüz.
“Onlar sizi hiç rahatsız etmezler”
Dışarıya çıktım da mı bu evin tenha, tepelik bir yerde olduğunu biliyorum yoksa söylediler mi farkında değilim. Hatta o kadar şehirden uzakta ki buraya kadar işleyen bir tren bile vardı. İstasyon aşağıdaydı, gün doğusuna düşüyordu penceremin buradan görüyordum. Onlar beni rahatsız etmiyordu, gündüzleri bir parça ışık düşüyordu üzerlerine o kadar. Gördüğüm şeyler kısa sürüyordu; birkaç ev eşyası, sonra güneş pencereyi geçip gidiyordu.
Şimdi günlerce şehrin en kalabalık yerlerinde bir oda aradığımı hatırlıyorum. Penceremin önünden geçen kalabalık yüzler, yalancı giyimler beni avutacak, gördüğüm insancıklardan bir mutluluk mu yaratacaktım. Gürültü bana güven veriyordu. İstesem her an her şeye sahip olacakmışım gibi geliyordu bana. Bu caddelerin tutkusu bir kadın aldatmasının önü, onulmaz vazgeçilmez sevdasıydı. Birşeyler buluyordum orada, ölüm bile olsa sevecektim. İnsanlar dirsek dirseğe değip geçtiler mi, göz göze geldiler mi, bana dokunmadılar mı. Artık hiçliğimi insanlar arasına sürmek bedenimi onlara gösterip ne olduklarını öğretmek, onların hiçbirşeyliklerinden bir arada acı duymaktan zevk aldığımı anlıyorum. Belki de bir pastahanenin camından kayıp geçen bir kadında, boyalarla hapsedilmiş bir dişi yüzünün serüveninde, erkeklerin sinemaya gidişlerinde neşesini kaybetmiş bir elde, sokaklarda isyanlarda etimin birer parçası, yüzümün parça parça hepsi, benim yaşamam, benim günahlarım olduğu için öldürdüğü adamın başından ayrılamıyan bir katil gibi oradayım. Ayaklarım kaygısız güneşler, karanlıklar boyunca dolaştı. Duvarlar taşıtlar ve yollar geçti önümden; üşüdüm, ıslandım konuştum. Sustum sustum konuştum. Ve unuttum. Tırnaklarım büyüdü, kirlendi; saçlarım enseme düştü, sonra döküldü. Yüzüm yandı. Ve bu odaya geldiğimde yorgundum, sadece yorgundum.
Onlarla karşı karşıya kaldım, bir yığın eşya. Kara örümcekler orayı bir yandan bir yana ağladılar. Sonra birkaç sinek düştü tuzaklarına. Eşyalar nemleniyor, yeşeriyor, gece gölgeleri duvarlara vuruyordu. Masamdaki ufacık sarı bir ışığın altına sokuyordum başımı, öylece kalıyordum. Bir gece aniden anladım.
“Bekliyorum” dedim. “bir şeyler bekliyorum gene”
Sesimi duymadım, yüzümü gördüm, açılmış koyu bir ağız kıyısı bıçakla çizilmiş gibi derin derin. Ötesi dümdüzdü, ötesinde bir şey yoktu.
Eşyalar ihtiyarladı durmadan. Artık masanın başından ayrılmıyordum. Yüzümü oraya dayamışım. Birkaç kere istasyona indiğimi söylediler, haftalarca kalıyormuşum. Bir duvara sırtımı dayayıp, ineklere bakıyormuşum. Hepsinin adını söylüyormuşum, hayatlarından birkaç şey anlatıyormuşum. Ev, güneş çocuk, aşk.. Fakat hiçbiri beni tanımıyormuş, bilmiyorlarmış.
Trenin sesini duyuyordum, birkaç kelimelik bir kalıştan sonra o istasyondan geçip giderdi. Pencerem, odam geride kalırdı. Perdelerimi aralamıştım, yolları iyice görüyordum.
Bir gün örümcek ağlarının tozlarındaki sinek ölülerinin arttığını fark ettim, kupkuru kalmışlardı. Gözleri açık hüzünlü bir saydamlıktaydı. Işığımın zavallı bir titremesi olurdu ölü sinek gözlerinde.
Eşyalar alçalıyor, çöküyordu gün geçtikçe. Fakat kaç gün. Masadan ayrılmıyordum onlarla karşı karşıya. Zamanla tahtanın katılığını duymaya başladım. “Onlardan bana bir zarar gelmez” diyordum.
Parmaklarım birbirlerine yaklaştıklarında odayı dolduran korkunç tıkırtılar çıkarıyorlardı. Kemiklerimi duyuyordum masanın üzerinde. Sonra eşyalardan kurtlar çıkıp odaya dağılmağa, duvarlara tırmanmağa başladılar. Geçtikleri yerlere pisliklerini bırakıyorlardı. O gece ağa takılan birkaç sinek inledi durdu. Kalkıp ilk defa kurtarmak istedim, olmadı. Yerimden kalkamıyordum. Biraz kıpırdasam masaya dayanan yüzümün yanı yüreğimi parçalayan bir ağrı veriyordu bana. Sineklerin kahırla ara sıra duran kıpırdamalarına bakıyordum. Unutmak için bir şeyler söylemeğe, düşünmeğe çalıştım. Aklıma iri-yarı ev sahibinin söylediklerinden başkası gelmiyordu.
“Onlar size hiç zarar vermezler, onlar size hiç..”
“Onlar size hiçbir zarar vermez”
İşte o zaman büyük şehirden ne kadar uzakta, şu eşyalarla yapayalnız kaldığımı anladım. Onları kıskanıyordum galiba. Birbirimiz kıskanıyorduk. Fakat ben ölsem bile oydum. İnsandım ben. Ağa takılan bir sinek, kurtlayan eşyalar değil. Bu içime korku verdi, onları kıskandığımı anlayınca ürperdim. Gözlerim masaya düştü, bütün gece yüzüme yakın çatlakları saydım. İçleri yemek kırıntılarıyla doluydu, sonra kurtlar geldi. Tren birkaç kere öttü. Kapım kapalı kaldı, bir ömür boyu gibi kapalı kaldı. Kimse gelmedi, beni görmedi. Sabaha karşı öldüm, açlık ve susuzluktan öldü desinler diye bir şeye el sürmemiştim. O eşyalarda batmayı görmenin ve ölmenin hüznü. İşte o zaman onları kıskandım. Sonra öldüm. Yaşarken tek gerçeğim de buydu benim.
Şimdi cesedimi alıp gömecekleri günü bekliyorum.
Fahrettin Cüreklibatır
Kaynak: A Dergisi, 28. sayısı (Mayıs 1960)