Gençken, henüz idealleri varken farklı olasılıklarla ileride yaşamının nasıl bir yöne evrileceğini düşünürdü. Ama asla bunu düşünmemişti, şu an yaşadıklarının bir gün başına gelebileceğini yakın çevresindeki kimse düşünemezdi. İnsan her hikayeye kötü bir son yazabilirken kendi hikayesine talihsiz bir kırılmayı yakıştıramıyordu.


Ülkenin kalburüstü üniversitelerinden birinin mimarlık fakültesinden güzel bir ortalama ile mezun olmuş, memleketindeki üniversitede akademisyenliğe giden yolları kararlılıkla tırmanmıştı. Güzel bir evliliği, bir memur çocuğu iken hayalini bile kuramadığı kadar rahat bir yaşantısı vardı.


Kötülükler ve talihsizlikler, iyi şeylerin aksine hep peş peşe gelir derdi annesi Cahide Hanım. Annesi bu günleri görmediği, söylediği sözde ne kadar haklı olduğunu yaşayarak anlamadığı için şükrediyordu Asaf. Acıyı yüklenecek bir yakına, bir kalbe daha tahammül edemezdi. Eşinin, ömürlük yoldaşının ölümüyle başlamıştı kötülükler silsilesi. Bir sabah beyne giden bir pıhtı, küçücük bir kan pıhtısı, sevdiği kadını ellerinin arasında cansız ve soğuk bırakıvermeye yetmişti. Cenazede kucağındaki kızıyla hayatının en kötü gününü yaşadığını düşünerek ağlıyordu ama henüz en kötüsünü yaşamadığını o an bilmediği için belki de şanslıydı.


Siyasi bir çekişme ile akademisyenlikten atıldığında eşinin ölümünün üzerinden 2 yıl bile geçmemişti. İlk önce birikimler erimişti yavaş yavaş. Eşi ile beğenerek aldıkları evi satmış, şehrin daha köhne bir semtine taşınmıştı. Bir iş aramaya başladığında kapılar yüzüne tek tek kapanınca anlamıştı durumun nereye gidebileceğini. Kızını iyi yaşatmayı, durumunun elverdiğinden de iyi okullarda okutmayı ve onu çaresizlikle tanıştırmamayı kafasına koymuştu ancak yapamamıştı. Koskocaman şehirde ona uygun bir düzenli iş bulamamıştı yıllardır. Çaycılık, tamirci çıraklığı, gasilhane hademeliği... Birçok ilana başvurmuş ama asla dönüt alamamıştı. Bazen bir hamallık işi oluyordu şanslıysa. İnsanların ''Bir sürü iş var, insanımız tembel de ondan çalışmıyor.'' dediği tüm işlere başvurmuştu. Ama çaresi kalmamıştı. Günlerdir doğru düzgün bir şey yiyemediği için kulakları uğulduyor, gözleri kararıyordu.


Kızının deftere eğilmiş sarı saçlı başını izledi bir süre; saçlarını, güzelliğini annesinden almıştı. Ona bakmayan, bir lokma vermeyen insanlar; onun ölümünden sonra kızına el uzatırlar mıydı ki? Aç ölmekten daha iyi değil miydi tüm ihtimaller? Ona kol kanat gerecek bir koruyucu aile olurdu belki; güzeldi, zekiydi ve uslu bir çocuktu.


Kızını oynaması için sokağa gönderirken evde kalan son ekmeğin içine salça sürerek eline tutuşturdu. ''Yarım saat sonra Emrah amcanı, babam bize bekliyor diyerek eve gönder olur mu canparem?'' dedi. Kızı tatlı sesiyle onu onaylayarak merdivenleri koşarak indi.


Kışları tel takarak soba borularını sabitlediği tavandaki askılardan birine geçirdi çamaşır ipini. Cenaze namazını kılmayacaklarını, ardından "Cehennemlik oldu zavallı" diyeceklerini düşünerek irkildi. Bu kadar yıldır kıldığı namazlardan, tuttuğu oruçlardan sonra her şartını yerine getirdiği dinin tanrısı, varlığından bir an olsun şüphe etmediği Rabb'i onu bir imtihanı geçemedi diye azabına düçar eyler miydi?


İpi boynuna geçirirken o şarkı geliyordu aklına, ölürken bir şarkıyı mırıldanıyor oluşunun saçmalığına acı bir tebessüm bıraktı. ''Ben kâfir değilim ama fakirlik kâfirdir.''



3 Temmuz günü Lübnan'da ''Ben kâfir değilim.'' notuyla intihar eden adam da dahil fakirliğin son durağa götürdüğü tüm insanlar anısına...