Trafiğin yoğun olduğu bir saatte karşıdaki yeşilliklerde bir kız çocuğu vardı. Elinde ağırlığından dolayı taşımakta zorlandığı beyaz poşeti ve mor pazar arabasıyla arabaları süzüyordu. Üzerinde dizlerine kadar gelen pembe montu, turuncu pantolonu, kahverengi çizmesi ve uzun saçlarını bağladığı kırmızı tokası vardı. Üşümekten yanakları kızarmış, burnu akıyor ve ellerini de montunun cebinde ısıtmaya çalışıyordu. Yavaş yavaş ilerleyen arabaları izlerken, trafiğin orta yerinde duran ağabeyi, küçük kıza elini sallayarak gel işareti yaptı. Beklediği sinyal ağabeyinden gelince poşetini ve arabasını elinde sıkı sıkı tutarak ileriye doğru sürüklemeye başladı. Arabanın tekerlikleri çimlere takıldığı için ilerlemesi hayli zaman aldı. Haliyle küçücük gücüyle içi su ve helva kağıdı dolu arabayı iteklemesi babasının yapması kadar kolay olmadı. Ağabeyinin yanına -arabalara dikkat ederek- gelince pazar arabasını yere koydu ve içinden bir tane su ve kağıt helvasını çıkartıp elinde tutmaya başladı. Utana utana önünde duran arabanın içindeki insanlara baktı. Camı açık olan arabaya biraz daha yaklaştı Arka koltukta kendi yaşlarında kız ve erkek çocukları, önde ise bir adam ve kadın duruyordu. Belki onlar alır diye umut ederek elindekileri uzatarak:


“Su ya da kağıt helva almak ister misiniz?” diye seslendi.

Kafasını çevirip bakmayan adam bir süre sonra kızı başından savamayacağını anlayarak “Bir bitmediniz ya! Almıyorum hadi Allah versin kardeşim!” diye sinirli ses tonuyla kıza söylendi.


Kız, adamın sesini duyunca irkilerek arabanın yanından uzaklaştı. Göz ucuyla ağabeyine bakınca onun da kendisine baktığını gördü. Gözleriyle sanki “olsun, üzülme” diyordu. Kız zaten üzülmemişti ki, sadece korkmuştu. Adam ses etmese daha iyi olurdu, öyle bir anda bağırınca arabadan inip döveceğini sanmıştı. Bir keresinde sokakta denk geldiği adama yine aynı soruyu sorunca adam bir anda kızın kollarını sıkarak iteklemişti. Öyle sıkmıştı ki kollarında parmak izleri kırmızı kırmızı kalmıştı. Kız o günü hiç unutamıyordu. Korkudan ağlayamamıştı bile. Donup kalmıştı. Sadece bir an önce kaçmak istemişti. O günü ağabeyine de anlatmamıştı. Hem anlatsa ne olacaktı ki? Ağabeyi ondan beş yaş büyüktü. Gidip adamı dövemez ya da kardeşini koruyamazdı. Çünkü daha kendisi de çocuktu. Bazı zamanlar yaşından büyük davransa, hatta içine yaşlı adam kaçmış denilecek laflar etse de sonuçta daha yüzünde tüyü tüsü olmayan bir çocuktu.


Kızın aklı daha deminki arabanın içinde bulunan insanlarda kaldı. Arka koltukta oturan kız ve erkek çocuğu hemen hemen onunla aynı yaşlardaydı. Hatta kızın da üzerinde pembe montu vardı ama kendisininki gibi yamalı ve pis durmuyordu. Sanki yeni alınmış gibi pırıl pırıl parlıyordu. Hem saçları da çok güzeldi. Temiz ve güzel taranmıştı. Oysa kendi saçları hiç de öyle değildi. Uzunlardı ama kirlilerdi. Her zaman yıkayamaz ve tarak da evlerinde bulunmazdı. Elleri ile düğüm olan saçlarını açarak kendince düzeltirdi. Yine de saçlarını severdi. Hatta o kadar çok severdi ki bir gün bitlenince babası mecbur saçlarını kesmişti. O gün o kadar çok ağlamıştı ki sabah uyanınca gözleri kocaman kocaman şişmişti. O yüzden bitlerden nefret ediyordu. Bir daha bitler ona gelirse asla babasına söylemeyecekti. Kendi kendine gitmesini bekleyecekti. Acaba arabadaki kızda da bit var mıdır? Galiba yoktur. Onun üstü başı çok güzel duruyordu. Aynı prensesler gibiydi. Onda bit olamazdı. O zaman neden kendi de o kız gibi değildi? Neden prenses olamıyordu? O kızın ne özelliği vardı ki? Neden farklılardı, anlam veremiyordu. O arabada kendileri olsa, ağabeyi yanında otursa, babası önde olsa ve annesi… Annesi o zaman belki yanlarında olabilirdi. Yine üzüldü işte. Böyle hayaller kurunca hep sonunda üzülürdü. Oysa hep güzel şeyleri hayal ederdi. Fakat talih bu kızın yüzüne gülmüyordu. Kurduğu hayalleri karşısına çıkartmıyordu. Yine de belkilere keşkelere sığınıyordu. Hayal etmeye devam ediyordu. Bir gün ya hayalleri gerçek olursa…