Pencerenin kenarından sızan ışığa karşı oturmuş, üstüne ortasında büyük yırtık olan battaniyesine sıkıca sarılarak duruyordu. İş olmadığı günler evde kalır, bir uğraşı olmadan sokaktan geçen hayatları izlerdi. En sevdiği şey geçenlerin hayat hikayesini bilmeye çalışmaktı. Market poşetiyle evine yürüyen amca ona göre iyi aile babasıdır. Karısına düşkün, çocukları ile oyun oynayan, memur maaşı ile geçinen orta yaşlı adam. Ya da diğer kaldırımda kulaklığını takmış, giyimi de güzel oğlan büyük ihtimalle yirmili yaşının ortasında hayattan beklentisi olmayan ve 'bugün hangi kafede oturalım' dışında kafasını başka dertlerle boğmayan birisiydi. Ya da her şeyin aksine dış görünüşün yansıtamadığı acılara göğüs geren birisiydi.

 

İnsanları gözlemlemek kendini iyi hissetmesine sebep oluyordu. Belki de sadece oyalanmak için bulduğu oyunuydu. Sadece kendi yaşamından kaçmak için farklı hayatlara sığınma duygusu. Bunu herkesin anlamasını beklemezdi. Bu nedenle de sır gibi sakladığı tek kişilik hayalet oyunuydu. Ona bu isimi vermişti. “hayal et”…

 

Ağabeyi Mert ve babasının konuşma sesleri kızı düşüncelerinden uyandırdı. Babasının homurtu eşliğinde inlemelerini işitince oturduğu yerden kalkıp yan odaya geçti. Betona değdiğinden buz kesen ayakları yavaşça kanepenin yanına kadar gitti. Alışık olduğu gibi masada duran ilaç kutusundan hap ve suyu alarak babasına uzattı. O sırada ağabeyi adama, “Baba vallahi yalan söylemiyorum, çıkan para bu kadar işte. Yarın sabahtan giderim akşama daha fazlasını getireceğim, söz” dedi. Yine aynı konuyu konuşuyorlardı. Para. Topladıkları paraları doğrudan babasına verirler, o da içkisini alır, bazen eve ekmekle peynir getirir -keyfi yerindeyse- yoksa gider akşama kadar batak oynardı. Böyle bazı günlerde de babaları daha fazla para istediği için çocukların sakladıklarını düşünür, en nihayetinde oğlu ile tartışıp evden çıkardı. Tabii paraları almayı unutmazdı. Yine aynısı olmuş, sesler yükselince adam montunu alarak evden dışarı çıkmıştı. Babasının gitmesi ile ağabeyinin yanına giden kız “ağabey bak sinirlenme tamam mı? Biliyorsun babamız bizi çok seviyor. Yani illa seviyordur ama gösteremiyor işte. Hem bir de hasta. Doktor dedi ya psikololuku bozukmuş. Bilerek yapmıyor yani yoksa seni de çok seviyor” dedi. Ağabeyinin bir anda çatık duran kaşları gevşedi, yüzünde tebessüm oluştu.


“Ya Dilan sen önce konuşmayı öğren hala bebek kaldın. Bir kere ona psikoloji denir. Neyse sen bunları boş ver de git montunu giyin, seni bir yere götüreceğim” dedi.


“A nereye gideceğiz ki? Söylesene lütfen lütfen!” dedi küçük kız. Yine de ısrar etmesine rağmen ağabeyinin ağzına yapışmış bir “sürpriz” kelimesi tekrarlayıp durdu. Umarım bu “sürpriz” güzel bir şeydir.


Pembe montunu giyindi, kapıda ağabeyini beklemeye başladı. Geldiğinde beraber evden çıktılar, içinde kelebekler uçuşuyordu. Haftalarca öyle yorgundu ki sokakta bu soğuk havada güneşin ağarmasıyla beraber çalışmaya gider, ta akşam vakitlerinde bedeni yorgunluktan bitap düşene kadar oraya buraya sürüklenir, en sonunda bedeni yatağa kavuşurken uykuya dalardı. Sonra yine hep aynı terane, dün, bugün, yarın… hep aynı monoton halde küçücük bedeni yaşar giderdi. Sokaklarda elinde su ve kağıt havlu satmak yerine arkadaşları ile oyun oynamanın hayalini kurardı. Uzaktan seslerini duysa da bir kere bile yanlarına gidememişti. Babasından kaç kere izin istese de hep olmaz cevabı ile karşılaşırdı. Sonralarında içinde kalan istek de kör olup gitmişti. Ama şimdi küçük bir filiz yeşermiş, ağabeyinin sürpriz dediğine sığınmak istemişti. Havanın soğukluğunu ilk defa umursamamıştı, içi kıpır kıpır heyecan ile dolmuştu. Acaba nereye gidiyoruz diye düşünürken ağabeyinin yönlendirmesiyle ne kadar yol yürüdüklerinin farkında değildi. Ağabeyi bir anda durunca hayallerinden çıkıp etrafında bakındığında sanki hala hayalin içindeydi. Düşlerinde ilerleme mi yaşamıştı? Hiç bu kadar ışıltılı, kocaman makinelerin olduğu bir yeri tahmin dahi edemezdi. Gözleri farkında olmadan dolup akmaya başlamıştı. O kadar çok ışıklar içinde dönen makineler var ki hepsine aynı anda bakmak istiyor, gözlerini bir salise ayırmadan hızlı hızlı her alete değdiriyordu. Ağabeyine dönüp baktığında minicik elleriyle sımsıkı sarılmıştı. Sonra bir anda aklına gelen kötü düşünceyle duraksadı “Biz buraya geldik ama ne yapacağız ki? Paramız yok ki…” İçine hüzün çöktü. Oysa çok istemişti bir tane ışıltılı makineye binmeye ama kim bilir bunlar çok pahalıdır. Babası hep derdi parayı öteye beriye harcayamazmışız. Kazancımızı ona verirsek bizim için en doğrusunu yapacağını söylerdi. Şimdi burada para harcasalar -ki ceplerinde yoktu da- babası öğrenirse çok azarlardı. Bunu fark edince suratı asılmıştı fakat ağabeyi söze girmeden elini cebine attı tıngır tıngır metal çarpa sesi çıkarttı. Dilan’ın dolu gözleri bir anda akmaya başladı. Tahmin edersiniz ki mutluluktandı.


“Babama parayı vermedim. O yüzden bu aramızda kalacak tamam mı? Bir de bu paramızı jetona çevireceğim bakalım nasıl oluyormuş, ona göre belki bir tane makineye binebiliriz.” dedi ağabeyi Mert.

Sonrasında her şey hızla gelişmişti. Nereden bilebilirdi ki hayatında böylesine bir etki bırakacak anın içinde bulunduğunu?

 

Mert kardeşinin yanından ayrılarak bozuk paralarını jetona çevirtmeye gitti. Geride kalan kardeşinin tek duası bir tane makineye binecek jeton edinebilmeleriydi. Ağabeyi Mert’i beklerken ayaklarına sürtünen yavru kediye baktı. Küçük elleri ile tüylerini severken kedi bir anda kızdan uzaklaşarak beş metre ileriye gidince Dilan şaşkınca kedinin gittiği yöne bakakaldı. Kediye sosis uzatan kız ile göz göze geldiği saniyede hemen onu tanıdı. Unutması mümkün değildi. içinde kıskançlıkla beraber kızın haksız yaşamına duyduğu öfkesi vardı. Şimdi de kediyi ondan çalmıştı. Her istediğini elde edeceğini sanan bu kıza olan nefreti bir anda içinde kıvılcımlar oluşturmaya başladı. Bu sefer istediğini almasına izin vermeyecekti. Hızla yanına giderek kediyi kucaklamaya çalıştı ki hesaba katmadığı kedi öfkeyle kızın kolunu tırmıkladı. Acı ile bağırıp kediden uzaklaşan Dilan’ın yanına o gün arabada gördüğü kız geldi.


“Çok acıdı mı canın? Burada bekle babamı çağıracağım.” dedi ve uzaklaştı.

Kıza beslediği nefret gözünü öyle körelmişti ki sinirinden sesini çıkartamadı zaten aynı saniyeler içinde Mert yanına gelebilmişti. Kardeşinin kolunu fark ettiğinde üzüntüsü iki katına çıktı. Hem jetondan sadece bir tane alması hem de kardeşini tek bıraktığı için kendine kızmıştı. Mert mecbur kardeşine jetondan yalnız bir tane alabildiğini o yüzden tek başına kardeşinin binmesi gerektiği söyledi. Dilan’ın tümden morali bozulmuştu oysa bugünü hayallerine bile sığdıramayacak kadar güzel geçireceği umuda kapılmıştı ama aksilikler ilk adımda önüne çıkmıştı.

Dilan, ağabeyine az önceki kızı su satarken arabada gördüğünü ve babasının -öyle tahmin ediyor- söylediği sözleri hatırlattı. O esnada kız ile yanlarına gelen adamla kafalarını o yöne çevirdiler. İşte tahmin ettiği gibi kız babasını çağırmaya gittiğini söylemişti, geldiğinde karşılaştığı adamın o arabada bağıran kişi ile aynı olduğuna emindi, bunu fark edince kıza beslediği kin daha da artmaya başlamıştı.


“Kızcağızım gel buraya da yara bandını takalım mikrop kapmasın” diye seslenen adama baktı.


“Hayır ben sizden yara bandı istemem. Hadi Allah versin.” dedi o gün adamın ona kurduğu cümleyi tekrar ederek. Fakat adamın anlamadığı gözlerinden belliydi.

“Kızcağızım neden öyle dersin gel hadi bak canın yanmasın diye sana aldım.” dedi adam. Uzatmak istemediği için yanına gidip yara bandını elinden aldı, ağzında teşekkürü mırıldanarak söyledi.


Tam iki kardeş yanlarından giderken diğer kız Dilan’ın kolundan tuttu beraber atlı karıncaya binmeyi teklif etti. Ne yüzle bunu derdi ki, bilmiyor muydu, Dilan kızı hiç sevmemişti.


“Hayır ben seninle binmek istemiyorum, zaten sen niye istiyorsun ki beni tanımıyorsun, sevmezsin.”


“Ben seni hatırlıyorum su satarken görmüştüm, babam o gün çok sinirliydi sana kötü sözler etmişti. Biz gittikten sonra babama çok sinirlendim hem aklım sende kalmıştı, keşke arkadaşım olsan diye düşündüm, yani olsan ne güzel olurdu değil mi? Bana da benziyorsun, saçların benimkiler gibi uzun ne güzeller... Bir kere arkadaş olalım mı?” dedi utanarak, elleriyle oynamaya başladı. Dilan kızın sözlerine şaşırdı. Hem o gün kızın böyle düşündüğünü tahmin etmiyordu hem de gerçekten hiç arkadaşı yokmuş gibi kendisi ile arkadaş olmak istiyordu. Nedense kıza beslediği öfke biraz olsun azalmaya başladı. Gerçekten acaba benziyorlar mıydı?

 

Mert kardeşinin kulağına eğilerek teklifi kabul etmesi gerektiğini söyledi. “Tek başına binersen sıkılırsın, hadi beraber binin ben seni burada bekliyorum.” dedi. Biraz tereddütte kalsa da ağabeyi böyle söyleyince kıza tamam dedi. Sonuçta haksızlık etmiş olabilirdi. Tanımadığı birini hemen sevmek zorsa sevmemek de zor olmalıdır diye düşündü. Kızla beraber atlı karıncaya giderken arkasına baktığında ağabeyi ile kızın babası yan yana durmuş adam, ağabeyine bir şeyler söylüyordu. Atlı karıncanın önünde duran görevliye ağabeyinin verdiği jetonu uzattı. Beraber içeri girdiler. Dilan’ın şu andan itibaren aklı gitmişti. Hala burada olduğuna inanamıyordu. Vakit kaybetmek istemeyerek bir tane atın üzerine bindi. Adını bilmediği diğer pembe montlu kız da önündeki ata binerek arkasını dönüp Dilan’a gülümsedi. Gerisi hayal gibi akıp geçmişti. Kaç kez tur attıklarını bilmeden yüreği sanki hızla giden bir arabanın içinde gibi hop ediyordu. Gözlerini etraftaki renklerden ayıramıyor, zaman onun için durmuş gibi hissediyordu. Makinenin durması ile kollarıyla sımsıkı tuttuğu atın tutacaklarından ayırdı. Kızla beraber indiklerinde,

“Ben Dilan, senin adın ne?” diye sordu. Kız da tebessüm ederek,

“Ben de Elif, şey… o zaman arkadaş olduk mu?” diye sordu. Dilan’ın içinde bugün kaçıncı kez kelebekler uçuştu bilemedi. İlk defa arkadaşı oluyordu hem de kendi gibi görünmeyen fakat kalpleri sanki aynı ritimde çarpıyor gibi bağ kurduğu birisi ile… Dilan kıza onay verdikten sonra birbirlerine sarıldılar. Elif, Dilan’ın mücadele ile geçen hayatına bugünkü atlı karıncada yer alan ışıltılar gibi girmişti. Dilan’ın yaşadıklarının zorluklarına belki beraber göğüs geleceklerdi. Neyi nasıl yapmaları, ne hissetmelerini bilmeyen ve ikisi de arkadaşlık tanımından bu kadar uzak olan bu on yaşlarında kız çocukları, farklı hayatlar içinde aynı sevgiyi öğreneceklerdi…