Birazdan Hivda Zizan Alp'in Fazilet Yalnız Değildir oyununu üzerine his, gözlem ve duyumsamalarımı okuyacaksınız. Baştan belirteyim, bu bir tanıtım yazısı değildir. Ama bir öneri yazısı olarak kabul edilebilir.



***

Yağmurlu, hissi koyu bir gündü ve yapılması mümkün hiçbir şey yapılası gelmiyordu. Arkadaşlarımın salonunda, mavi bir koltuğun üstündeydim. Geceye benzer bir öğlendi ve bir sürü şey "niye?" görünüyordu. Yine. Masadaki bardağın konumu bile içimi daraltmaya yetiyordu. Arkadaşlarımın salonundaydım. Ve yalnızdım.


İnsan kendine ait olmayan bir evin salonunda çok uzun süre tek başına kalınca ne düşünmelidir? İşte bunu düşünüyordum. Bundan sıkılınca yaklaşan seçimi düşünüyordum. (Hey gidi günler)

Sıkılıyordum.


Sıkıntım hafiflesin diye bir sürü şey denedikten ve hepsinde başarısız olduktan sonra telefonu elime aldım ve şu an bu yazıyı okumak için kullandığınız sitenin angarya hissi veren (özür dilerim Bubi, ama bazen gerekliliklerin böyle hissettiriyor) işlerini hallederek oyalandım. Bu oyalanmada da ferah bir etki bulamadım. Günün koyuluğu anksiyetemin en az yüzde ellisini galeyana getiriyordu. İçimdeki galeyanla pencereye yürüdüm ve bir sigara yaktım. Bir eve diğerlerinden daha uzun baktım. Çünkü benim eski evimdi orası. Ve gerçekten de her gördüğümde uzun uzun bakmamı gerektiren bir hikayesi vardı. Ben de o hikayeyi gerektiği kadar düşündüm. Sonra bitmiş bir hikayeyle mavi koltuğa uzandım.


Daha akşam olmamıştı ama parlak ekran teması çoktan gözlerimi ağrıtmaya başlamıştı. Yine de telefona bakmaya devam ettim. Telefona bakmaya devam ettikçe içim sıkılmaya devam ediyordu. O sıra, öngörülemez şekilde bir ilana denk geldim. Bir süredir karşılaştığım, gitmek istediğim ama zaman yaratmadığım bir oyunun ilanı. Bir arkadaşımın oyunu. Biraz afişe baktıktan sonra, tamam, dedim. İşte, günü lehine çevireceğin, şans. Üstüne düşünürsem vazgeçeceğimden şüpheyle, hemen, hızlıca aldım bileti. O kadar hızlı aldım ki, genelde böyle şeylerim uzun sürer, kendimle hafif gurur duydum. Keyifsizliğim hafifledi. Denk geldiği olumlu şeylere daha da olumlu anlamlar yüklemeye meyilli yanım hemen aldı eline sazı: Arkadaşıma, e hadi bakalım, Fazilet'in hikayesi neymiş, öğrenelim bu akşam dedi. O da o yanıma karşılık, oooo yaşasın dedi. Bir süre sohbet ettiler. Ben de şahit oldum.

Bir iki gülümsedim.


***

Birkaç saat -bence- hiçbir şey olmadan geçti. Mavi koltukta dört beş farklı pozisyonda uzanıp saatlerin bana tesir etmeden geçmesine şahit oldum ve sonra oyuna gitmek üzere çıktım evden.


Hava yağmurluydu ve sokaklar dünden kalma şeyler kokuyordu sanki. Bu yüzden dış mekan tasvirleriyle hiç ilgilenmedim. Daha çok önüme baktım. Kulağımdaki müziklere daldım. Mekan yürüme mesafesindeydi. Araca gerek yoktu ama şemsiyeye ihtiyaç vardı. Dolayısıyla şemsiyeli yürüdüm. Bu bana kendimi fazla önemsiyormuşum gibi hissettiriyordu. Anlık hislerin dışında, yürümek ne bir şey hatırlattı ne de bir şey unutturdu. Yürümem gerekiyordu ve yürüdüm. İkinci sigara bittiğinde İkinci Kat adlı mekanın önündeydim. Oyun burada gerçekleşecekti. Bir sigara da varmış olmaya yaktım. İzmariti atacak yer aradım. Bulamadım. Mekanı bu açıdan biraz eleştirir gibi oldum. Sonra bu eleştiriden vazgeçtim. İzmariti cebime koydum. İçeri girdim.


Güler yüzlü ve güzel kokan (bu aralar kokuları çok daha net aldığımı hissediyorum) insanlar tarafından yönetilen, samimi, şirin bir yere benziyordu burası. Mekan giriş kattaydı ve adı İkinci Kat'tı. Neşem yerinde olsa, buranın adı neden İkinci Kat diye sorar ve böylece bir sohbeti başlatırdım ama sormadım. Gerektiği kadar konuştum ve biletimi teyit ettirdim. Bu gerçekleşirken bir sorun çıkacak sandım. Ama çıkmadı. Teşekkür ettim. Gülümsedim ve dışarı çıktım. Oyuna hazırdım evet, ama kalabalığa henüz hazır değildim. Kendime yağmursuz bir yer buldum. İçime bir şarkı kurdum. Söyledim, söyledim, durdum.


***

Yaklaşık on dakika sonra gelişen insan hareketlerinden sahnenin açıldığını fark ettim ve içeri girdim. Birazdan nasıl bir oyuna şahit olacağımı bilmiyordum. Ve bu hiçbir şeyi değiştirmiyordu. İnsanlara karışıp onlardan biri oldum, gibi yürüdüm. Sahneyi arkadan ve ortadan gören, tenhalığını yeterli bulduğum bir yere oturdum. Çok yakınımda kimse yoktu. Bu iyiydi. Boş sahneyi seyretmeye başladım. Evet, içeriğe dair pek bir fikrim yoktu ama sergileyecek kişinin zekasına dair bir şeyler biliyordum. Yeterliydi. Niteliğe ait endişe duymadım. Sonra sahne karardı. Oturuşumu düzelttim. Ne kadar merakım varsa dirilttim.


***

Oyun karanlığın içinde yankıyan bir şarkıyla başladı. Garip bir andı. Nerede olduğumu neredeyse unutmuştum. Şarkı vardı, karanlık vardı. Karanlığın içinde zor seçilir karartılar vardı. Derken şarkı bitti ama sahne aydınlanmadı. Birazdan olacakların merakıyla karanlıktan seçilemeyen sahneye bakarken birden yüzümde bir telefon flaşı hissettim. Parlak ışıklardan nefret eden biri olarak, gözlerimi o parlaklığa hiç kısmadım. Çünkü sanıyorum ki, bu da oyunun bir parçasıydı. Ve oyun böyle başlamıştı. Fazilet adında bir kadın, karanlığın içinde, elinde parlak bir ışıkla hepimize yüksek sesle bir şeyler söylemeye başlamıştı. Hiçbir niyesi yoktu ama hoşuma gitti bu. Şu an olan şey ilginçti. Ve bu yeterliydi.


***

Ne kadar karanlıkta kaldık bilmiyorum ama ışıklar açıldığında artık zamana ve mekana alışmıştım. Hivda'nın, bana göre öngörülemez şekilde gelişen cümleleri, tavırları, şakalarıyla zamana ve mekana aşinalığım arttı. Gözlerimdeki kaşındıran parlaklık hissi hızlı geçti. Ne seyredeceğimi bilmediğim için gerçekleşen her şey bana sürpriz oluyordu. Sahnede bir kadın, sanki o an aklından uyduruyormuş gibi doğal bir şeyler anlatıyor, ben ve tanımadığım onlarca yabancı onu seyrediyorduk.


Ön sıradakiler, oyunu yakından izlemenin yanında sahnedeki kadının, yani Fazilet'in ani sorularıyla da muhatap olarak oyunun birer figürü oluyorlardı. Bazen. Ben figür olmayacak kadar uzaktaydım. Yine de hafif heyecanlandım. Birazdan ne sorulacak bilmiyorum ama karşılığında zekice bir şey söylemem gerekecek gerginliğini birkaç saniye yaşadım ve saldım. Sahnedeki, arkadaşıma benzemeyen kadın, arkadaşıma o kadar benzemiyordu ki, bir yandan bunun bir başarı olduğunu düşünüyor, diğer yandan acaba şu an nasıl hissediyor diye sorguluyordum. Onun adına heyecanlanıyordum.


İlk "nasıl unutmuyor bunca şeyi" şaşkınlığım o sıralar gelişti. Oyundan hiçbir şey beklememem gerektiğini de o ara anladım. Geldiğim bir oyundu ve ben doğalı seyrediyordum. En iyi gösteri, gösteri değilmiş gibi sunulandır, fikriyle ilk arkadaşım adına ilk gururlanmamı burada yaşadım.


İyice andaydım. Günün katılığına merakım azalmıştı. Bunu seyrettiğim şey sağlamıştı. Bu anın ihtimalinin parayla satın alınabilir olması garip. Diye düşündüğümü hatırlamıyorum. Ama buna benzer şeyler düşündüm. Birkaç kez onun yerine koydum kendimi. Acaba yapabilir miydim diye sorguladım. Deprem olsa burası yıkılır mıyı sorguladım. Oturuşumu sorguladım. Ellerimin duruşunu sorguladım. Oyuna döndüm tekrar. (Sanırım böyle olmuştu.)


Oyunun rengi belli oldukça bence salondaki herkes izlediğinde başka başka yerlerden benzeyişler, ortaklıklar buluyordu. Sahnedeki kadın, karakterini doğal değişimlere uğratıyordu. Biz de onunla onun bize keşfettirmek istediği şeyler keşfediyorduk. Etrafımdakiler niye ve nasıl buradaydı bilmiyordum. Ben onu ilk kez izliyordum. Nedense, bir yerlerde denk gelsem de, rol aldığı dizileri hiç izlemedim. Televizyon karşıtlığım bana bunu yapıyor olabilir. Evdeki televizyonu muhafazakar biri gibi görmeye başlamış oluşum bana bunu yapıyor olabilir. Televizyonların sunduklarının çok büyük bir kısmının gerçekten beş para etmez şeyler oluşu bana bunu yapıyor olabilir. O an, yani ilk kez gözlerini dik açıyla görebildiğimde bunların hiçbirini düşünmüyordum.


Sahnedeki kadın, kendinden o kadar emindi ki, o kadar sahnedeydi ki, buraya ait olmayan bir şeyi aklımda uzun tutamıyordum. Tabii her şeyin yanı sıra, artık Fazilet'i, yani kahramanımızı anlamaya başlamıştım. Niye kurulmuştu bu oyun? Bir sebebi vardı ve ben ve bence salondaki birçok kişi bunu anlamaya başlamıştı. Oyunun trajik olduğuna tam ikna olacakken Fazilet, yaptığı bir şakayla veya salondakilerden birine yönelttiği bir soruyla bizi trajedi hissinden komedi gevşemesine taşıyordu.


Tüm bunlar gelişirken; Fazilet, rolünü doğalı gibi icra ederken, bir yandan da 'bir eksik görürsem tamamlayayım'ın şüpheci bakışını taşıyordum yüzümde. Sanata teknik bakınca duyumsanan haz azalır mı diye de sorguluyordum. Ben tam bu sorgudayken Fazilet'in gözlerini yine dik açıdan gördüm. Kusur görmeyi unuttum. O benim arkadaşımdı ve onunla gurur duyuyordum. Ve böyle hissederek ona kıyak geçmiş olmuyorum. Sadece bir seyirciydim. Herhangi biri olarak böyle hissediyordum. Yine de bir iki yerde bu kısım şöyle ele alınabilirdi belki demeyi ihmal etmedim.


Tabii o sıralar böyle bir şey yazacağımdan haberim yoktu ki bu yazıyı da oyundan herhalde üç hafta sonra yine anlık bir denk geliş üstüne yazıyorum. O yüzden nerelerde bunu hissettiğimi hatırlamıyorum. Biraz zorlarsam hatırlarım ama kendimi bu konuda zorlamak istemiyorum.

Çünkü hafızam, oyun sürüp giderken, bunca şeyi nasıl unutmuyor, bu cümleleri kurarken nasıl hata yapmıyor, nasıl bu kadar anda olabiliyor diye hayret edişlerimi kalıcılaştırdı.

Fazilet'in hepimizin şahit olduğu veya şahit olana şahit olduğu hikayesini kalıcılaştırdı. Fazilet Kimdir? Ve neden yalnız olmaması gerekmektedir bu fikri kalıcılaştırdı.


Kendinize bir: iyi ki deneyimledim hafızası. İyi oyundu hafızası. İyi fikirdi hafızası. İyi hikayeydi hafızası dahil etmek isterseniz; Fazilet'in kim olduğunu ve neden yalnız olmaması gerektiğini öğrenmek isterseniz, oyun sürüyor. Ve sürecek...


***

Fazilet Yalnız Değildir bir kişiden ziyade, bence, bir koşulun veya durumun hikayesi. Maalesef şeklinde anılan bir durumun veya koşulun hikayesi. Ama eğer her şeyin üstüne yeterince düşünürseniz, eve dönüş yolunda oyuna dair mutlaka birkaç iyi ki de bulacaksınız. Ben buldum. Siz de bulun diye bu tarafsız hisleri buraya bırakıyorum.


Şimdiden keyifli seyirler.