Felsefe tarihçileri yeni olan hiçbir şey yoktur, derler. - Immanuel Kant


İnsanın adım attığı yerdeki izlerin tarihi varsa, insanın olduğu yerde de felsefe vardır. Lakin felsefe, dünün felsefesi olmaktan farklı olarak dünün felsefesiyle kendini yenileyen (yani birbirlerini onaylayan veya reddeden iki filozofun arasında uçurum değil, aksine onları bağlayan bir zincir vardır), yeni sorunlara yelken açan, onu kendi zamanına uyarlayan ve özgün bir düşünsel-inşa ilmidir. Onlarca sebepten sadece bunu ileri sürdüğümüzde bile felsefenin diğer tüm ilimlerin anası olduğunu, adeta emekleyen bilimleri yaratıp onları emekleyerek ilerlemesinden ayaklanmaya kadar yetiştirdiğini söylersek abartmış olmayız. Felsefe tarihi ise bize yalnızca iki sözcüğün yan yana gelip yüzlerce kitabın başlığı olmaktan çok daha fazlasını verir. Eduard Zeller, felsefe tarihi diye bir şeyin olup olmadığını sorar. Lakin bunu sormasının esas sebebi Yunan felsefesinin neden başlangıç olarak kabul edilmesi gerektiğini göstermek içindir. Bu tartışmanın (felsefe nerede başladı?) bin yılı aşkın olduğunu söyleyebiliriz. Derinlere baktığımızda esas olarak buna ilk değinen filozofun Aristoteles olduğunu görürüz. Bu şaşırtıcı değildir, çünkü Aristoteles birçok şeyin ilkidir, tıpkı ilk felsefe ve bilim tarihiçisi olduğu gibi. Bu büyük filozof çeşitli sebeplerle ilk doğa filozofu olarak Thales'i gösterir. Konuya bilgenin ne olduğunu sorarak başlar. Şüphesiz her şeyi bilen veya her şeyi bildiğini iddia eden varlıklara değil, bilgeliğin peşinde olan olana bilge denir. O her şeyi anlamaya çalışan, ilk sebeplerle uğraşan, görünenin ardındaki gerçeği arayan, bilgelik sevgisi ile içi yanıp tutuşan, bilgiyi bilgi için, herhangi bir yarar veya çıkar için değil, isteyen ve arzulayan kişidir. Daha açık olması uğruna Aristoteles'ten şu pasajı aktaralım:


Önce bilge kişinin her birini ayrıntılı olarak bilmemekle birlikte, mümkün olduğu ölçüde her şeyi bilen bir kişi olduğunu düşünürüz. İkinci olarak güç ve insanlar tarafından bilinmesi kolay olmayan şeyleri bilme gücüne sahip olan insanın bilge kişi olduğunu düşünürüz (Çünkü duyu algısı, bürün insanlarda ortak olduğundan, kolaydır ve Bilgelik’le hiçbir ilgisi yoktur). Sonra bilimin her dalında nedenleri daha kesin bir biçimde bilen ve öğretme gücüne sahip olan, daha bilgedir. Sonra bilimler 15 arasında kendileri için ve sırf bilmek amacıyla aranan bilimler, sonuçlarından dolayı aranan bilimlerden daha fazla bilgeliktirler. Nihayet yönetici bir bilim, bizim gözümüzde, kendisine tâbi olan bir bilimden daha fazla bilgeliktir. Çünkü bilge kişi, kendisine emredilen kişi değildir; tersine onun başkalarına emretmesi gerekir.

Bilimlerin en kesin olanı ise aslolanın (ilk ilkeler) bilimidir. Bir bilim ne ölçüde nedenleri araştırıyorsa o ölçüde öğreticidir. Çünkü öğretmek, her şeyin nedenlerini söylemektir. Sonra bilmek ve anlamak için bilmek ve anlamaya, en çok, en fazla bilinebilir olanın bilgisinde rastlanır (çünkü bilmek için bilmeyi seçen kişi, her şeyden çok en gerçek anlamda bilgiyi seçecektir. En fazla bilinebilir olanın bilgisi de böyle bir bilgidir). Şimdi ilk ilkeler ve nedenler en fazla bilinebilir şeylerdir. Çünkü onlar sayesinde ve onlar aracılığıyla bütün diğer şeyler bilinirler. Onların kendileri, kendilerine bağlı olan şeyler aracılığıyla bilinmezler. Her şeyin hangi amaçla yapılması gerektiğini bilen, bilimler içinde en üstün, herhangi bir tâbi bilimden daha üstün olan bilimdir. Bu amaç, her şeyin iyiliği ve genel olarak doğanın bütününde en yüksek iyi olan şeydir. Bütün bu ölçütler, söz konusu adın aynı bilime ait olduğunu göstermektedir, Bunun ilk ilkeler ve nedenleri araştıran bir bilim olması gerekir. Çünkü iyi olan, yani erek, nedenlerden biridir.

(Aristoteles, Metafizik)


Aristoteles bu sözlerinden sonra bazılarının bu tür bir şey için peşinde koştuğunu bazılarının ise ihtiyaçlardan dolayı bunu aradığını söyler. Lakin ilki kesinlikle daha çok bilgelik peşinde koşmaktadır. İkincisine örnek olarak ise Mısır'ı verir. Bu yüzden matematiğinde ilkin orada ortaya çıktığını söyler. Bunun hemen ardından şu cümleyi kurar: Zira orada ruhban sınıfının boş zaman geçirmesine göz yumuluyormuş. Gerçekten de felsefe, düşünce, bilgelik için boş zaman gerektiği yüzyıllardır kabul edilir. Fakat biz konumuza dönelim. Aristoteles ikincisine örnek verdiği Mısırlılardan sonra felsefenin nerede başladığı konusuna veya kimle başladığı sorununa döner. Buna da bugün bizim "doğa filozofları" olarak adlandırdığımız filozoflardan ilkini verir: Thales. Tabii Aristoteles tek tek filozofları öne sürmüyor, Sokrates'ten önceki filozoflara ve onların doğayı anlama çabalarının hepsine değiniyor. Mısırlıların ve doğuluların aksine Miletos okulunun, çoğulcuların, atomcuların dünyayı, varlığı, oluşumu özgün bir biçimde incelediklerini, onların her şeye hayret ettiğini ve merakla işe giriştiklerini söylüyor. Zaten Aristoteles'te felsefenin hayret etmekle başladığını salık verir. Aristoteles felsefeyi kısmen "nedenlerin bilimi" olarak görüyor.


Bu tartışmanın Antikçağın ardından Ortaçağ İslam Felsefesinde tekrar cereyan ettiğini görüyoruz. Farabi "İlk Öğretmen" olarak adlandırdığı Aristoteles'in aksine felsefenin yurdu olarak doğuyu görür. Ve onun batıdan sonra (Antik Yunan'da yükselişinden sonra) tekrar doğuya, asıl yuvasına döndüğünü belirtir.*


Lakin bu sorunu "tartışma" olarak adlandırmamıza rağmen çoğu zaman hiç de ateşli ve dinç ve güncel olarak kalmamıştı. Bu "Nereden başladı?" muhabbetinin ayaklarını yere basması esas olarak 19. ve 20. yüzyıla denk gelir. 19. yüzyıl Almanya'sında bir taraf Yunanları savunurken (bugün hâlâ çoğunluğun görüşünün bu olduğunu söyleyebiliriz) bir tarafta da felsefenin Yunandan önce doğuda da var olduğu düşüncesi mevcuttur. Başta belirttiğimiz gibi Zeller (onlarca isim verilebilir ama oku oku bitmez), Yunanların bunu başlattığını ve hiç kimsenin yapamayacağı kadar ileri götürdüğünü, söyler. Büyük Filozof Hegel ise "Her ne kadar dine benzese bile Hintlilerin felsefesi de, felsefe olarak kabul etmemiz gerektiğini," söyler. Schopenhauer ise Antik Yakındoğudan, onun dinlerinden ve felsefesinden çokça etkilenecek ve kendi felsefesinin sisteminin temellerinde görülecektir. Buna örnek olarak onun Budizmi en büyük din olarak görmesini verebiliriz.


Hegel'in ettiği söze dönelim. Bunu Hint felsefesini çok temel, gelişmemiş veya aşırı dogmatik olarak gördüğünden söylemiyor. Aksine Hint felsefesinde materyalist, şüpheci ve ateist bir azınlığa da rastlanmaktadır. Bugün sıkça söz edilen bir argüman öne sürer o dönemin ateistleri: Güçlüler, zalim, yoksul ve cahil halkı istediği gibi çekip çevirmek için dini icat ettiler ve yalan söylediler. Ve zamanı için oldukça tehlikeli bir ton laf ederler. İşte Hegel'in demek istediği tam burada belirginleşir: "Ateistler bile tezlerini dine dayandırırlar." Felsefeyi tapınmanın farklı bir biçimi olarak görmesine rağmen Hegel'in bu sözünü, en azından bu metinde, tamamen doğru olarak kabul edebiliriz -yanlış anlaşılmasın, ateizm için değil. 20. yüzyıla geldiğimizde oldukça ses yaratacak bir sürü buluşlara rastlarız. Ve bulunan birçok tabletin çevrildiğini, Hintlilerin Sümerler kadar gelişmiş olduğunu görürüz. Doğunun felsefesinin zannedildiği kadar mistik olmadığını görmek bir yana, felsefe olarak kabul edebileceğimizi fark ederiz. Lakin bunu burada sonlandırmak yeterli. Konunun bundan sonrası bu yazının konusu değil. Sadece sonra bir noktayı daha gösterip, esas konumuza döneceğiz: felsefe tarihi ve bizim için önemi. 20. yüzyılda felsefeci Werner Jaeger, oryantalistlerin ve Yunan felsefesinin başlangıç olarak görenlerin aksine, Yunan felsefesinin onların bahsettiği kadar seküler olmadığını, bilimsel olma amacı gütmediğini, aksine teoloji ile çok yakın bir çizgide durduğunu, hatta o çizgiden hiç uzaklaşmadığını söyler. Bunlara kısaca örnek vermek gerekirse:


1 - Thales varlığın özü ve temeli (arkhe) olarak suyu görür, her canlının nemli olmasını veya olabilmesini buna bağlar. Ayrıca birbirini çekmekte ısrarcı olan iki mıknatısı gördüğünde de "Her şeyin tanrılarla dolu olduğunu" söyler. Bu iki görüşün temeli olmak bir yana, tıpatıp aynısını Homeros'da görebiliriz.


2 - Anaksimandros, zamanı için çok aşmış ve Miletos'ta ileri gitmiş bir bilimsel temelli filozof olarak gösterilir. Lakin onun evreninin oluşumunda (kozmolojisinde) ve bunun temelini kuran felsefesinde (zıtların birbirini yok etmek için savaşması) ise Hesiodos'a yakınlık görürüz. Onun kozmogonisinde de her şey bir Khaos'tan doğar.


Felsefe tarihi okumayanların, en çok da felsefeyi küçümseyen zavallı akılların, ortak özellikleri düşündükleri her şeyin yeni olduğunu zannetmesidir. Halbuki onun yeni olarak dile getirdiğini zannettiği şeyin asırlar önce söylenmiş olması mümkündür. Bu durumda yazımızın başında yaptığımız alıntı doğrudur: tam anlamıyla yeni olan tek bir fikir dahi yoktur. Aslında bu durum yalnızca bahsettiğimiz zavallı akıllara mahsus bir durum değildir. En özgün ve en kapasiteli âlimin veya bir düşünür tezleri, düşünceleri veyahut felsefeleri için de söz konusudur. Aslında insanı ve onun aklını ele aldığımızda bu durumun çok normal ve olması gerektiği gibi olduğunu daha kolay fark edebiliriz. Esasında akıl da insana yeni bir şey demez. O da edindiği tecrübelerden yola çıkar ve biz de bunu istediğimiz noktaya ulaşmak için bir araç olarak kullanırız. David Hume bu konuya nedensellik üzerinden yaklaşıp insan aklında doğuştan hiçbir bilgi taşımadığını, hatta bilgiye ulaşmakta dahi onun önemli bir işinin olmadığını söyler. Kısaca değinip geçmek bizim için daha sağlıklı olur. Bir elmanın yere düştüğünü, bunu bizim elmayı yere atmamız veya bırakmamız sonucu olduğunu düşünelim. Kuşkusuz burada bir neden-sonuç zinciri vardır. Kişi elmayı yere fırlatmış veya bırakmış ve elma yere düşmüştür. Biz bunu kavramak için her defasında bir neden ararız (bu bile Aristoteles'in dediklerini hatırlatır) ve ancak bu şekilde olayları anlarız. Bu bize şunu gösterir: varlıkların etkileşiminde daima bir zorunlu bağıntı vardır, bu da aklın doğuştan yetkinliği sayesindedir ve kanıtlar da. Hume tam da buna karşı çıkar. Burada akıllık bir durum söz konusu değildir. Hatta onluk hiçbir şey yoktur. Biz her bıraktığımızda elmanın düştüğünü görürüz ve bir daha ki sefere de aynı şeyin gerçekleşeceğini zannederiz. Biz bugün Güneş doğdu diye yarın yine doğacağını zannederiz. Aslında herhangi bir neden-sonuç ilişkisi olduğundan değil, olayın sürekli art arda tekrar etmesinden kaynaklanan bir durum olduğundan dolayı biz her defasında böyle olacağını, sonra daha da ileri bir yanılgıya düşüp zorunlu bir bağıntı olduğunu ve bunun yalnızca akıl sayesinde gerçekleşebileceğini düşünürüz. Oysaki burada -Hume'a göre- salt olaylar zinciri ve deneyimden doğan bir durum söz konusudur hepsi bu. Elbette böylesi bir felsefenin sonucu ağır bir şüphecilik hastalığıdır. Bu felsefeyi benimseyecek insanın bir sonraki hamlesinde asla emin olmaması gerekir. Hatta daha da ileri gidip evrende herhangi bir yasanın olmadığını, determinizmi savunmak için hiçbir haklı sebep olmadığını savunmak zorunda kalırız. Onun bu empirizminden ve şüpheciliğinden etkilenen Kant'ı takip eden Yeni-Kantçı Friedrich Albert Lange, bu felsefeyi kabul eder fakat bunun olayların bir araya gelmesinden kaynaklanan bir şey olmadığını söyler. Materyalizmin Tarihi adlı büyük kitabın yazarı Lange, bu sözü edilenin esas sebebinin insan aklından kaynaklandığını söyler. Ona göre insan aklı zayıftır. Ve biz bu zayıflıktan dolayı bu tür yanılgıları düşeriz. Elmanın düşmesine bir kere şahit olmak, Güneş'in doğuşuna bir kez tanık olmak bile bizim bu yanılgıya düşmemiz için yeterlidir. Biz de bu yazının devamında insan aklının zayıflığını kabul ederek ilerleyeceğiz. Ve yazdıklarımızın temeli olmasını gerektiğini düşündüğümüzden, fikrimize temel olarak bu düşünceye dayandıracağız. İnsan aklı zayıftır, insan daha zayıf.


Esasında böyle bir insan kabulünden sonra çok farklı şeyler diyemeyiz. "İnsan yeni olan ne söyleyebilir? Böylesi bir varlık daha önce olmamış tek bir şeyi şimdi, bugün söyleyebilir mi?" diye sorulduğunda bizde hayalperest olmaktan uzaklaşıp "Hiçbir şey, hem de hiçbir şey söyleyemez." diyeceğiz. Biz bunu söylediğimizde bize haklı olarak şu sorulabilir: E o zaman felsefe tarihinin tamamı önemsiz olmaz mı, en azından felsefe tarihinin (insanların söyleyebileceği her şeyi söylendikten ve sorunlar üzerine tamamen düşünüp cevap verdikten sonra) ilk dönemlerinden geriye kalan tüm çağların düşünsel tarihi önemsizleşmez mi? İşte bu konuda bir şeyler söyleyebiliriz. Felsefe gökten inen bir vahiy değildir. O, onu ifade eden kimse eğer, o kişinin, daha doğrusu o varlığın yapısına göre şekillenir. İnsan toplumsal bir varlıkla, söylenecek her şey bunun üzerine kurulur. İnsan eğer politik ise insanın yalnızca felsefesi değil üreteceği her şeyin politik olan her şey ile ilişkisi vardır, sanatından bilimine. Felsefe dediğimiz gibi gökten inme değildir. O yeryüzünde doğar, orada büyür, şekillenir ve bir sonraki filozofta çok daha farklı bir şekilde yeniden nefes alır ama asla tam anlamıyla yeni olamaz. Bu yüzden de bugüne kadar hiçbir filozof kendi çağının ötesinde değildi. Bundan sonra asla da olamayacak. Bir filozof kendi çağının ürünü olmaktan öteye gidemez. Çünkü o ne bir peygamberdir ne de bir şarlatan. Gelecek hakkında bir şey söylemez, kendi toplumundan ve onun sorunlarından gelişen, büyüyen insan filozofluğa adım attıktan sonra çağına seslenen maddi bir Tanrı kılığına bürünür. Bir toplumun felsefesine baktığımızda o uygarlığın, hatta geçmişinin hakkında bile birtakım fikirlere sahip olabiliriz. Bu yüzden insanın doğası gereği çıkarcı olduğu gibi yüzeysel bir fikrin en çok kapitalizmin geliştiği bir dönemde popülerliğinin en üst seviyesine eriştiğini görürüz. Kimin kimle evlenmesi gerektiği düşüncesi gibi gündelik bir durum bile bu türden bir şeye bağlıdır. Yüzyıllar önce doğsaydınız istediğiniz kişiyle evlenmeyi aklınızdan geçirmezdiniz. Ne de olsa toprağın kime kalacağı meselesi sizden daha önce gelirdi. İnsanın fikirleri, ahlakı ve çoğu soyut yapıları, iktisadi bir belirlenimden zorunlulukla oluşur. Bu yüzden insan bir dalı buduyorsa aynı zamanda kendi aklını da budar. Bu yüzden bir ateist bile bazı durumları kabul etmek zorunda kalır. Örneğin insanın en büyük fikirlerinden biri tanrının keşfiydi. Bu onun soyutlayıcı zekasında bir adımda daha ileri gitmek ve bu kabulün getireceği yepyeni sorunlarla ilgili olmak zorunda kalmak demekti. Lakin biz buradan daha ileri gitmeyelim ve yazının esas konusundan sapmayalım.


Bunca sözden sonra geriye iki cevap kalıyor sorduğumuz ilk soruya:


1 - Yeni bir şey söylenmez ama bu kötü bir duruma da yol açmaz. Nitekim tarih ya da daha doğrusu felsefe tarihi bu türden adımlarla ilerlemez. Filozof eski olanı alır ve kendi çağının sorunlarıyla harmanlar, makyaj yapar, güncel hâle getirip, onun döneminin yeni sorularına birer cevap olacak hale getirir, buradan da yeni bir düşünsel-inşa etmeye varır. Nitekim felsefe yapmak bir bakıma inşa etmektir. Felsefe de mimari dahi vardır. Buna harika bir örnek verebiliriz: Platon, Timaios diyaloğunda evrenin (idealar dünyası kadar olamayacak olsa bile) olabilecek en mükemmel hâliyle yaratıldığını, evreni düzenleyen mimar-tanrının onu idealara bakarak oluşturduğunu söyler. Bu onun eski diyaloglarının söylediğinin tam tersidir. Lakin felsefesine gelebilecek güçlü eleştirilerin herkesten önce farkına varan büyük düşünür Platon, bu diyaloğunda değişikliklere giderek felsefesinde sorun yaratan şeylerin üstesinden gelir. Bir tanesini söyleyecek olursak, Yetişkin Platon İdealar dünyasıyla, duyu dünyasının arasına o kadar kesin çizgilerle arasına ayrım koyar ki, idealar dünyası en aklı başında insan için bile önemsiz hâle gelir. Yaşlı Platon ise mümkün en güzel dünya fikriyle, eski fikirlerinden vazgeçer ve söz konusu tehlikeyi atlatır. Aynı argümanı Leibniz'de de görürüz fakat İdealar âleminin üzerinden asırlar geçmiştir. O, bizim dediğimiz gibi kendi çağının sorunlarıyla ilgili olarak yaşatır bu felsefeyi. Platon döneminde bir eksikliği gidermek iken bu felsefe, modern çağın sorunlarında Leibniz, bunu dine gelecek eleştirileri engellemek, herhangi bir kötülük problemi olmadığını, kötülükten Tanrının sebep olamayacağını göstermek için kullanır. Hayatını kiliseleri birleştirmeye adayan Leibniz'in bu mümkün dünyaların en iyisi fikriyle bir yüzyıl sonra Voltaire tarafından alay konusu olur. Voltaire'in çağına baktığımızda da onun çağının isteğinin artık aydınlanmak gerektiğini düşündüğünü görürüz.


2 - Filozof, eskiden belirtilen ama belki yeterince üzerinde durulmamış, geliştirilmemiş, o dönem de yeterince önemsenmemiş veya tam hâline ulaştırılamamış, sözü edilen fikirlerin sağlamlaştırılmaktan uzak kaldığını düşünebilir. Ve çağdaş filozof kendi felsefesiyle çok daha yeni gözüken şeyler söyleyebilir ya da daha önce yapılmayanı yapmış olabilir. Bu son noktaya örnek vermek gerekirse: Hegel'e gelene kadar felsefe ile tarihi onun kadar muhteşem ve eksiksiz bir araya getiren bir filozof ortaya çıkmamıştı. Ondan önce de birtakım tarihselcilik (özellikle dini bakımdan), tarih felsefesinin temellerini görmek mümkündü. Lakin bunu en iyi sistemleştiren ve en iyi şekilde ifade eden Hegel olmuştu. Hatta Yeni-Kantçı dediğimiz Lange bile her şeye rağmen Hegel'e gelene kadar Almanların tarih bile bilmediğini kabul edenlerden olmuştur.**


Çağlar boyunca insanlık hakikat peşinde koşarken, felsefe bize tekrar tekrar ne kadar bilgisiz olduğumuzu gösterir. Yine de gerçeğin peşinde koşmanın hazzı, doğruluğu ve erdemi başka hiçbir ilimde kendisini bu kadar belli edemez. İnsan ona sırt çevirdiğinde değil, yalnızca felsefe bize sırt çevirdiğinde felsefenin değeri önemsizleşir. Fakat geçmiş bize gösteriyor ki, insan olduğu sürece felsefe de var olacaktır.


Teori dediğin özünde gridir dostum, hayat ağacı ise yemyeşil. - Goethe


Felsefe grisini gri üzerine boyadığı zaman bir yaşam şekli daha çoktan kemale ermiştir. Bu boya onu gençleştirmez, fakat sadece anlaşılır kılar. Minerva'nın Baykuşu yalnızca alacakaranlıktan sonra uçar. - Hegel


______________________________________________________________

  • * Farabi'nin felsefenin Yunan'da başlamadığı düşüncesini kabul etmekle birlikte, "felsefenin yurdu, asıl vatanı" gibi bir düşünceyi ne kabul etmemiz ne de savunmamız mümkündür. Felsefenin yurdu diye bir şey söz konusu değildir. Farabi bunu felsefenin belli bir yerde başladığını düşündüğünden diyor olabilir. Lakin bu konuda da net bir şey söylemek imkansıza yakındır. Felsefe birçok yerde birbirinden bağımsız olarak başlamış olabilir. Özellikle sınıflı aşamaya geçmiş her toplumda bunu görmek mümkündür. Lakin o dönemlerde savaştan sonra bulunan her şey yakılır, yağmalanırdı. Özellikle doğuda savaşlardan sonra geçmişin tüm izleri tarihten silinirdi. Bunu yapmalarının ise birçok sebebi olabilir. Dini açıdan sorun teşkil edebileceği veya milli bilincin ve yerli kültürün kendi benliğini kaybedebileceğini düşünüp bunu doğru bir karar olarak görmüş olabilirler. Yine de her ne olursa olsun gelecek hakkında kesin yargılara sahip olabilmek ne kadar imkansıza yakın ise geçmişi de tam anlamıyla bilebilmek o kadar zordur.
  • ** Marx'a gelindiğinde bunun tam tersi düşündüğünü görürüz. O da Hegel'in bir öğrencisidir ve o da bu filozofa büyük bir saygı duymaktadır. Lakin Marx hepimizin bildiği gibi onun diyalektiğinde ki materyalist özü ortaya çıkarmıştı. Fakat onun zamanında birçok filozof Hegel'i aştığını iddia etmesine rağmen (Stirner, Bauer) hâlâ daha onu taklit etmekten bir adım ileri gidemiyorlardı. Ve onların tarih anlayışında tarih tamamıyla saçma bir şekilde felsefe tarihine dönüştürülüyordu. Marx bu hayalperest, yani gerçekçilikten ve maddi anlayıştan uzak durduğundan Almanların sırf bu idealist gevezeliklerinden dolayı asla gerçekçi bir tarih anlayışına kapı aralayamadıklarını düşünüyordu.