Yolda olmak… Şöyle bir düşününce, hep yolda değil miyiz aslında? Bir şeyleri başarmak için çabalıyoruz sürekli ve bu çaba hayatımızın sonuna dek sürecek. Sürekli bir şeyleri başarmak istiyor, her şeyin daha iyisini elde etmeye çalışıyoruz. Yaptığımız her şeyi bir süre sonra beğenmiyoruz. Daha iyisini yapmaya çalışıyor ve hatta yapıyoruz. Bazen de yaptığımızı sanıyoruz. Sonra onu da beğenmiyoruz. Bir yenisi, bir yenisi daha derken yolun sonuna yaklaştığımızı düşünüyoruz ama yol bir türlü bitmiyor.


Yürüdüğümüz yola ‘’hayat’’ benzetmesi yaparsak birçok şeyi yerleştirebiliriz yol kenarına. Acılarımız, mutluluklarımız, gözyaşlarımız, başarılarımız, hayal kırıklıklarımız… Aslında bunlar yalnızca yol boyunca edindiğimiz tecrübeler. Yol devam ettikçe sık sık dönüp ardımıza bakıyoruz ki yoldan zevk alalım. Bazen duralım, yol kenarındaki bir ağacın dibine oturalım. Sonra devam ederiz… Sağa sapalım, sola sapalım. Dümdüz gitmeyelim. Bu yol bizim hayatımızsa ona renk katmaya bakalım.


Çok sevdiğim bir filmden alıntı yapmadan bitiremeyeceğim. “Yol, zamanın bir fonksiyonu değildir. Hız yolun zamana bölünmüş halidir. İvme ve sürtünme katsayısı bizi ilgilendirmez. Yolda olmak bir hıza sahip olmayı gerektirir. Aksi halde yolda durmuş oluruz. Durmak sıkıcıdır. Yolda durmak, yolda durmak demektir. Yolun bittiği yerde durulmaz. Ya önce durulur ya durulmaz. Bazen yolun kenarından renksiz, duru sular akar. O sularda balık da vardır. Yolun yardığı tepelerin biri yeşil toprak, diğeri bej olabilir. Su, aktığı yerin rengine bürünmez. Ama sana öyle gelebilir. Ayrıca yol bitmez. O labirentin duvarıdır. Ya… Yol asla bitmez.”