(Metin boyunca sıkça dillendirdiğim ‘kadın’ şahıslandırması, kadın beyanı olan ve kendini kadın hisseden herkes için esnek, akışkan bir tanımlamadır.)


Sizlere bu yazımda feminizmin ortaya çıkış tarihinden, öncülerinden, fikir babasından -fikir babası tabiri bile feminizmin oluşmasına sebep gösterilebilir- bahsetmeyeceğim. Zira feminizm terimi olmadan önce de feminizm vardı. Tek farkı, adına feminizm demeyen kadınlardan oluşmaktaydı.

Tarım Devrimi olmadan önce her şey çok güzeldi. Mülk, güç, para, sahiplenmek, aidiyet yoktu, hatta bazı kabilelerde anne-baba kavramı bile yoktu. Doğan çocukların ailesi, kabilenin tüm üyelerinden oluşurdu; herkes onların annesi, babası sayılırdı. Avcılık, toplayıcılık ile geçim sağlanırken sanmayın ki erkek toplar, kadın evde pişirirdi. Kadın da avlanırdı. E doğanın kanunu buydu, tıpkı dişi aslanlar gibi. Ve belirtmeden geçemeyeceğim ki, doğanın kanunları olması gerekenlerdir.


Sonra Tarım Devrimi oldu. Ne olduysa ondan sonra oldu. Buğdayı evcilleştirebilme yetisini keşfeden insan, göçebe hayattan yerleşik hayata geçti. O toprak senin, bu toprak benim… Tarım aletleri, kol gücü, mülkiyet derkeeeen, elbette diğer kavramlar durur mu, onların üzerinde de hak sahipliği iddiasında bulunuldu. Tarım aletleri erkek eline geçti. Kol gücüne ihtiyaç vardı, çocuk talebi arttı. Ve insan çoğaldı, çoğaldı, çoğaldı.

İnsan çoğaldı, mülkiyet arttı; köyler kuruldu, topluluklar oluştu. Adaletli bir şekilde bölüştürülemeyen toprakların sahipleri savaşı getirdi. Savaşlarda kadınlar satıldı. Kadın mülk oldu, tarla zaten mülktü, kadın zaten tarlaydı. Tarihin bu evresine kadar doğurganlığı ve bereketiyle tanınan ve yeryüzünde tapılan ilk ilah olan Tanrıça; obje, ürün, mülk, sahip olanın şanslı olduğu ikinci sınıf cinsiyete dönüştü. Bu kadar yüce bir organın sahipleri, dünya üzerinde hemen her şeyde akla gelen tek şeyin (vajina) sahipleri nasıl oldu da “Kadın insan mıdır?” vaizlerine konu oldu?

Saçlarını ve bedenlerini örtmekle zorunlu tutuldular. Örtmeyince kezzaplara maruz kaldılar. Rıza dahilinde seviştiler, kafaları taşla ezildi, kuyulara atıldılar; rızalarıyla sevişmediklerinde, tecavüze maruz kaldıklarında ‘kuyruk sallamışsındır’ oldular, her iki olasılıkta da başrolde olmayı nasıl başardılar?


Evlere kapatıldılar; erkek doğuramadığı için dayaklar yediler, güzel yemek yapamıyor diye öldürüldüler, boşanmak istediklerinde de öldürüldüler. Aileleri, belinde kırmızı bir kuşakla başka bir adama teslim ederken “Geri dönemezsin.” dediği için dönemediler, öldürüldüler. Bakın tüm bunlar, bir soyun kırımıdır.

 

Kendilerine tecavüz etmek isteyen birini öldürdüler, bunun karşılığı ‘öz savunma’ydı. Müebbet yedi. Bir başka kadının anüsünde pms (sadece erkeklerde bulunan bir salgı türü) buluntularına rastlandı, adalet sistemi koca bir erkekten oluştuğu için pms uçtu gitti, izine rastlanmadı, pms sahipleri sokaklara salındı.


ÇOCUK GELİN KAVRAMI MEŞRULAŞTIRILDI, YIL 610.


Tek yapabildikleri doğurmakmış gibi annelik atamaları yapıldı, atanamayanların nasıl kadın oldukları sorgulandı. Anneler Günü’nde mutfak robotları hediye edildi. Ama Betty Friedan’ın da dediği gibi, “Hiçbir kadın, mutfak yerleri parlıyor diye orgazm olmaz.”


Aynı iş yüküyle, aynı kademede, diğer erkeklerle aynı kaderi paylaşan kadınlara daha az maaş verildi. Dünyanın en ferah ve refah ülkesine gidip baksanız da buna şahit olmanız işten bile değildi. Bu düşük ücretler bile evlenmemiş, çocuk sahibi olmayan kadın işçilerin hakkıydı. Çünkü kadının asli görevi evde eşinden ve bebeklerinden oluşan, bakıma muhtaç insanlara bakmaktı. Ve bunlar kariyer önünde çok büyük bir engel teşkil ediyordu.

Günümüzde hâlâ bir kadın olarak iş görüşmesine gittiğinizde, “Evli misiniz, çocuğunuz var mı?” sorularının muhatabı olursunuz. O işe bir şekilde girip çalışmaya başladığınızdaysa giydiğiniz mini etekten anlaşılan (!) bir sebeple patronunuzun sizden iş dışında talep ettiği naçizane (!) istek ve taleplerle burun buruna gelmeniz an meselesidir.

Günümüzden çok daha öncesine göz atacak olursak New York’ta kurulu Cotton Tekstil fabrikasında, 1857 yılının 8 Mart’ında, on binlerce kadın, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, iş gücünün on saate indirilmesi ve eşit işe eşit ücret talebiyle greve çıkmıştı. Patronları diğerlerinin de onlara katılmasını önlemek amacıyla fabrika kapılarına kilit vurdu ve içeride çıkan şüpheli (!) bir yangınla 129 kadın yanarak hayatını kaybetti. 8 Mart 1857.

Neyse ki günümüzde fabrika kapılarını kapatıp yangın çıkardıktan sonra yüzlerce kişinin ölümüne sebep olmak yerine, saçlarımızdan sürükleyip cop darbeleri eşliğinde ekip araçlarına sürüklüyorlar.


Velhasıl kelam, başkalarının kazdığı kuyulardan çıkmak isteyen, diğerleri de o kuyulara düşmesin diye canla başla mücadele etmeyi ve direnmeyi tercih eden kadınlar, feminizm etrafında bir araya geldi. “Bu hayatın şoförleri biziz ve o direksiyonda biz olacağız!” dediler. Bu bir erkek düşmanlığı mı, hak arayışı mı? Anıt Sayaç’ta hiçbir kadının ismini görmek istememek mi, “Erkeklere ölüm!” demek mi? “Biz de oy kullanmak, bedenimizle yargılanmamak, tıpkı diğerleri gibi, geceleri gündüzleri dışarıda özgürce saçlarımızı savura savura gezmek istiyoruz!” demek mi, erkek düşmanlığı mı? Cevap veriyorum: Özgürce yaşamak hakkının talebi.


Soyunmaya gelecek olursak, ki buna gelene kadar zikretmek istediğim milyonlarca şey olduğu kanaatindeyim ve onca ölüm, hak ihlali, taciz, tecavüz varken yalnızca kişilerin kendi hak ve hürriyetlerine bağlı olan ‘soyunmak’ konusunda açıklama yaptığım için herkes adına da kendimden utandığımı belirtmeliyim, soyunmak; kişilerin bedeniyle yargılandığı ve yaftalandığı bir yerde politik bir eylemdir. Metalaşmanın yalnızca bedenle olduğunu düşünenler ise yalnızca bedenden ibarettir. Kaldı ki kişinin metalaşmasını meşrulaştırabilecek tek kişi, kişinin kendisidir, başkaları değil. Bence buralara takılacağımıza öldürülen bir kadın katiline hak ettiği ceza verilmediğinden, Meksika’daki Anayasa Mahkemesi’ni ateşe veren o gücü sorgulayalım ve nerede durmamız gerektiğini bilelim. Feminizm erkeğe değil, erkekliğin egemenliğine karşı olmaktır, eşitliği ve hürlüğü savunmaktır; okuyalım, öğrenelim.


Dünyaca tanınan Jane Austen’ın bir alıntısıyla sürekli açmak üzere konuyu kapatayım:

“Kadınlardan yalnızca birer hanımefendi gibi bahsetmenizden, onların aslında rasyonel varlıklar olduğunu anlamamanızdan nefret ediyorum. Hiçbirimiz hayatımız boyunca sakin sularda yüzmek istemeyiz.”