Kanımca, bugünlerde kendi adına düşünebilen kimse, birinin suratına bakıp da “Ne oldu? Ne bu halin?” demeyecektir. Zira bir iç çekiş eşliğinde gelecek yanıt ortada: “Ne olmadı ki?” Örneğin Mahsa, başörtüsü gevşek olduğu için katledildi, örneğin ABD’de kürtaj yasağı isteyen ve yeni Ariel’in siyahî olmasına diş gıcırdatan insanlar var, örneğin Türkiye’de ünlü bir pop yıldızı fikirlerinden ötürü eve kapatıldı ve bir yığın festival iptal edildi, üstüne koca bir güruh sokağa çıkıp eşcinsel ve kuir bireylere nefret kustu… Ve evet, tüm bunlar olurken Lübnan'ın medar-ı iftiharı (olması gereken) Mashrou’ Leila dağıldı. Aslına bakarsanız dağıtıldı. Beyrut Amerikan Üniversitesinde öğrenciyken tanışan üyelerinin on dört yıllık dostluğunun, emeğinin, yaratıcılığının ve cesaretinin bugüne kadar getirdiği Lübnanlı topluluk ne yazık ki artık yok. Kimlere teessüf edelim şimdi?


Bu durum bir müzikseveri üzmek için kendi başına yeterli olmakla beraber, dağılmanın geride bıraktığı parçalara biraz daha yakından baktığımızda işin trajik boyutunun müzik piyasasıyla sınırlı olmadığını görmek hiç de zor değil. İçinde yaşadığı toplum nedeniyle kimliğinin ya da kişiliğinin bir kısmını bastırmak, saklamak, çöpe atmak zorunda bırakılmış herkes, kendi parçalarına yapboz misali oturan bir şeyler bulacaktır orada mutlaka. Grubun eşcinsel yönelimi açıkça bilinen solisti Hamed Sinno’nun geçtiğimiz günlerde “Sarde After Dinner” isimli podcast’te anlattıklarının bir bölümü her ne kadar kişisel görünse de insanın yer yer onun açmazlarında kendini, Lübnan’ın dertlerinde Türkiye’yi, sohbetin genel havasında ise çivisi çıkmış bir dünyayı ve insanlığı görmesi kaçınılmaz.


Hamed’i çok sevdiği sahneye ve ruhunun derinliklerinden dökülen sözcüklere küstürmüş bir dünyadan ve insanlıktan bahsediyoruz burada. Oysa aynı insanlığın içinden çıkmış, hiç de azımsanmayacak bir kalabalığın ortasında, dünya denen gezegenin İstanbul denen bu köşesinde ben, tam dört yıl önce Hamed’in sahnede dinamit gibi patlamasını izlemiş, şarkı aralarında ağzından çıkan her alelâde sözcüğün seyircinin tezahürat ve çığlıklarıyla bölünmesine tanık olmuştum. Grubun daha o sabah ABD’den gelmiş, haliyle jetlag etkisi altında olduğunu duyunca hayranlığım katlanarak artmıştı.


Ancak gelin görün ki icabında devasa bir saat farkının etkilerini bile kaldırabilen insan bünyesi; cinsel yönelim, yaşam biçimi, inanç ve düşünce farklılıklarını kaldırabilmede sınıfta kalmıştı. Bir yıl sonra, 2019 Ağustos’unda Beyrut’a doğru yola çıkarken büyük ölçüde evinde kalacağım arkadaşa bağlı olacağımı, onun da Mashrou’ Leila ile pek ilgisi olmadığı için topluluğun Byblos festivalindeki performansını görme şansımın olmayacağını düşünerek hayıflanmıştım. 9 Ağustos sabahı ise ortada hayıflanılacak bir durum kalmamış, gündem festival ve konser heyecanından, Mashrou’ Leila’nın sahneye çıkmaktan men edilmesinin getirdiği düş kırıklığı ve öfkeye evrilmişti çünkü birileri, topluluğun şarkı sözlerinin ve Hamed’in sosyal medya paylaşımlarının Hristiyan değerlerine ters düştüğüne kanaat getirmişti.


Üstelik grubun hoşgörüsüzlük ve bağnazlıktan aldığı ilk ve tek darbe de değildi bu. Sinno ve grup arkadaşları 2016 yılından beri Arap dünyasında rahat soluk alacakları bir alan bulmaya çalışıyor, sık sık yasaklar ve tehditlerle burun buruna geliyorlardı ve maalesef verdikleri bu savaşın tek mağduru da icra ettikleri sanat değildi. Topluluğun 2017 yılında Kahire’de verdiği konser sırasında gökkuşağı bayrağı açan eşcinsel yazar ve aktivist Sarah Hicazi, uzun bir tutukluk ve işkence sürecine maruz kaldıktan sonra Kanada’ya göç etmiş ancak travmanın ruhunda açtığı yaraları saramayarak 14 Haziran 2020 tarihinde canına kıymıştı. Kabul görmemeye alıştırılıp sessizliğe, gizlenmeye, kendi olamamaya mahkûm edilmişlerin, siyasî ve toplumsal yozlaşmanın sillesini yemiş kitlelerin sesi olmaya çalışırken onlardan birinin ölümüne seyirci kalmak, bir sanatçıya reva görülebilecek en büyük ceza değilse nedir?


Söyleşi sırasında Hamed’e yöneltilen sorulardan biri; zalim bir dünyada vicdanlı kalmaya çalışan, merhamet ve utanmadan nasibini almamış herkesin adına ayrı ayrı utanmaktan yorulmuş herkesin aşina olduğu ve zaman zaman kendine sorduğu bir soru: “Geri dönebilsen değiştireceğin şeyler olur muydu?” Hamed’in Sarah için bir şeyler yapabileceği ya da ona yapılabileceklerin önüne geçebileceği bir dünyada yaşamak özgür düşünce yanlısı herkesin ideali olsa da şu anda biz, sanatçının kendi ifadesiyle kendini “şanslı” saydığı bir dünyada yaşıyoruz. Sinno, kendini müzik dünyasında kabul ettirebilmiş eşcinsel bir sanatçı olarak geleneksel cinsiyet belirleme ölçütlerine uygun görünümde biri olmanın “ciddiye alınmış” olmasında ne kadar büyük bir payı olduğundan bahsetmekten geri durmuyor, aynı yetenek ve azme sahip pek çok queer bireyin tutunamamış olmasını büyük ölçüde bu standartlara uygun düşmemelerine bağlıyor.


Hamed, varoluş ve kendini ifade biçiminin sürekli başına dert açtığı, dayatılmış fabrika ayarlarına uymayan herkesin can çekişerek kendine yer açmaya çalıştığı bu dünyada, kadın ve eşcinsel haklarına dair tutumların bir uçtan diğerine savrulup durduğu ABD’de geçirdiği üç yılın üzerine şimdi yine Beyrut’ta ve bir zamanlar en doyurucu sohbetleri edebildiği insanların konuştuğu başlıca konunun artık ucuza market alışverişi olmasına alışma çabasıyla çırpınırke bir yandan da yaratıcılığının farklı boyutlarını geliştirebilecek farklı projeler üretiyor. Başka bir deyişle, dünya ahvalinden huzur bulamayan herkesin yaptığı gibi iç dünyasını ve dengesini korumaya, her aklına eseni yazıp söyleyemese de iç sesine kulak verip onu canlı tutmaya çalışıyor; bunları yaparken de bir yandan bizim benzer karakterli toplumumuzda yaptığımız gibi, insanlar birbirini hunharca kazanın dibine ittiği için zebanilerin işsiz kaldığı Lübnan toplumunu eskiyip yıpransa dahi tükenmeyen bir hayretle seyrediyor.


Peki, fî amâl? Yani, her şeye rağmen umut var mı? Birçoğumuz gibi Hamed de umudu inatla kafa tutanlarda, sebatla direnenlerde, ısrarla kendi gibi olanlarda, en çok da yeni kuşakta görüyor. Kendi ırkını, cinsiyetini, inancını, yönelimini varsayılan ayar olarak görenlerin savaş alanına dönmüş bir dünyada yine de ağlayan ve pembe giyen erkekler, “he” ve “she” diye sınıflandırılmayı reddeden intersex bireyler, bedenleriyle ve hayatlarıyla ilgili kararları kendi vermekte direten kadınlar varsa umut da olmalı. Ya Mashrou’ Leila’yı bir gün sahnede yeniden görme umudumuz? Ah, keşke o da olsa…



Fî amâl: (Arapça) Umut var mı?