Kararmış, her geçen dakika daha da kararmakta olan gökyüzü altında, çekirgelerin topluca çıkardığı seslerin arasından evine doğru yürüyordu. Yerde duran taşı, afili bir vuruşla uzağa fırlattı. Taşın çıkardığı sesle köyün sahipsiz köpeği koşarak oradan uzaklaştı. Fareler deliğine girdi. Karıncalar durdu, tosbağalar hareketsiz kaldı.
Evine doğru gelmeden, Gonca’nın, yarım kalmış sevdalısının damına yaklaştı. Dışarıda, uzunca birikmiş sert toprağın üstüne korkarak çıktı. Olur da kör gözü aldatır, yanlış yere basarsa yere düşüp çıkacak olan gürültüyle köylüye rezil olurdu. Ayaklarının ucuyla az daha yükseldi. Onu gördü. Güzeldi. Rengarenk çiçeklerle işlenmiş tülbentiyle tamamen bir çiçeği andırıyordu. Yanaklarındaki doğuştan olan kızarıklık, ona mahcup bir hava katmıştı. Kendisiyle göz göze geldiğinde nasıl da tebessüm ederdi; yüreğinde bir çiçek yeşerir, kök salardı. “Sana varmak istiyorum Ali,” demişti, su başında, kimseler yokken. “Ama anam... Anam kusuruna laf eder durur. Filizi yeşerten, meyve verdiren yağmura yemin ederim ki ben o gözünü de severim. Ama anam sevmez, istemez seni.” Kendisi ne demişti, ne yapmıştı hatırlamıyordu. Hatırladığı tek şey: Gözüne uzun uzadıya sövdüğüydü.
Çıktığı yükseklikten ses çıkarmadan atladı. Taşlı, topraklı yolda yürüdü. Tarlasının önünden geçince, Gonca’yı unutuverdi. Evine sessizce girdi. Kafasında binbir türlü senaryoyla uyuyakaldı.
Muhtarın kara horozu avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Sanki dünyayı uyandırmak için bu köyde görevlendirilmişti. İşini hakkıyla yapıyordu. O uyandı mı tüm köylü ayakta olurdu. Uykular kaçar, nasırlı eller işe koyulurdu. Ali de anası uyanmadan ayak yolunda işini görmüş, giyinip çıkmıştı. Güneşi sırtına alıp Aladağlı Ömer’in dediği gibi tarlaya vardı. İkisi de ceviz ağacının gölgesinde oturuyordu. Heyecanlıydı Ali. Yamalı şapkasını çıkardı. Gömleğinin kollarını sıyırdı.
“Allah’ın selamı üzerinize olsun. Ne edersiniz?”
“Amin,” dedi İdris. “Hoş geldin. Gel şöyle gölgeliğe otur da konuşmaya başlayalım.”
Kör Ali oturdu. Gölgeliğin verdiği rahatlıkla derin nefes aldı. Yüzünü Aladağlı kardeşlere çevirdi.
“Anlatın hele! Nedir gizlediğiniz fikriniz? Şu kurumuş tarlalara can verecek suyu, nasıl getirmeyi düşünürsünüz?”
“Şimdi,” dedi, büyük kardeş Ömer, “Bu köyde yağan suyu herkes eşit paylaşır mı, paylaşmaz mı?”
Ali şaşırdı, ne demek oluyordu bu! Tabii ki de paylaşırdı.
“Eşit paylaşır elbet.”
İdris’in bakışı sertleşmişti Ali’ye. Öfkeyle yüzü değişti.
“Bak Ali,” dedi, “Hiç de bildiğin gibi değil. Ovadaki suyu kendi tarlasına çekenler var. Sen bilmezsin bunları. Güvenip durursun şu çakal köylüye. Kanal yapmışlar zamanında. Tarlasının yanında başka bir gölet kazmışlar aklınca. Hatta buradan bile dikkatli bakınca gözükür kanal. Yani demek istediğim, suyun eşit paylaşıldığı yok.”
“Kim bu gölet kazanlar, kanal yapanlar?”
dedi Ali. Ellerini gözlerine gölgelik yaptı. Ovadan köye kadar giden kazıntıyı gördü. Nefes alışı hızlandı. Elleri yumrukluydu.
Aladağlı kardeşler, Kör Ali’nin yüzündeki öfkeyi görmüştü. Tam da istediği kıvama gelmişti. Çocukluğundan beri böyleydi Ali. Bir şeye kulak verdi miydi hemen duygusu yüzüne, daha çok ak düşmüş; kör gözüne yansırdı. Kızarırdı.
“Kim bu kardeşler? Allah’ın aziz hakkı için söyleyin hangi alçak?”
“Bizim imam,” dedi İdris. “Hiç aklına gelmezdi değil mi Ali? Geçen sene baharda iyi yağmur yağdıydı hatırladın mı? Heh! Şimdi, o zamandan beridir yapar bu işi. Biz de ovanın kuytu yanından geçerken abimle fark ettik. Uzun uzun baktık, ovanın yanından köy içine doğru üstü kapanmış bir kazı var. Zamanla rüzgar vura vura toprağı aşındırmış, sonra da tahta belli olur hale gelmiş tekmil. İşte! Biz de ağamla böyle öğrendik. Kanal aşağıya doğru, imamın tarlasının yanına yapmış olduğu derin çukura varıyordu.”
Nefes aldı İdris. Ağasına, sonra da gözleri, özellikle de ak düşmüş, alevlenmiş gözlerine baktı Ali’nin. Toprağı sıkmıştı avuçlarıyla. Bir sinek, Ali’nin ellerine konup konup duruyordu. Diğer eliyle, sineği hızlı bir hareketle avuçlarına aldı. Ezdi. Ellerini ceviz ağacına sildi. Öfkeliydi. Demek böyleydi.
“Biz deriz ki,” dedi Ömer, “İmamı çekip konuşalım. Gördüğümüzü ve bildiğimizi olduğu gibi yüzüne çarpa çarpa anlatalım. Köylüye, suya muhtaç tüm ahaliye söylemekle tehdit edelim. Su isteyelim. Sadece ikimizin tarlası için isteriz. Köylünün bundan haberi bile olmaz. Eğer verirse bizim tarlalar tekrar yeşerir. Yok eğer kabul etmezse bu su, firavun gibi onun mezarı olur.”
Cevap vermiyordu Ali, veremiyordu içindeki öfkeden. Yıldırım gibi bir bakış attı Aladağlı kardeşlere. Elleri hâlâ yumru, kaşları ise çatıktı. Ömer’e yaklaştı, o kadar yaklaştı ki; burnu Ömer’in burnuna değecekti. Ömer korktu. Yutkundu. Ali’yi hiç böyle kızgın görmemişti. Aylarca yağmur yağmadığında hatta Gonca’nın anası, kızını gözü yüzünden ona vermediğinde bile gözleri böyle yalazlı değildi.
“Sizin yaptığınız şu teklif var ya Ömer!” dedi Ali. Avuçlarını kuru, sararmış toprakla doldurdu. “Şu bitkin toprağa yemin ederim ki imamın yaptığı namussuzluktan daha da beterdir. Diyelim ki korktu imam, kabul etti. Biz aldık suyumuzu, yeşerttik toprağı. Ya köylü ne olacak! Hiç mi namus kalmadı sizde? Bunu bir başkası imama yapsa kabul eder miydiniz? Söylesene! Siz... Sizi böyle bilmezdim. Kahpece teklifler edeceğinizi düşünmezdim. Tüh!”
Abisinin, karındaşının yüzüne tükürüldüğünü gören İdris, üstüne atladı Ali’nin. Bir boğuşma başlamıştı. Bir kaya gibi sert yumruklar; toprak gibi susuzluktan kurumuş yüzlere, karın boşluklarına; odun gibi sert kemikli bacaklar da yere düşüldüğü an yerde olanın karnına iniyordu.
“Erkekliğinizin de...”
“Sus kardaş sus!”
“İmamın da...”
“Sus...”
“Yedi ceddinizin de...”
Ömer duyduklarının, yüzüne tükürüldüğünün şokunu atlatır atlatmaz çoğunluk yerde boğuşan kardeşiyle, çocukluk arkadaşını ayırmaya koştu. Ayırmaya çalışırken kulak arkasına sağlamca bir tokat yedi. Yılmadan ayırdı, çekti aldı kardeşini.
“Aliʼm, git buradan. Öfkelisin, ne yaptığını bilmezsin. Anıran eşeğe hiç kızılır mı? Allah aşkına kaza bela gelmeden başımıza; tez evine git. Sen istediğinde yine konuşuruz. Ama şimdi git.”
Sırtını döndü Ali. Hızlı hızlı yürüyordu, kendisi bile adımlarına yetişemiyordu. Ağlayacak gibi oldu. Gözleri yaşarmıştı. Tutamadığı gözyaşı ayaklarının dibindeki kuru çiçeğin yanına düşüvermişti. Filiz az daha yeşermiş, büyümüştü sanki. Tozlu topraklı, yer yer taşlı yoldan evine girdi. Gözleri ağlamaktan kızarmış, yine yalımlı bir hale bürünmüştü. Yıldırım gibi duvardaki filintasını, dede yadigarını ellerine aldı. Mermileri kontrol etti. Anası, güzeller güzeli Çiçek Ana, oğlunun haline pek şaşırdı. Ellindeki filintayı görünce arkasından koşmaya başladı. Geç kalmıştı. Sesleniyordu, bağırıyordu, duymuyordu Ali.
Hızlı hızlı yürürken mermilere bir daha baktı. İmamı yine köylüyü yağmur duasına çıkarmışken buldu. O an aklında ne gariban anası ne de yarım kalmış sevdası, Goncagül’ü, vardı. Günahtı, haramdı, unutmuştu cana kıyılması. Yaklaştı, biraz daha yaklaştı. Uzansa tutacak kadar yakındı.
“İmam efendi! Beni tanıdın mı? Hani susuzluktan toprağı yeşermeyen ve boğazından aşın pek az girdiği Ali; Kör Ali.” diye bağırdı. Ak düşmüş gözlerini göstererek köylüye döndü. “Vallahi benim gözüm mü kör yoksa bu köylünün mü bilmem. Ama ovadaki suyu geçen seneden beridir çalıp çırptığını duydum ve bu gözleri de şahit tuttum.”
Köylüde bir hareketlenme oldu. Dua için kalkmış eller, şaşkınlıktan ağızlara götürülmüştü. İmam üstüne doğrultulmuş silahın korkusuyla bildiği tüm duaları unutuvermişti.
“Evladım, sen... Sen ne yapıyorsun, bilip bilmeden ha?” Bir elini filintanın önüne açmıştı, sanki koruyacakmış gibi.
“Rabbʼim beni affetsin, yaptığım haramdır bilirim. Senin de artık yaşaman helal değildir.” dedi Ali. Bağırışlara, çığlıklara kulak asmadı. Kör gözünü kapadı. Arka arkaya üç el ateş sesi duyuldu. Bütün köy bu sesle yankılandı. Yavrulamış kuşlar yumurtalarını düşürdü, yılanlar dillerini içine çekti. İmamın göğsünden oluk oluk kan akıyordu, kan toprağa sürüldükçe toprak kanı içine çekiyordu. Yağan yağmura, gözyaşına, kana susamıştı toprak. Derin bir sessizlik vardı. Bir tek ağlayan Çiçek Ana’nın sesi... Tek bir söz etmeden anasının yanına geldi. Alnından öptü. Çiçek Ana da oğlunun ak düşmüş gözlerinden öptü. Yan yana, ellerini birbirlerinin bellerine dolayarak çatlaklarla dolmuş topraklı yoldan, güneşi başlarının üstünde taşıyarak sessizce yürümeye koyuldular. Köylünün korkulu bakışlarına aldırmadan, tek bir kelam etmeden yitip gittiler. İmamın ölü gözleri, gidenleri ağzı açık şekilde seyrediyordu. Ağzından akan kanı bir sinek uzun uzun emdi. Ellerini ovuşturdu. “Çok şükür.” dedi.
Son
-merve
2020-08-10T20:01:11+03:00Kusura bakmayın. Yusuf :)
Yusuf Sun
2020-08-09T21:32:22+03:00Kusurlarımızı sizler söyleyince veya yıllar sonra okuyunca fark edebiliriz. Yorumunuz için teşekkür ederim. Eksiklerimi söylemeniz güzel yorumlar kadar beni mutlu eder. Bu arada ismim: Yusuf. Saygılar. :)
-merve
2020-08-09T20:21:22+03:00Sevgili Yunus, açıkçası öyküne yorumlardan etkilenerek başladım. Ama beni içine çeken bir kuyu gibi asla bırakmadı. Hasan Ali Toptaş ve Sabahattin Ali'nin Kuyucaklı Yusuf'unda olduğu gibi kullandığın taşra sesleri çok gerçekçi. Sevdiğin bir şekilde yazıyorsun ve bunu bize hissettiriyorsun. Öykünün bazı yerlerinde olay örgüsünden uzaklaştığımı da hissettim ama bunu sayfalar arasında okusaydım bu yanılgıya düşmeyebilirdim. Kalemine Sağlık.
Yusuf Sun
2020-08-05T14:26:34+03:00Teşekkür ederim, çok mutlu ettiniz. :)
Fatıma Yeşim
2020-08-05T14:05:44+03:00Bir öykünün kalitesi finalinden belli olur diye düşünürüm hep, son cümlesinden. O cümle her şeyin hem özü hem sonu olmalı. Bu öykü işte bu konuda az rastlanır bir başarılı örnek olmuş. Son üç cümle şaheser. Yeni öykülerini beklerim, kalemine sağlık.
Yusuf Sun
2020-08-05T01:14:17+03:00Teşekkürler Nisa, yorumların benim için çok değerli ilk önce onu belirtmek isterim. Yazıya gelecek olursak, tek kalemde uzatmadan bitirmek istedim. Umarım güzel olmuştur. :) 🙏🏽
Nisa
2020-08-05T00:31:37+03:00Ne yorum yapsam bilemedim. Kurgun çok güzel üslubun çok güzel ama ben bencillikten tamamen (daha fazla okumak için) birkaç bölüm daha uzamasını isterdim. Kalemine sağlık 🌸(ama son çok çabuk geldi.)