Dog Day Afternoon (1975)


Filmin cesur ve doğal olması, günümüzde hâlâ iyi anılmasını sağlamış bana göre. 1975 yılında, henüz LGBTİ+ haklarının gündemde olmadığı, eşcinsel bireylerin yönelim yerine hastalık kelimesiyle tanımlandığı bir çağda bu filmin çekilmesi, tam bir cesaret örneği. Amerikan halkının zihnine bir trajedi olan kazınmış olan Vietnam Savaşı'nda çarpışmış bir askerin eşcinselliğini sinemaya aktarmak, bariz şekilde risk almaktır. Dönemin hassasiyetleri çerçevesinde -her ne kadar gerçek bir olaydan esinlenilmişse de- bu anlatı, beraberinde tepkiyi de getirebilir. Zaten bu durumu, Godfather filminden tanıdığımız John Cazale'nin canlandırdığı karakter üzerinden anlatmaktadır. Bu karakter, soyguncu olarak anılmaktan çekinmezken haber bültenlerinin ''banka soyan iki eşcinsel'' ibaresine çok bozulmuştur. Toplum gözünde ''öcü'' olan cinsiyet kavramları, filmde sık sık görülür. Filmin doğallığı ise gerçek mekânda çekilmesi, diyalogların ve senaryonun büyük ölçüde doğaçlama ile ilerlemesinden kaynaklanır. Bu sayede filmi izlerken olayın gerçekliğinden kopuş, bir an olsun yaşanmaz.


Film, başlangıcından kapanış sahnesine kadar Al Pacino'nun muhteşem oyunculuğunun da katkısıyla ana karakteri bize insani ve kısmen haklı gösterebilmiştir. Oysaki anlatılan kişi, bir banka soyguncusudur. Fakat bu suçlunun hem siyah hem de beyaz yüzü gayet ortada olduğundan seyirci, karakter ile empati kurabilir. Diğer oyuncular da ele aldıkları karakterleri kendi üslupları ile iyi yoğurmuş ve doğal bir şekilde yansıtabilmiştir. Filmde bu sebeple karakter tasarımı bakımından çapak yoktur. Ana karakterin filmin başında soygun niyetiyle girdiği bankada hata üzerine hata yapması, filmi gerçekçi kılmıştır. Hollywood filmlerinde sık sık gördüğümüz kusursuz soygun sahneleri yerine eli ayağı birbirine dolaşan, son anda suç işlemekten kaçan karakterler görmek daha güzel bana kalırsa. Filmin devamında da astım hastası güvenlik görevlisi daha fazla acı çekmesin diye polise teslim edilmesi, rehineler için yemek sipariş etmesi, onlarla adeta arkadaş olması da suç temalı bir filmde eşine az rastlanır sahnelerdir. Tabii ki bunlar karakterin ''iyiliğinin'' altını çizen hususlar olsa da filmin genel akışı içerisinde çok güzel yedirilmiş kısımlardır.


Filmin politik ve sosyo-ekonomik alt metni de birden fazla konuya temas eder. Al Pacino'nun hayat verdiği Sonny karakterinin para saçarak onu izleyenleri galeyana getirmesi, dönemin ekonomisine küçük bir ışık tutar. Yoksulluk ile boğuşan halkın, sisteme karşı çıkan aykırı kişilere olan bağlılığını da bu sahnede görürüz. Moretti karakterinin Attika Olayı'nın tekrar yaşanmaması için hem emri altındaki polisi hem de Sonny'i sakinleştirmeye çalışması da iyi polisin nasıl olması gerektiğine dair bir portre çizer. Bu durum iki tarafın kesin çizgilerle ayrışmadığını, iyinin ve kötünün bağlama göre öne çıktığını gösterir bana göre. Sylvia (Penelope Allen) ve Mulvaney (Sully Boyar) üzerinden ise suçlu konumuna itilmiş bir insanla iletişim kurmanın nasıl olacağını, ayrıca arkadaşlarını korumanın önemini anlatır. Filmin ilerleyen kısımlarında Sonny ile rehinelerin kırk yıllık arkadaş gibi sohbet edip vakit geçirmesi de suç işlemek zorunda bırakılan kişi ile kurbanların aynı kazanda piştiği, suçun sorumlusunun düzen olduğunu düşündürür. Bu gibi örnekler filmde sık sık görüldüğünden izlenmesi ve üzerine okumalar yapılması gereken bir film olmuştur.


The Fly (1986)


Gerçekçiliği, gerilim düzeyinin en üst seviyede olması ve insan doğasına yönelik birtakım alegorileri sayesinde filmi izledikten hemen sonra bir analiz yapmak mümkün değil. Birkaç saat üzerine düşünüp hazmetmek, ardından filmin okumasına geçmek gerekir. Görsel efektlerin ve plastik makyajların emek kokması, ince detaylara sahip olması, sahnelerin hafızaya kazınmasına neden oluyor. Final sahnelerine doğru şaha kalkan vahşilik dozajı, izleyicinin psikolojisine balyozlarla darbe vuruyor. Doksan dakikalık bir akıl hastalığı diyebilirim. Çok kaliteli bir film olmasının acısını çekiyorsunuz. Jeff Goldblum’un oyunculuğu bu role çok yakışmış. Tuhaf bir bilim insanına başarıyla can vermiş. Geena Davis’in biraz donuk kaldığını söyleyebilirim. Bilim kurgunun yüzeysel ve hikâyeye katkı sağlamaktan başka vasfının olmaması biraz can sıkıcı.


Seth karakterinin sineğe dönüşme sürecinde aklıma ilk olarak ergenlik tecrübesi geldi. Bu filmdeki kadar dramatik veya dehşet verici olmasa da ergenliğe giren bir insanın vücudunda meydana gelen değişimler korku verebiliyor. “Ben kimim? Ne oluyor bana? Neler hissediyor ve planlıyorum hayatımın geri kalanı hakkında?” gibi sorular, bir ergenin aklını sürekli kurcalayan sorular. Kişilik ve beden sorgulamaları her bireyin başına gelen bir şey olduğundan bu filmin korku-gerilim kısmıyla çok kolay bir şekilde bağ kurabiliyorsunuz. Bu sineğe dönüşüm mevzusunun bir diğer ayağı ise yaşlılık meselesi bence. Filmde de sık sık ölüm ve yaşlılık hakkında sözler sarf ediliyor. Hatta finale doğru Seth karakterinin, bebeğin doğumunu sırf benden geriye bir şey kalsın diye istemesi, bir miras alegorisi aslında. Yaşlanmakta olan kişilerin geride bırakacağı anı ve mülk konusunda hassas olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Son bulmak üzere olan bir hayatın çeşitli şekillerde sinyaller verdiğini görürüz. Tırnak ve dişlerinin dökülmesi, vücudunun berbat bir hal alması, yürümekte zorlanması gibi durumlar bunun göstergesi. Ayrıca dönüşüm ilerledikçe karakterin yaşadığı bunalımlar da bir yaşam döngüsü gibi. Bu sebeple Seth’in geçirdiği değişim sürecini, bir büyüme alegorisi olduğu şeklinde yorumlayabiliriz. 


They Live (1988)


Üzerinden geçen otuz üç yılın ardından hâlâ güncelliğini, mesajın etkisini ve gerçekliğini koruyabilmesi bakımından bu film, takdire değer. Gerçeği insanın kafasına vura vura anlatması, metaforlara ve alegoriye sığınmadan cesur bir şekilde mesajını vermesi de güzel bir tercih. Televizyonun insanı gerçek hayattan nasıl kopardığını anlatan filmleri her zaman sevmişimdir. Bu filmde geçen ve ekrana çıkan bir kadının ağzından verilen "Yapmam gereken tek şey ünlü olmak. Asla yaşlanmıyor ve ölmüyorum." repliği, Fight Club'da geçen ”Biz televizyon izleyerek, milyonerler, sinema tanrıları, rock yıldızları olacağımıza inanarak büyüdük.” sözünü hatırlattı. Bu, gerçekten tam yerinde bir tespit. Çünkü bize sundukları ışıltılı hayat; gerçeklikten kopmamıza, hayatın doğal akışına aykırı davranmamıza neden oluyor. Kendimize ve yeteneğimize ihanet ederek. Paranın ''bu senin tanrın'' olarak gösterilmesi de güzel bir ayrıntı. Otoritenin ve kodamanların canavar olarak gösterilmesinin, hemen ardından bir canavarın ağzından ''Sen bizi nasıl görüyorsan biz de seni öyle görüyoruz." repliğinin filmi başarılı kılan sahneler olduğunu düşünüyorum. Bu replik aslında para ile otorite sahiplerinin yoksul halkı sadece çiftlik hayvanları ve kas gücü olarak gördüklerini anlatıyor. Mesaj dolu bir başka sahne ise ''Kıyafet koleksiyonu ifade özgürlüğü sağlıyor.'' diye reklam gösteren televizyon sahnesidir. Artık fikirlerine değil dış görünüşüne göre insan yargıladığımız bir çağda bu sözün hicvi, daha da kuvvetleniyor. Oyunculuklar çok etkileyici olmasa da, görselliği artık eskise de senaryosuyla insanı etkileyen başarılı bir film.


Stargate (1994)


Ortalama bir film. Temponun değişkenliği bence filmin en bariz sorunu. Hangi sahneye ne kadar süre harcanacağı konusunda net bir planlama yapılamamış. Önem arz eden sahnelerin kısa tutulması, bomboş diyalogların gereğinden uzun olması filmi izlerken sıkılmama neden oldu. Daha tutarlı bir senaryo akışı filmin kalitesini gözle görülür ölçüde artırırdı... İlk başlarda verilmek istenen bilimsel altyapı, bir yerden sonra sarpa sarıyor. Mitolojik ögelerin bilim ve uzayla bağdaştırılması yaratıcı bir fikir ama benim açımdan hoş değildi. Çünkü mantıklı bir açıklama getirme gayreti, bir noktadan sonra var olan mantığı bozmuş. Film hakkında söylenebilecek onlarca negatif şey var. Fakat filme dışarıdan bir gözle bakınca bu eserin muadili olan başka bir sinema filmi bulamayacağınızdan kıymeti artıyor. Yani Stargate izlemeyecekseniz benzeri bir film izleme şansınız yok. Bu konuda takdir edilesi bir yapım. Kurt Russell ve James Spader'ın oyunculuğunu da çok beğendim. Bence rollerinin hakkını vermişler.


Heat (1995)


Muhteşem ve hayranlığı sonuna kadar hak eden bir film. Al Pacino ile Robert De Niro'yu karşı karşıya getirerek çoğu sinemaseverin hayalini gerçekleştirmiş. Oyuncu kadrosunun son derece kaliteli oluşu, seyirciyi büyülemeye yetiyor. Ana hikâye akarken kenarından izlediğimiz yan hikayeler, neredeyse bütün karakterleri insan kılıyor. Bir avuç soyguncuyla kedi-fare oyunu oynayan polis teşkilatından daha fazlasını edinebiliyorsunuz filmden. Az veya çok, bir şekilde maruz kaldığımız aile sorunları, sosyal hayatta çatırdamalar, arzu ve şehvet ekseninde dönen atılımlar gibi birçok unsur bu filmde çok güzel gösterilmiş. Bu filmin başarısının altında yatan sebeplerden biri de bu. Birden fazla çevre ve ilişki üzerinden anlatılan karakterlerin suni bir dünyadan taşıp seyirciyle bağ kurabildiğini görüyoruz. Bir karakterin ilk görünümü ile son sahnesi arasındaki ciddi farkın sebeplerini anlayabiliyorsunuz. Bu çok güzel bir durum çünkü motivasyon ve sebep konusunda her karakter kendi içinde ve hikâye bağlamında tutarlı. Aile müessesesi başlı başına bir oyuncu bu filmde, çünkü çoğu karakter için ateşleyici güç rolünü üstlenmiş. Ruhsal bunalımdaki bir kız, ilgisizlikten ve geri plana atılmaktan bıkan eşler, karakterlerin hamlelerine doğrudan etki ediyor. Üç güç odağının çatışmasını izlerken gündelik hayatı konu alan sahnelerin varlığı, bir sinemasever olarak beni çok tatmin ediyor. Kesinlikle izlenmesi gereken çok kaliteli bir film.


The Truman Show (1998)


1998 yılında yapılmış bir filmin günümüzü bu kadar derinden ilgilendirmesi beni şaşırttı. Senaryonun temeli aslında şimdi idol, geçmişte rehber denilen bir tiplemenin hem eleştirisini hem de savunmasını yapıyor. Sosyal medyanın doğurduğu meşhurların veya çocuk yıldızların hayatına da bir nevi mercek tuttuğunu söyleyebiliriz. Popüler kültür tüketicisine sunmak için allanıp pullanan, doğallığı öne çıkardığını iddia etse de son derece yapay duran meşhurların hayatı, aşağı yukarı bu filmde Truman’ın yaşadıklarıyla örtüşüyor. Ünlülerin dertten yoksun, ışıltılı bir hayat yaşadıkları gösterilmek istenirken yaşamın gerçek ve kıymetli tarafından uzak kaldıklarını açığa çıkarmış bu film. Rock müziği efsanesi, Hollywood yıldızı ya da kanaat önderi olmasak da bu duruma benzer bir yaşantıya kendimizi mahkûm edebiliyoruz. İnsanların sosyal medyada gösterilen halleri hem tek tip hem de sahte. Genel algıya uymaktan başka amacı olmayan yığınla insan, körpe zihinlere elde edemeyecekleri bir hayatın reklamını yapıp duruyor.


Bu filmde Christof karakterinin Truman’a sunmaktan dolayı övündüğü kusursuz ve güvenli hayatın hayırlı bir şey olmadığını anlayabiliyoruz. Çünkü pastanın üstündeki sahte çilekten farkı olmayan bir düzenin yaratacağı insan; yoğurdun kaymağı gibi yüzeysel, topluma faydasız bir birey olur. Günümüzde, fenomenlerin hiçbir yeteneği olmadığından yakınmak da bundan kaynaklanıyor. Çocuk yıldızların elde ettikleri inanılmaz ün ve paranın ardından uyuşturucu bağımlılığı, ruhsal bunalımlar, savurganlık gibi sorunlarla boğuşup yok olmalarının sebebi de onları yapay bir dünyaya hapsetmemizdir. Ayrıca meşhurların hayatını adeta kutsal kitap gibi hatmeden insanları da hakkıyla yerden yere vurmuş film. Birinin hayatına sırf ortalama bir insandan daha fazla tanınıyor diye nüfuz etmek istemenin ne kadar ebleh bir hareket olduğunu net olarak görüyoruz. Kimse çıkıp ''Bize ne bu insanların hayatından?'' diyene kadar magazin programlarının sonu gelmeyecek. Şu ünlü hangi dondurmayı yaladı, bu ünlü hangi salatalık çeşidine müptela gibi bomboş soruların cevabıyla beynini dolduran insanların varlığı, bu çarkları paslı makinenin işleyip durmasına sebep oluyor. Meryl Burbank’in yaptığı reklam sahnelerinden de anlaşılacağı üzere şirketler; vasıfsız fenomenleri, magazin programlarını, dergileri finanse etmekten bıkmıyor.


Jim Carrey’nin kısmen abartılı ama benim hayran olduğum oyunculuğu, bu filmi çok keyifli kılıyor. Görsel tasarımlar ve sanat yönetmenliği, senaryonun doğasına uygun olduğundan filmin kalitesini azaltmıyor. Hollywood’un en başarılı oyuncularından biri olan Ed Harris’in oyunculuğu da bu filme çok katkı sağlamış. Çok özel ve kaliteli bir film. Kesinlikle izlenmeli. 


Big Fish (2003)


Bu zamana kadar izlediğim en iyi filmlerden biri. Yaşanan olaylar, Tim Burton’ın dünyaya farklı bakan gözüyle ve süslü üslubuyla seyirciye aktarılmış olsa da çok içselleştirdiğim, rüzgarına kendimi teslim ettiğim bir film. Tamamı metaforlar, tespitler ve anlamlar ile yüklü iki saatlik bir şov. Tim Burton’ın sinema konusundaki yetkinliğini gözler önüne seren muhteşem bir film. Çok temiz bir iş olmuş bana göre. Her sahnenin çözümlenmesi gerektiğini düşünüyorum ki bunu yapmak bir tez konusu olabilir.


Baba-oğul ilişkisinin filmde ana konu olarak işlendiğini düşünüyorum. Öyle ki Edward Bloom’un yaşadıkları da bu konuyu irdelemek için kullanılmış birer araç. Klasik aile kurumu içerisinde baba ile yeterince iletişimde bulunmayan çocukların zıt kutuplara yöneldiğini görebiliyoruz. Bu filmde de Edward ne kadar masalsı anlatıma sadık bir karakterse oğlu da o kadar gerçeğin peşinde. Kuşak çatışmasına da yorabileceğimiz bu durum aslında birbirini tam olarak tanıyamamaktan kaynaklanıyor. Will karakteri, babasının anı anlatmak konusundaki tercihlerini final sahnesine kadar anlayamıyor. Sıklıkla evden uzakta olan babasının yaşadığı hayattan memnun olmadığını, aile hayatına alışamadığını, bu yüzden gerçeği anlatmadığını düşünüyor. Para kazanıp ailesini geçindirmek için günün çoğunu dışarıda geçiren baba figürünün çocuklar ile yeterince bağ kuramadığını görebiliriz. Anne sevgisinin temelinde de bu durum yatıyor olabilir. Zamanın çoğunu anneyle geçirmeyi gerektiren bir düzende babanın varlığı bir çatıdan ibaret kalıyor. Bunun tam tersi olarak iyi veya kötü bütün anıları birlikte yaşadığın anne figürüne bağlanmak daha kolay oluyor.


Olayları masal olarak anlatma mevzusuna gelince bana göre bu durum, herkesin başına farklı aile üyeleri ile gelmiştir. Yaz tatilinde gittiğimiz dedemin köy evinde geçirdiğim zamanlarda dinlediğim hikayeler de bende aynı etkiyi yaratırdı. Dedem yaşadığı olayları kendi filtresinden geçirerek anlatır, ben ise duyduklarımda sürekli bir açık arar, masal dinlediğimin bilincinde olmak isterdim. Oysaki şimdi geçmişe dönüp baktığımda, dedem, yaşadıklarını algıladığı biçimde anlatıyormuş diyorum. Masalın sahte olduğunu kutlu dava gibi savunmak yerine tadına varmanın en iyi tercih olduğunu düşünüp üzülüyorum.


Filmin ağırlık noktalarından biri de masal anlatıcılığıdır. Sık sık replikler ile perçinlenen masal mevzusu, sanat çevreleri tarafından yoğun olarak tartışılır. Masalsı anlatım veya büyülü gerçekçilik, yaşamı eğip büktükten sonra tüketiciye aktarmak olduğu için gerçeklikten kopmak gibi algılanıyor. Ancak durum bir ürünün paketlenmesinden ibaret aslında. Bir hikâyeyi meydana getiren hayali unsurlarla bağ kurmak, market rafları arasında gezinirken ambalajların çekimine kapılmakla aynı durum. Ürün daha güzel gözüksün diye renkli ambalaja saran fabrika ile hikâye hafızaya kazınsın diye büyülü olaylarla harmanlayan sanatçı, aynı cephede yer alıyor. Bu yanlış bir tercih olamaz çünkü insanların duygularına hâkim olmak ve zihnine yön vermek adına başvurulan bir yöntemdir bu. Bence bir sanat eseri, tüketiciye sunduğu değerler doğrultusunda eleştirilmeli. Tüketici, bir eserin özünü kendine yakın bulduğu zaman koşullar her ne olursa olsun gereken mesajı ve duyguyu edinecektir. Hikâyenin akışını sağlayan unsurlar gerçek dünyada rast gelemeyeceğimiz varlıklar olsa da ana olgu insani olduğu müddetçe okur, eseri kendinden bir parça olarak görür.


Bugün Orta Dünya, Buz ve Ateşin Şarkısı veya Harry Potter evrenine sevgi ve saygı duyan insanlar, hikâyede özdeşim kurabileceği kişi ya da olaylar bulmuştur. Fantastik bir esere bakıp ''çocuksu'' demek yerine dış kabuğu yararak öze odaklanmak gerekir. Aksi takdirde yapılan eleştiriler bir arpa boyu yol alamayacak, yüzeysellikten kurtulamayarak fikir değiştirme gücünden yoksun kalacaktır. Bu türden eserleri kuytu köşelere mahkûm ettiğimiz müddetçe elimizde kupkuru ve hayal gücünden yoksun anlatılar kalacaktır. Hem sanatı hem de hayatı değerli kılan masalsı anlatım, binlerce yıldır insanları hayata bağlayan şeydir. Birçok sanatçı tarih boyunca kendi algı süzgecinden geçirdiği olayları süsleyip insanlara sunarak birçok kaybolmuş ruha yol göstermiştir. Kıymetli olduğu su götürmez olan umut, ahlak, haysiyet, cesaret gibi değerleri canlı tutan destanların varlığı buna kanıttır. Karanlığa küfretmek yerine bir mum yakmayı tercih eden fantastik eserleri, ben, her zaman beğenip takdir etmişimdir. 


The Last Samurai (2003)


Çok temiz, odaklı ve emek kokan bir film. İyi filmin nasıl çekileceği konusunda ders niteliğinde bir eser bu. Sanat tasarımı, sahnelerin dizaynı ve efekt kullanımı ne kadar özenli çalışıldığını gösteriyor. Anlatılan dönemi seyirciye net olarak aktarabilmek için en ufak ayrıntıya dahi dikkat etmişler. Tom Cruise ve Ken Watanabe'nin başarılı oyunculukları sayesinde film, seyirciyi avcuna alıp sonuna kadar bırakmıyor. Çekimlerin zarifliği filmin özüne çok yakışıyor çünkü onur, erdem ve benzeri niteliklere vurgu yapan bir hikaye, bunu gerektirirdi. Filmin genelinde ve özellikle finalinde şaha kalkan savaş sahnelerinin de gayet başarılı bir şekilde çekildiğini söyleyebilirim. Tek çekim koreografilere odaklanılsa daha lezzetli sahneler ortaya çıkabilirmiş. Yine de meydan savaşı gibi çok kişi ve ekipman gerektiren sahnelerin kusurlarını göz ardı edebiliriz.


Modernizasyon sürecinde olan bir ulusun Batılılaşma gibi bir hataya düşmemesi gerektiği, çok iyi anlatılmış. Kıyafet devşirmenin, yabancı memurlar istihdam etmenin, geleneği bir rafa kaldırmanın yarardan çok zarar getireceği vurgulanmış. Katsumoto karakterinin isyan bayrağı açmasının sebebi de özden kopuş ve gelişme pahasına halkın korunmaya değer meziyetlerinin yok edilmesiydi. Başkentin hali sevimsiz ve özentiyken asilerin yaşadığı köyün huzurlu ve hayat dolu olduğunu göstermek, güzel bir mesaj olmuş. Batı'nın ilmini alırken doğunun erdeminden vazgeçilmemesi gerektiğini göstermiş bu mesaj. ''Üstünlük ve güç hangi tarafta?'' diye sorulursa film bunun cevabını savaş meydanında veriyor. Fakat mesele, güç olmaktan ziyade neyin kıymetli olduğudur. Aksi takdirde bugün hâlâ maddi bir yararına tanık olmadığımız birçok kurum ve geleneği çöpe atmak zorunda kalacaktık. Hayatı daha yaşanılabilir kılmak için kısa dönemli ve kişisel menfaate dayanan atılımlar değil, kültüre ve gerçeklere dayanan adımlar atılması gerektiğini güzel anlatmışlar.


Nathan Algren karakterinin Japon asilerinin eline düştükten sonra kurbanlarının neler çektiğine yakından tanık olması, çok iyi bir tercih olmuş. Öldürdüğü bir samurayın evinde, onun çocukları ve eşiyle geçirdiği zamanlar ahlaki olarak seyirciye bazı sorgulamalar getiriyor. İnsanların evraklardaki bir sayıdan ibaret olmadığını, kaybedilen her hayatın ardında yıkım bıraktığını güzel işlemiş. Kendisi de bir süre önce Kızılderili katleden bir birliğin başında olan Nathan karakterinin ezilen ya da aykırı olan topluluklara karşı bir özür borçlu olduğunu anlatmışlar. Bu açıdan baktığımız zaman, filmin uzun bir kefaret ödeme anlatısına sahip olduğunu söyleyebiliriz.


Silent Hill (2006)


Kendi içinde değerlendirildiğinde gayet sürükleyici ve iyi bir film olduğunu söyleyebilirim. Genel olarak korku/gerilim türü içerisinde değerlendirildiğinde birçok klişe ögesi mevcut. Filmin, kör gözüne parmak denilebilecek kadar açık bir mesajı var. Zaten film, mesaj verme kaygısından ziyade gerilim filmi olmanın gerektirdiği üzere seyirciyi diken üstünde tutuyor. Kamera açıları, görsel efektler ve mekan tasarımlarını başarılı buldum. Çeşitli alegoriler yer alsa da (hemşireler, piramit kafa, ışık) arkadaşlarınızla buluştuğunuz zaman üstüne çok düşünmeden izleyebileceğiniz bir film. Üstüne düşünüldüğünde pişmanlıkların insana kendi cehennemini yaşatmasını, korktuğumuz şeylerin aslında bizim verdiğimiz değer ile doğru orantılı olduğunu, kişisel trajedinin toplumun geneline nasıl yansıdığını, inancın kolayca manipüle edilebileceğini filmden edinmek mümkün. Bence film üzerinde okuma yapmaya kapı aralayan, sanıldığı kadar aptalca olmayan bir eser...


Av Mevsimi (2010)


Ana hikaye kendi seyrinde ilerlerken birden fazla yan hikaye ile senaryoyu desteklemek çok büyük bir iş. İdris, Ferman, Hasan sadece davada değil kendi hayat mücadelelerinde de bir hikaye yazıyorlar. Ve yönetmen bunu, dolu dolu aktarabilmiş. Sadece üç ana karakter değil bütün karakterler kendilerine yeterince ekran süresi, diyalog ve olay bulabilmiş. Bunun ayarını tutturabilmek, yine yönetmenin başarısı. Pamuk'un üzerinden töre geleneğini farklı açılardan ele almış ve eleştirmiş. Doğrudan Cem Yılmaz'ın ağzından yozlaşmış bazı geleneklere karşı eleştiri yapılmış. Yine Cem Yılmaz'ın oynadığı İdris karakteri üzerinden zararlı erkek tavırları ekrana taşınmış. Aynı durumu yaşayan ve buna zıt tepkiler veren iki karakter olan Battal ve Ferman ile vicdan muhasebesinin ne olduğunu anlatmak da ayrıca güzel bir durum. Görüntü yönetmenliği konusunda bazı eleştiriler getirilebilir. Renk filtresi seçimi ve kamera açıları bazı yerlerde göze batsa da filmin bütününde yaratılan atmosfer tutarlı ve etkileyiciydi. Bu oyuncu kadrosunu bir araya getirebilmek de büyük başarı. Cem Yılmaz, Şener Şen, Çetin Tekindor, Okan Yalabık, Rıza Kocaoğlu ve daha nicesi rolünün hakkını verebilmiş. Herkese tavsiye ederim.