Kaidan (1964)


Enteresan ama doyurucu değil diye adlandırabileceğim bu eserin elli sekiz yıllık olduğunu göz önüne aldığım zaman bir sürü hatasını affedebilirdim. Ancak bana imkansızlıktan doğan kusur göstermeyip emek vermemekten kaynaklanan senaryo zayıflığı sununca iyi niyetimin bir gereği kalmadı. Gerçekten yönetmenlik, görüntü yönetmenliği, sahne ve ses tasarımı gibi işin teknik kısmında inanılmaz bir başarı söz konusu. Sahne tasarımlarında ve renk kullanımlarındaki pasteli anımsatan ton benim çok hoşuma gitti. Set çekimlerinin pek sırıtmadığını, fantastik unsurların sakil durmadığını da söyleyebilirim. Bu açılardan baktığım zaman bu film yönetmeni Masaki Kobayashi'yi dikkate değer bir sanatçı olarak listeme eklememi sağladı. Fakat sinema görsel bir sanat olduğu kadar işin mutfağında düşünsel çaba gerektiren bir uğraştır. Senaryoyu bir kenara koyup doğrudan hikayeye odaklandığım zaman dahi bariz bir hamlık göze batıyor. Bir uyarlama olsa da ana kaynağın üzerine inşa edilecek daha girift bir yapı korkunun ve fantastik ögelerin gücünü artırabilirmiş. Mesajların bariz olması da hikayenin nereye bağlanacağı konusunda bir fikir veriyor, tahminlerin tutması sonucunda da korkmak veya gerilmek mümkün olmuyor. Ayrıca bu filmde anlatıcının ne gereği var sorusunu sormak istiyorum. Sahnede gösterilenler zaten yeterli, bir de üzerine emmioğlunun biri çıkıp hikayeyi anlatıyor. Kötü bir tercih bence.


'Siyah Saçlı' adını taşıyan ilk hikayede bence hiç kimsenin itiraz etmeyeceği biçimde yükselme ihtirasıyla sevdiklerinden kopmanın yanlış olduğunu anlatıyor. Bu doğru bir önerme ama senaryo içerisinde eksik kaldığını düşündüğüm bazı kısımlar var. Örneğin adamın ilk eşini bırakmanın cezasını ruhsal olarak çekmemesi önemli bir eksiklik. Geleneksel anlatılarda arınmaya varmadan evvel karakterin gündelik yaşamına günahlarının sirayet etmesini görürüz. Farkındalık sahibi olmanın bir koşulu da hatanın sonuçlarını görmek olduğundan bu hikayecilik tekniği eski olsa da hala geçerlidir. Bu hikayede ise çok cılız birkaç sahne dışında adam gayet iyi bir durumda. Hatta kendi yüzsüzlüğü dışında bir problem de yok ortada. İlk eşini makam uğruna boşayıp başka biriyle evleniyor, ikinci eşi de adama ilgi gösteriyor. Sorun yok, sorun varmış gibi davranan bir adam var. Adamın çektiği sönük özlemin de korku bağlamında bir karşılığı yok. Bu bölümün finalindeki cezalandırma da adamın ettiğinin tam manasıyla bir karşılığı değil. İlk eşini bırakmanın cezasını ödediği düşünülebilir ama bu adamın eski evine dönmese nasıl cezalandırılacaktı sorusu havada kalıyor.


Karların Kadını isimli bölümdeki söz vermenin önemine ilişkin anlatı da biraz yavan kaldı. Uzunca mesaj ekseninde olmayan sahneler izledikten sonra verilen mesajın çok basit olması tadımı kaçırdı. Kavraması zor mesajlar vermek zorunluluk değil ama ders alınması isteniyorsa bunun daha kuvvetli işlenmesi gerekiyor bence. Önceki bölümdeki gibi olaylar sadece tesadüfe dayalı gerçekleşiyor. Öyle olmasaydı ne yapacaktı, böyle demeseydi ne olacaktı gibi soruları çok kez sordum kendime. Bu da eserin kendi iç gerçekliğine beni dahil edemediğinin bir göstergesi. Normalde geleneksel hikayeciliğe dayanan korku veya fantastik eserler yakın zamanda başka bir sanat dalına aktarılacağı zaman modern dertlerle harmanlanır. Karların Kadını ve Siyah Saçlı isimli bölümler 1964 için bile çok antik kalıyor.


Kulaksız Hoichi isimli bölüm benim bu film içerisindeki favorim oldu. Verdiği mesajla ilgili bazı itirazlarım olsa da görselliğin iyi olması için verilen çaba takdirimi kazandı. Hoichi'nin sesinden dinlediğimiz, on ikinci yüzyılın en soylu dört ailesinden ikisi olan Minamoto (Genji) ailesi ile Taira (Heike) soyu arasındaki Genpei Savaşı'nın hikayesini içeren Heike Monogatari (Heike'nin Hikayesi) filmin içerisinde çok iyi kullanılmış. Minamoto no Yoritomo tarafından bozguna uğratılan Heike ailesinin ve imparatorun ahirete gitmek yerine sonsuzluğa atılması, 'hayalet' olmaları enteresan bir tercihti. İyi bir biwa sanatçısı olan Hoichi'den kendi hikayelerini dinlemek istemeleri beni düşündürdü. Ben de ölümden sonra nasıl anılacağını merak eden biri olarak bana bu şansın verilmesini çok isterdim. İnsanların hafızasında bıraktığımız tortu, hayatı nasıl geçirdiğimiz, karakterimiz ve bizi biz yapan her şey en iyi bizim yokluğumuzda yorumlanabilir. Varlığımızın gölgesi olmadan hakkımızda konuşulanlar bizim için bir ders niteliği taşıyabilir. Çoğumuz yüz yüze gelmenin getirdiği samimiyetsiz yorumlardan daha fazlasını elde edemeden ölüp gidiyoruz. Heike ailesi bu bakımdan özel bir imkan elde ediyor. Bu imkanı kullanırken Hoichi'ye istemediği bir kadere sürüklemeleri ise benim canımı sıktı. Görme engelli olan Hoichi'nin fiziksel eksikliğinden faydalanarak onun itiraz etme, durumu değerlendirme, karar alma gibi haklarını gasp ettiler. Hoichi hikaye boyunca aldığı kararların değil alamadığı kararların sorumlusu ve kurbanı oldu. Bu durum hikaye anlatıcılığı içerisinde kabullenmekte zorlandığım bir şey. Bir kişiye suçlusu olmadığı bir konuda ceza verildiğini göstermek seyirciyi olumsuz düşüncelere sevk etmekten ileri gidemez. Hoichi zor zamanlar geçirdi çünkü görme engelliydi. Görme engelli olması onun suçu değildi. Suçu olmasa da manipüle edilmesinin cezasını ödedi. Bu denklemde benim düşünce yapıma uygun bir yer yok. Finalde Hoichi'nin maddi anlamda iyi bir konumda olması onun çektiği acıların geri ödemesi olamaz.


Bir Fincan Çayın İçinde isimli hikaye oldukça sıkıcı ve final olmak için yetersizdi. Değinmek istediği bir yer olmadığı için korkunun veya gerilimin daha kuvvetli olmasını beklerdim. Tutunduğu ve bir korku ögesi olarak kullandığı kabus görme meselesi benim gibi aklı her şeyin önünde gören birini bile germiyorsa sanırım zayıf kullanılmıştır. Kulaksız Hoichi gibi görsel olarak tatmin eden bir yanı da yoktu. Genel olarak çok coşmasam da izlediğime pişman değilim. Film kültürünüze önemli bir katkı olacağını düşünüyorum.


Mean Streets (1973)


Bu film, büyük yıldızların ilk kez parladığı eser olması bakımından bana göre kültürel olarak çok kıymetli. Scorsese'nin suç türünde çekeceği filmlerde aksiyona değil de diyaloglara, karakter dramlarına, geçim kaygısına, ahlaki değerlere değineceğinin habercisi olmuş. Ayrıca ana karakteri yüzeysellikten uzak, gri ve kabullenilmesi zor tipler yapacağının da bir göstergesi denilebilir. Charlie karakterinin her an sokakta görülebilecek kadar tanıdır gelmesi de bu sebepledir. Bu filmde karakterlerin arasındaki samimiyeti gösteren, içinde yaşanılan çevre hakkında bilgi veren, yapaylıktan uzak, keyifli diyaloglar sürüsüyle var. İtalyan aksanı ile verilen replikler kulağa çok hoş geliyor. Belli açılardan Tarantino'ya örnek olmuş diyebilirim. Onun da insan doğasını cümleler üzerinden vermek konusunda tutucu olduğu herkesçe bilinir. Scorsese bu filmde çok sınırlı bir alanda karakter dramı anlatıyor. Charlie'nin mahallesinde güç kazanma mücadelesi ve John'un hayatını düzeltme çabası üzerinden ilerliyor. İkisi de gösterişe kaçmayan, sıradan ve doğal bir tavırla işlenmiş. Bütçenin azlığı da bunda etkili olabilir. Scorsese bu filmi 500.000 dolara çekmiş ve bence iyi bir iş çıkarmış ortaya. Esas duygu ve fikir verme aracı olarak birkaç karakterin ilişkisine odaklanıp sahneyi oyuncunun performansına bırakmış. Robert De Niro ve Harvey Keitel rolünün hakkını verince temiz bir iş çıkmış ortaya. Zaten filmin mesajı bir baba öğüdünden pek de farklı değil. Günün sonunda kuşbakışı ele alında bu film muadili Scorsese filmleri arasında parlamıyor ama hüsrana da uğratmıyor. Büyük beklentilere girmeden, sinema tarihine bakış açınızı değiştirsin diye izleyebilirsiniz.


The Evil Dead (1981)


İyi film çekmek ile iyi sinemacılık arasında belli belirsiz bir çizgi vardır. Günümüzün bakış açısıyla bu film beğenilemez. Görsel efektlerin alıp başını gittiği, senaryo yazımında artık verilerle hareket edildiği, belli bir ölçekte kaliteli oyuncu bolluğu olduğu bir dönemde Evil Dead çok sönük kalıyor. Öncesinde çıkmış ya da çağdaşı filmlerle kıyaslandığı zaman da zayıf kalması söz konusu. Teknik açıdan övülesi çok az kısmı var dürüst olmak gerekirse. Ama Sam Raimi'nin kuş kadar bütçeyle, eşini dostunu oynatarak, şerle belayla çektiğini öğrenince iyi sinemacılık ne demek anlıyorsunuz. Aklındaki fikri hayata geçirmek için bir insanın yokluktan imkan yaratmaya çalışması hangi dönemde olursa olsun saygıyla karşılanması gereken bir husus. Halihazırda Sam Raimi'ye hak ettiği saygı verildi ve Spider-Man üçlemesi emanet edilerek ödüllendirildi. Bu filmde bütçenin azlığına boyun eğmeden sahneyi gerektiği gibi tasarlamaya çalışmaları çok güzel bir durum. Bazı yerlerde ucuz gözüküyor fakat ellerinden gelenin bu olduğunu bilmek insanı samimi bir hoşgörüye itiyor. Bazı yerlerde de ucuz gözükmesi doğallık ve iğrenti hissiyatı yaratıyor ve filmin gücünü artırıyor. Evil Dead günümüz korku klişelerini önemli ölçüde etkilemiş bir eser. 'Bir avuç ergen dağ evine gider ve başlarına tuhaf şeyler gelir.' türünde aklınıza hangi klişe geliyorsa bu filmde onlar var. Bir kısmını doğurmuş bir kısmını etkileyici bir biçimde kullanmış olduğu için bu film uzun yıllar boyunca konuşulup hakkında onlarca eser çıktı. Bence sinemacı olmak isteyen, ben ve benim gibi yoklukla mücadele eden insanlara umut verecek keyifli bir film. Sinema kültüründe de önemli bir yeri var. İzlemenizi tavsiye ediyorum.


The Evil Dead II (1987)


İlkinde çok keyif almış olsam da bu filmde biraz sıkıldım. Eğlenceli bir film çekmek için uğraşılmışsa da kantarın topuzunu kaçırmışlar. Bir noktadan sonra aynı anda o kadar çok olay oldu ki takip etme mekanizmam yandı. Filmin ikinci yarısında sürekli karnaval gibi aksiyon var ve ben hiçbirinden keyif almadım. İlk filmde anlatılanları az çok genişleterek hikayenin devamını getirmeleri ve psikoloji-korku türünde daha sert bir eser ortaya çıkarmalarını isterdim. Onun yerine abartının sınırlarında halay çekmişler. Komediye abanmaları da ilk filmin yarattığı atmosferi bozmuş. Oysaki ilk filmde yönetmenin bizi bıraktığı nokta akılda kalıcı ve üzerine düşünülesiydi. İkinci film için söyleyebileceğim bütün güzel şeyler zaten ilk filmde daha steril bir halde vardı. Yönetmen zamanında yediğimiz güzel yemeği mikrodalgada ısıtıp üzerine kepçeyle sos dökmüş, bunu da yeni yemek gibi sunmuş. Yedim, doydum ama bir daha bu mekana uğrayacağımı pek sanmıyorum.


L.A. Confidential (1997)


Los Angeles'ın sinema ve medyada pompalandığı kadar görkemli olmadığının küçük bir anlatısıyla başlayan filmin hala bu yanılsamada olan insanlara ders niteliğinde olabileceği kanısındayım. Filmin geneli de bu fikrin doğrultusunda tasarlanmış. Bir şehir özelinde bakmayıp genele yaydığımız zaman ögelerin iyi özelliklerle birlikte kötülüğü de barındırdığının herkes farkındadır. Bu durum olgulardan daha girift bir yapıda olabilen kişiler için de pek tabii geçerlidir. Örneğin bu filmde Guy Pearce'in can verdiği Ed Exley karakterinin de adalet konusundaki tutuculuğunun yanında geçmişine saplantılı olduğunu görüyoruz. Karakolda dışlanmayı göze alarak ekip arkadaşları aleyhine ifade vermesi onun adalete olan inancını gösteriyor. Bununla birlikte terfi alıp dedektif olmak istemesi de kendi çıkarlarını hiçe sayabilecek kadar ebleh olmadığının da altını çiziyor. Zaten finaldeki içinden çıkılması güç durumdan kurtulabilmesi ve işleri kendi lehine çevirebilmesi de hem zekasını hem de menfaatine düşkünlüğünü kanıtlıyor. Ed karakteri aşırı derecede itici olsa da tasarımı benim hoşuma gitti çünkü hırs, öfke, zaaf gibi insani özellikleri iyi ayarlanmış. Kurallara bağlılığı da ana akım filmlerde gördüğümüz aşırı havalı polislerden onu ayırıyor. Onunla birlikte diğer karakterlerin de gerçeğe çok yakın gri kişiliklere sahip olduğuna şahit oluyoruz. Kadına şiddet konusunda sert bir tavrı olan Bud White ile basına bilgi sızdırıp para kazanan Jack Vincennes başka eserlerde de tiplemesini görmek isteyeceğim türdendi. Bud'ın kadına şiddet konusundaki hassasiyeti geçmişiyle ilişkilendirilip güzel bir alt metin verilmiş. Kişilerde taviz verilmeden uygulanan prensiplerin temelinde çocukluk travmalarının yattığını anlayabiliyoruz onun üzerinden. Kısa sahneler aracılığıyla bunun da altyapısı oluşturulmuş. Russell Crowe'un oyunculuğu da karaktere bir derinlik katmış denilebilir. Jack'in kâr-zarar dengesini gözetip hep mantıklı kararlar vermesi de hoşuma gitti.


Ünlü olmak isteyen insanların estetikle büyük yıldızlara benzetilip hayat kadını olarak kullanılması hikayeyi derinleştiren enteresan bir tercihti. Filmdeki savcının da dediği gibi her gün on kişi otobüsten ünlü olma hayaliyle inip hiç bilmediği sektör ve şehirlerde mücadeleye atılıyor. Bu durum bizim sinemamızda da işlenmiş, acı-ekşi bir konudur. Evinden uzaklaşan insanların suiistimale açık oluşu, temel ihtiyaçlarını karşılamasının bile güç oluşu onları kötü niyetli kodamanların ağına düşürebiliyor. Patchett'ın kurduğu bu ağın da kötü sonuçlara yol açtığını görüyoruz. Örneğin kafedeki cinayete kurban giden bir kız, annesi tarafından tanınamayacak kadar değiştirilmek zorunda kalmış. Lynn karakteri ise Veronica Lake'e benzetilmeyi bir takıntı haline getirmiş. Bud'a aşık olmasının sebebi de kendisini Veronica Lake ile özdeşleştirmeden sevmesi gibi oldukça basit, yüzeysel ama Lynn için kıymetli bir sebepti. Dış görünüşüyle ön plana çıkan insanlardan zaman zaman duyduğumuz "Kimse benim karakterimle, düşüncelerimle, hislerimle ilgilenmiyor. Sadece güzelliğim/yakışıklılığım konu ediliyor." sözünün de bir yansıması olarak görülebilir. Bu bana göre üzerinde konuşulması gereken önemli bir mesele değil. Çünkü estetik algıların bugünkü dünyayı şekillendirme de ciddi bir pay sahibi olduğu ortada. Bir ürüne göze hoş görünsün diye ambalaj giydirmekten birine hoş görünmek için giyinmeye kadar bir sürü eylem estetiğin etkisi altında yapılıyor. Dış güzelliğin iyi bir karaktere oranla daha çok takdirle karşılanması da bundan kaynaklanıyor. Lynn de güzelliğe olan düşkünlüğün bir kurbanı diyebiliriz.


Stensland cinayeti için paravan suçlu olarak siyahilerin kullanılması da güzel bir mesajdı. Son birkaç asırda ayyuka çıkmış ırkçılık meselesinin günümüzde şekil değiştirdiği, yine de etkisini tamamen yitirmediğini söyleyebilirim. Artık parmakla birini gösterip ırkı sebebiyle onu aşağılamak, zarar vermek, öldürmek yerine birtakım kalıplaşmış önyargılar doğrultusunda muamele ederek ırkçılık yapılıyor. Yıllardır siyahilere, korona salgınından sonra Asyalılara karşı takınılan, Ukrayna-Rusya Savaşı sebebiyle Rus halkına karşı alınmakta olan tavır bunun bir örneğidir. Bireyin düşünce ve eylemlerini değil de teninin rengi ve kimliğinde yazan milliyetini bir dava konusu haline getirmenin yanlış olduğunu konuşmak malumun ilanından ibaret olsa da bir grup insanın bu yanlışı inatla sürdürdüğünü görüyoruz. Bu filmde de kafedeki cinayetin sırf siyahi diye üç eski suçluya yıkılması söz konusu. Bu üç siyahi pirüpak olmasa da işlemediği bir suçun cezasını çekmeleri adaletli olmayacaktı.


Dudley karakterinin Los Angeles'taki suç şebekesinin başına geçme tutkusunun da güzel bir mesajı var. Mickey Cohen'den boşalan koltuğu doldurmak isteyen Dudley'nin iyi bir başkomiser izlenimi vermesi de bir bakıma dış görünüşe ve makama odaklı çıkarım yapmaktan kaçınmamızı söylüyor. Çünkü son derece saygıdeğer bir beyefendi imajı çizen James Cromwell tarafından canlandırılan Dudley karakterinin içyüzünü tahmin etmek neredeyse imkansız. Meslektaşlarına değer veren, akıllı ve ilkeli bir memur olduğunu bir kere aklımıza yazınca filmin ikinci yarısındaki twist etkileyici bir hal alıyor. Bu twist izleyiciyi koltuğunda hoplatmıyor ama seyir zevkine ciddi bir katkı sağlıyor. Dudley'nin suç şebekesinin başına geçme amacı kötülüğün kökünün kazınması gerektiğini düşündürdü bana. Bir sistemi değiştirmenin yöntemi baştaki adamı ortadan kaldırmak değil yeni suç liderlerinin türemesini önlemek olduğunu gösteriyor. Sonuçta iyi olsun kötü olsun bir mevki boşaldığı zaman orayı doldurmaya can atacak binlerce insan bulunabilir çağımızda. Bu sebeple tepeden tabana değil de tabandan tepeye bir değişim en ideal olanı bana göre.


No Country For Old Men (2007)


Filmin son yarım saatini bir kenara koyabilirsek mükemmele çok yakın bir film diyebilirim. Bu mükemmellik, girift bir yapı içerisinde değil basit bir suç-gerilim hikayesi içerisinde söz konusu. Mekanı stratejik kullanma, ölüm korkusunun zirvede olduğu kaçışlar ve gerçekçi çatışma sahneleri insanı heyecanlandırıp geriyor. Javier Bardem'in kusursuz oynadığı Anton Chigurh karakterini her göründüğünde tüylerim diken diken oldu ve sıradaki hamlenin ne olacağını merak ettim. Bunu en son Dark Knight'ın Joker'i sayesinde yaşamıştım. Anton'un anlaşılabilir sebeplerden ötürü Llewelyn Moss ile mücadelesi benim her zaman beyaz perdede görmek istediğim zeka yarışının bir örneği. Vietnam Savaşı'ndan dönebilmiş Llewelyn'in hayatta kalabilme becerisi ile Anton'un hastalıklı ve sinir bozucu dehası karşı karşıya gelince izlemesi son derece keyifli, yer yer zekice, her saniyesinde vurucu bir iş çıkmış ortaya. Derinlemesine analize girişmenin, çıkarım üzerine çıkarım yapmanın manasız olduğu ilk bir buçuk saatin sonunda film bana göre kalite olarak değil ama tempo olarak çok düşüyor. Filmin tonu değişmeden temponun düşmesi beni anlatılan hikayeden biraz kopardı. Uzun süre birbirine yakın dehada veya delilikte olan iki karakterin üstünlük kurma yarışına, kedi-fare oyununa yoğunlaşırken bir anda odak değişiyor. Günün sonunda meseleye doğrudan dahil olmayan ve bunu inatla sürdürüp cümleye döken şerifin dramına gelmek beni biraz filmden soğuttu. Ben şerifin finalde kurduğu cümlelere gönülden bağlanamadım çünkü onun Llewelyn Moss çevresinde gelişen olaylara yeterince değer verdiğini hissedemedim. Şerifin pasif ve olayların uzağında oluşu bana filmin sonunda ihtiyarlara yer yok dedirtmedi. Halbuki şerif de deneyimiyle ve zekasıyla bir fark yaratabilir, çaba harcayabilir, bir izleyici olarak ben de "Bak adam o kadar uğraştı ama sonunda artık meydanın yeni nesilde olduğunu fark etti." diyebilirdim. Bunun haricinde filmin bana hissettirdikleri özel ve güzel bir deneyimdi. Yönetmenlik bence pürüzsüz olduğundan izlenesi sıfatını sonuna kadar hak ediyor. Coen Biraderler zaten işinin hakkını her zaman verdiği için uzun uzun anlatmaya gerek yok diye düşünüyorum. İzleyin izlettirin, iki milyon dolar kimseye kalmaz.


28 Weeks Later (2007)


Akıl hastalığı gibi bir film, berbat bir yapım, harcanmış bir seri, kötü yönetmenlik, kalabalık senaryo, sıkıcı bir yüz dakika, yığınla çiğ diyalog, rastgele olaylar enflasyonu... Bir noktadan sonra filmi algılamayı bıraktım. Zaten görülecek bir sahne sunamamış yönetmen ve kendisi de bunun farkında. Öyle ki tansiyon ne zaman yükselse kamera deliler gibi sallanıyor ve sahneler saniye başı kesiliyor. Eldeki malzemeye güvenememenin en büyük delili bu iki durum. Dramatik sahne çekemediğinin de farkında olan yönetmen aynı müziği defalarca dinleterek sabrımın sınırlarını zorladı. Sahne tasarımları bilgisayar efektinin gölgesine sığınmış, ilk filmdeki çiçek gibi görsel anlatı da tarihe karışmış. Kalabalık bir olaylar bütününü güzel aktaracak kadar prodüksiyon imkanları yoksa ilk filmdeki gibi sade bir hikayeyi zarifçe anlatmayı tercih etselermiş keşke. 28 Days Later ne kadar insanın içinde yer ediniyorsa bu film de o kadar unutulası bir hal alıyor. Çünkü sıkı sıkıya tutunduğu bir mesajı yok filmin. Eşini yüzüstü bırakıp kaçan adamın psikolojik çözümlemesi anlatılabilir. Salgından sonraki toplumun toparlanma süreci anlatılabilir. Özel genetik özelliklere sahip birisinin ilaç olarak kullanılması anlatılabilir. Kriz anındaki insanların çıldırmaya müsait olması anlatılabilir. Ama hepsi bir arada, kebap salonu mantığıyla uç uca ekleyince akılda kalıcı tek bir sahne çıkmıyor ortaya. Bir sinemacının çok şey anlatmak gibi bir görevi yok bana göre. Az buçuk olay-durum anlatsın ve bu kıymetli olsun. Bu filmde kıymet namına bir tek Jeremy Renner'ın oyunculuğundan bahsedebilirim. Sinemanın icadından beri kullanılan ne kadar klişe replik varsa kendisine yazılmış ve garibim buna rağmen rolünün hakkını vermeye çalışmış. Özetle bu film muhteşem olmasa da sinema tarihinde özel bir yeri olan ilk filmin ekmeğini yemeğe çalışan, lokmayı seyircinin kursağında bırakan bir yapım olmuş.


Snowpiercer (2013)


Tek bir doğrultuda ele alıp incelemenin çok zor olduğu bir film bence. Olumlu her özelliğinin karşısına bir olumsuzu konulabilir. Yani bu film gönül rahatlığıyla ne övülebilir ne de gömülebilir. Sahneler arasında tutarlılık, heyecan ve anlam konusunda iyi bir bağ bulunmuyor. Bu açıdan homojen olmaması bir Bong Joon-ho filmine yakıştıramadığım ve istisnai bir durum. Bu yönetmenin yakın dönemdeki kaliteli filmlerine bakınca 'yapım sürecinde işine karışılmış olmalı' dedirtti bana. Zaten filmde çelişkili bir anlatım söz konusu. Lezzetli bir yemeğin üzerine dandik bir sos dökülmüş gibi. Uzakdoğu sinemacılığının üzerine bayatlamış Hollywood klişeleri serpilmiş de denilebilir. Bong Joon-ho'nun diğer eserlerinde de gördüğümüz insanın iç dünyasına odaklanma çabasının üzerine gece gibi anlamsız aksiyon çökmüş. Bu sebeple karakterlerin düşünce mekanizmasını, motivasyonlarını öğrenemiyoruz. Bizim için hikaye içerisindeki aksiyonu kadar anlamlı olan karakterler bütüne bakıldığı zaman çok boş geliyor. Bu noktada yazılan diyaloglar kadar oyuncu yönetimi de başarısız denilebilir. Song Kang-ho ve Chris Evans haricinde oyunculuğunu takdir ettiğim, Go Ah-sung dışında beğendiğim kimse olmadı. Koskoca Tilda Swinton bile gözüme battı. Onun Constantine filminde melek oynayıp yine de sırıtmadığını düşününce suçu yönetime atmak zorunda kaldım. Bir başka koskoca sıfatını hak eden oyuncu Ed Harris ise kötü diyalog ve senaryo yazımının kurbanı olmuş. Finalde elinden geldiğince iyi rol yapmaya çalışsa da mantık ve akış çöktüğü için hiçbir faydası olmuyor. Sanat yönetimi ve sahne tasarımı çok başarılı ve filmin atmosferini çok güçlü kılıyor.


Küresel ısınmayı azaltmak için atmosfere gaz yayıp ekosistemi mahvetmek üzerine bir dünya kurgusu zekice olmuş. Doğanın işleyişine hangi niyetle olursa olsun çomak sokmamak gerektiğine dair güzel bir mesaj bence. Devridaim treniyle buzul çağına dönen dünyada hayatta kalmayı başaran bir grup insanın hikayesi anlatılıyor. Karakter tasarımları derin olsaydı güzel bir macera ortaya çıkabilirdi. Fakat düşman diye bellediğimiz insanlar komediye varacak kadar saf kötülükten ibaret. Kahramanlar ise hayatta kalma mücadelesinde olan bir avuç meczup sadece. Bu sebeple iyi bir bilim-kurgu olmaktan uzak kalıp bu türün antik bir haline dönüşmüş. Filmin başlangıcı oldukça iyiydi. Trenin kuyruğundaki insanların en alt tabakada yer alması, onlara böcekten yapılmış protein çubukları yedirmeleri, bu protein çubuklarına saklanmış kapsüller sayesinde mesajlaşmaları gibi basit ama güzel birtakım fikirler var. Cezalandırmak için soğuğu kullanmaları da dünya kurgusu içinde tutarlıydı. Mason karakterinin sahneye çıkışından itibaren zayıflamalar başlıyor. Onun sarf ettiği sözler baskı altında tutulmak istenen bir kitleye söylenecek cinsten değil. Ayrıca özgün de değil. Yıllardır bu türden kurgularda duyduğumuz ne kadar klişe varsa püskürtülmüş. İsyanın başlamasından sonra Amerikanvari aksiyon unsurları görüyoruz. Baltalı dövüşteki kötü adamların tavırları o kadar iticiydi, sahne o kadar uzundu ki adeta sıkıntıdan boğuldum.


Curtis karakterinin neden Gilliam'ı lider olarak gördüğünü anlamadım. Gilliam isyanın başında değil, sorunlara çözüm üretmiyor, ağzından bir cümlecik de olsa erdemli bir söz çıkmıyor. Curtis de çok faydalı bir adam olmasa da aktif olarak mücadele eden o. Bu ikili arasındaki dramı gereksiz buldum. Geçmişte büyük bir fedakarlıkta bulunması onun lider konumunda olmasını gerektirmez. Filmin sonuna doğru mantık iyice azalıyor. Trenin sahibi Wilford'ın isyanın körükleyicisi olmasını çok saçma buldum. İşler beklediği gibi gitmese donarak ölecekleri bir düzende insanları isyana sevk etmenin çok tehlikeli olduğu ortada. Trenin iç ekosistemini sağlamak için isyan çıkarmak tek fikirse Wilford da zeki bir karakter değildir. Öyle ki bozulan parçaların yerine beş yaşında çocuk koymak da tam bir aptallık göstergesi. Binlerce kişinin içinde yaşadığı trenin sorumluluğunu nasıl el kadar bebeye verebilir bir insan. Ayrıca yıllarca hayvan muamelesi yaptığı Curtis'in başa geçip kurduğu düzeni devam ettireceğine nasıl inanabildi? Tüm haklarını elinden aldığı birinin hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden devam edebileceğini düşünmemeliydi. Bu türden senaryo boşlukları sebebiyle Snowpiercer tam olmamış distopik bilim-kurgu filmiydi.


Phantom Thread (2017)


Görsel açıdan pamuk gibi bir film, kusursuz ve nefes kesici. Paul Thomas Anderson tek bir filmiyle dahi kanıtlayabiliyor çok seçici bir göze sahip olduğunu. Filmi herhangi bir sahnesinde durdurup bilgisayarınızın arka planı yapabilirsiniz ve alacağınız görüntü hiç sırıtmaz. Çünkü tempo düşük olduğundan sahne tasarımları üzerine yoğunlaşmak kolay olmuş. Senaryonun merkezinde moda olduğundan renklerin uyumunu, kumaşların yumuşak dokusunu ve zarafeti yansıtmaya özen gösterilmiş bence. Zaten görsel anlatımda yönetmen filmin sakinliğini yansıtmak için de beyaz ve mavi renk paleti tercih etmiş. Sadece tansiyonun yükseldiği ve ana karakterlerin kişiliğine uymayan mekanlarda bulunduğu anlarda daha koyu-karanlık renkler kullanmış. Durum öykücülüğü içinde kelimelere dökmeden karakterlerin iç dünyasını çok iyi yansıtabilmiş P.T. Anderson. Oyunculuklar konusunda Daniel Day-Lewis yine şov üzerine şov yapmış diyebilirim. Zaten can verdiği karakterin postuna öyle bir bürünüyor ki sanki kendisiymiş gibi hissettiriyor. Vicky Krieps ve Lesley Manville de rolünün hakkını vermiş. Ayrıca Vicky Krieps akşam yemeği sahnesinde ayakta alkışlanacak bir performans sergilemiş. Zaten tartışmayla biten akşam yemeği sahnesi son zamanlarda izlediğim en dolgun ve kaliteli sahnelerden biriydi. Müzik kullanımı neredeyse kesintisiz devam ediyor ve açıkçası beni yormadı. Filmin teknik kısmı bence son derece iyiydi.


Hikaye özelinde diyeceğim çok kayda değer cümlelerim yok. Çünkü karakter tasarımları benim bağ kurmakta güçlük çektiğim biçimde, karakterler arasındaki çatışma noktası benim yabancısı olduğum bir konudaydı. Deli-dahi tipindeki Reynolds Woodcock'un sınırları çok kesin çizilmiş prensiplerinin Alma tarafından değiştirilmesine, aşkı kendi isteğine göre yaşama isteğine dayanıyor film. Alışkanlıklara ve disipline dayanan bir yaşam biçiminin keyif ve aşka karşı mücadelesini izliyorsunuz film boyunca. Bu tema iyi işlenmiş ancak sıklıkla karşılaşılan bir durum olmadığı için yabancılık çekmek mümkün. Belki de yönetmen bir çiftin mahremine tanık olunduğu zamanki utanma ve garipseme hissiyatını vermeye çalışmıştır. Tanışma biçiminden gündelik yaşama kadar Reynolds ve Alma'nın enteresan bir çift olduğu görülüyor. Bu ilginç ilişkinin dokusu mesleki hayata da sirayet etmiş. Elbise dikmek ve güzelliği kumaşa aktarmak mantığı Reynolds'un karakterinin çok temelinde yer alıyor ve Alma da bundan payını alıyor. Onun da moda sektörüne karşı, en azından Woodcock'un diktiği elbiseler özelinde hassasiyet sahibi olduğunu görüyoruz. Burada da duygusal ve mesleki birliktelik yaşayan insanların zamanla birbirine benzediğini göstermiş yönetmen. Woodcock'un Alma'ya benzemediğini ve prensiplerini değiştirmeye yanaşmadığını görüyoruz filmin çok büyük bir kısmında. Bunu kabullenemeyen Alma sadece en zayıf ve savunmasız anlarında Reynolds'un hakimiyet altına alınabildiğini fark edip buna göre eyleme geçiyor. İnsanlar maddi ve manevi olarak zor durumda kalınca feraha kavuşmaya karşı içgüdüsel bir davranışlar bütünü sergiler. Prensip, disiplin ve tutarlı karar alma mekanizması sağlıklı insan işi olduğundan bunlar vazgeçilebilir unsurlardır. Bunu gören Alma'nın eşi Reynolds'u bu noktaya çekip istediği aşkı yaşama arzusu kimi insanlar tarafından takdir edilebilir. Bana sorarsanız sinema tarihinin en toksik ilişkilerinden birisiydi.


Spider-Man: Into the Spider-Verse (2018)


Marvel sinematik evreni içerisindeki en kaliteli film bence. Diğer filmlerle kıyaslanamayacak kadar yüksek bir görsel ve düşünsel dolgunluk var. Karakterlerin özüne ihanet etmeden dramatik bir hikaye ortaya çıkarıp animasyonun bütün nimetlerinden faydalanmışlar. Bu film süper kahraman dünyası dahilinde bağrımıza bastığımız bütün kıymetli değerleri kendinde barındırıyor. Kahramanın içimizden biri olması ve insanın iyiye olan inancını kaybetmediği müddetçe kahraman olabileceği anlatısı eserin temelinde yer alıyor. Ama üzerinde okuma yapılmasa bile sırf görsel şölene kendini kaptırıp gidebilir seyirci. Miles'ın örümcek tarafından ısırılmasından itibaren çizgi roman estetiğini gürül gürül yansıtıyorlar. Konuşma balonlarını, örümcek hissini, mimikleri bir çizgi roman okuyor hissiyatı verecek şekilde tasarlamışlar. Bu da seyir zevkini arşa çıkarıyor. Diğer boyutlardan gelen örümcek adamların çizimleri de eğlenceli ve görsel açıdan tatmin ediciydi. Spider-Man başlığı altında neler yapılabileceğini göstermesi açısından hoşuma gitti. Aynı zamanda iyi kalpli insanların yalnız olmadığını göstermesi bakımından da kıymetliydi. Müziklerin kullanımı da bence yerli yerinde, sahnenin doğasına uygun, duyguyu harlayan biçimdeydi. Seslendirmeler anime seven birinin perspektifinden bakıldığı zaman bile sırıtmıyordu. Teknik olarak gayet başarılı bir eser bana göre.


Miles Morales'in bir ergen olarak kendini çevresine kabul ettirme, iyi hissettiği sosyal çevreye geri dönme ve ailesiyle arasındaki sorunları çözme bağlamındaki hikaye bence güzel verilmiş. Kahramanın bir çocuk olduğu ve sıradan sorunları olabileceğini unutmamışlar. Ergenliğin vermiş olduğu dik başlılığı atlatıp babasıyla arasındaki sevgi bağını daha sıkı bir şekilde yeniden kurması duygulandırıcıydı. İyi ve örnek alınası diye resmedilen bir karakterin ailesine yaklaşımı birçok çocuğa ders verebilir. Bu konuda da film sempatimi kazandı. Amcasıyla olan bağı onun karakter gelişimine çok ciddi bir katkı sağlıyor ve kişilik olarak çocuksuluktan uzaklaşıp olgunluğa erişmesine sebep oluyor. Sevilen birini kaybetme, yas tutma ve acı çekme konusu neredeyse bütün kahraman anlatılarının bir yerinde vardır. Spider-Man de kayıplarının üzerine kurulu ve masumların daha fazla acı çekmemesi idealine dayalı bir kahraman olduğu için insanın kolayca sevebileceği bir karakter. Miles'ın süper kahramanlığa Peter Parker'a verdiği sözle başlaması da güzel bir motivasyon kaynağı. Milyonlarca insana ilham vermiş bir karakter olan Spider-Man'in Miles'a da kahramanlığa giden yolu açması bir devir teslim töreni gibiydi. Ardından Mary Jane ve Stan Lee tarafından sarf edilen sözler Spider-Man'in kim olduğunu ve hangi değerleri ifade ettiğini hem bize hem de Miles'a anlatıyor. "Büyük güç büyük sorumluluk getirir." sözünün kıymeti bu filmi izledikten sonra daha da arttı. Çok eğlendim ve etkilendim. Süper kahraman türünü seviyor olsun ya da olmasın herkese tavsiye ederim.