Prisoners (2013)


Gönül rahatlığıyla izlediğim en iyi ve kaliteli filmlerden biri diyebilirim. Eğlence sektörünün bir eseri olsa da Hotaru no Haka gibi bir daha izleyemeyeceğim kadar kuvvetli ve ciğer yakıcı bir hikayeye sahipti. Filmin yönetmeni Denis Villeneuve iyi bir hikaye anlatıcısı olduğunu bu filmle kanıtlamış. İki ana karakter ile gizli düşman üzerinden suç ve gizem temalı hikaye anlatmak çok zordur. İki ana karaktere de yeterli alan açılmalı, aynı ölçüde esaslı sahne yazılmalıdır. Düşman gizlenecekse yerine sunulacak dikkate değer bir günah keçisi olmalı, günah keçisi üzerindeki nefretten son ana kadar kurtulmamalı, son ana gelindiğinde asıl düşman kendini etkileyici bir biçimde sergilemeli ve günah keçisinin masumiyeti kanıtlanmalıdır. Villeneuve bunları becerebilmiş, yetmemiş yürek yakan bir dram sahnelemiş. Onu ve ekibini tebrik etmek gerekir. Dram konusunda itiraf etmeliyim ki filmi izlerken bazı kısımlarda gözlerim doldu. Bir ağabey olarak kız kardeşimin başına böyle vahim bir olay gelse ne yapardım diye düşündüm. İnsanın hayata ısınabilmesini, zorluklara göğüs gerebilmesini, sevgiyi tadabilmesini sağlayan ailenin hiçbir üyesi vazgeçilebilir değildir. Bu açıdan filmin hissettirmek istediği duyguyu saf bir halde hissettim. Ana karakter ile empati kurmamı sağlayan dram bence sanatın en önemli unsurlarından biri. Bu konuda filmin hiçbir eksiği yok. Hikayenin gizem dozu da zekice ayarlanmış. Sigara molası verdiğim birkaç dakika içinde suçlunun kim olduğu, gizemin nasıl çözüleceği, detayların birbirine nasıl bağlanacağı gibi konuları düşünüp durdum. Özetle filmin iki başat unsuru da gayet yeterli ve hatta etkileyiciydi. Oyunculuklara değinmem gerekirse Jake Gyllenhaal ve Hugh Jackman birbiriyle yarışır derecede iyi bir performans sergilemiş. Aynı kadrajda bulunduklarında sahne olması gerekenden daha şık ve etkileyici bir hal alıyor. Diğer oyuncuların da sırıtmadığını söyleyebilirim. Paul Dano ve David Dastmalchian'ı çok beğendim. Sanat tasarımı konusunda olumlu bir sözüm yok olumsuzun olmaması gibi. Müzikler ve ses tasarımı ise takdire değerdi doğrusu.


İlk sahnede okunan dua ve her yerde rast gelinen haç Keller Dover'ın kişiliğini anlamamız açısından önemli. Tanrıyla samimi bir bağ kurduğu daha sonraki sahnelerde de görülüyor. Bu özelliğini incelersek antagonist ile arasındaki zıtlığın filmin anlamını perçinlediğini görürüz. Kızının kaçırılmasından sonra kendini yitirmesi ve günah-sevap anlayışından kopması bir babanın alabileceği bir haldi. Dindarlığına rağmen işkenceye yönelmesi bir zorunluluktu. Bu eylemi tasvip edemesem de kızının kısa sürede bulunması gerektiğinden Keller'ı tamamen suçlu göremiyorum. Keller'ın işkence ettiği Alex'in aslında bir kurban olduğunu öğrenmek üzücü ve düşündürücüydü. Bu durum sistem eleştirisi diye yorumlanabilir. Gündelik hayatta azarladığımız veya nefret ettiğimiz insanlar genelde bir kukladan, aracıdan ibaret. Çağrı merkezinde çalışanları azarlarken asgari ücretle geçinmeye çalışan garibanlar, bir zabıtayı yererken onun emir eri olduğunu unutuyoruz. Sömürülen her zavallı gibi Alex de kendisini kaçıran asıl caninin günahını çekmek zorunda kaldı. Hayatı tıpkı mavi yakalılar gibi bir karavan, biraz eşya ve karın tokluğundan ibaret. Aynı durum Bob için de geçerli. Onun intihar etmesi manipülasyonun, istismarın ve sömürünün nelere yol açabileceğini gösteriyor. Ruh sağlığının ne kadar bozuk olduğu Dedektif Loki'nin gördüğü ev ve kutulardan anlaşılabiliyor. Holly kendi eksikliğini gidermek için bu çocukların hayatını ve ruh sağlığını eksiltmiş. Bunun onaylanacak bir tarafı yok. Çocuğunun vefat etmesi bir bahane olarak sunulamaz. Herkes travma ile yüzleşir. Zor zamanlar geçirmesi kimseye başka hayatları mahvetme hakkı vermez. Tanrı ile savaşırken kulları mahvetmek, bir karıncanın insanı yenmek için bir başka karıncayı öldürmesi kadar mantıklı ve ahlaklı bir davranış. Aynı sebeple Keller'ın da affedilemeyeceğini düşünüyorum. Onun çukurdan Loki sayesinde kurtulduğu düşünülürse daha sonrasında hapsi boylaması üzücü ama doğrudur. Sonuçta her eylemin katlanılması gereken bir sonucu var. Düzenin işleyebilmesi için zorunluluktan doğan bazı kararların yargılanması gerekir. Keller kurban doğuran bir kurbandı. Bu sonucun kaderden öte bir açıklaması olabilir mi?


Gone Girl (2014)


Fight Club, The Game ve Seven haricinde Fincher külliyatına hakim değilim. Pek tanımadan sevdiğim bir arkadaşım diyebilirim. Fight Club gibi kült bir filmi çektiği için ona derin bir saygı besliyorum. Ve onun yönetmenlik gözüne ve aklına imreniyorum. Fincher'ın mezkur filmlerde tercih ettiği renk paletini izlenilesi ve unutulmaz bulmuşumdur. Bu eserde sahne tasarımının ve renklerin gerçek hayatta maruz kaldığımız biçimde gösterilmesi beni biraz üzdü. Çünkü ben Burton ve Cronenberg gibi Fincher'ı da özel bir yere koyuyordum kafamda. Bu fikrimin hatalı olduğunu kanıtladı bu film. Sağlık olsun. Tercih farklılığını bir kenara koyarsam görsel tasarıma dair bir şikayetim yok. Fincher kalitesine yakışır bir biçimde çiçek gibi ve akışkan çekilmiş bütün sahneler. Hatta cinayet sahnesinin mükemmel olduğunu iddia edebilirim. Yine de bu filmi hevesli ve içten bir tavırla sevdim diyemeyeceğim. Konusu ilgimi çekmedi, kıymetli bulduğum değerleri bünyesinde barındırmadığı için bir bağ kuramadım. Bu açıdan daha önce bahsettiğim Phantom Thread filmine benzettim. İlişkilerdeki bulanık ve engebeli taraf ilgimi çekmiyor. Daha evrensel bir özellik, bir dert bekliyorum filmlerden. Bu beklentimin tamamen arkasında olmadığımı belirtmeliyim. Gelecekte bu fikrim değişebilir veya ilişki konusunu ilginç bir yerinden ele almış bir esere rast gelebilirim. Şimdilik aradığımı bulamadım diyeceğim. Oyuncuların performansı dürüst olmak gerekirse iyiydi. Fakat estetik anlayışıma uymadığı için mi yoksa konuya ısınamadığımdan mıdır bilmiyorum bir türlü beğenemedim oyunculukları. Gözüme yavan göründüler.


Neden ilişkilerdeki bulanık ve engebeli taraf ilgimi çekmiyor sorusunu cevaplamak istiyorum. Bana göre bu sorunların temelinde iletişimsizlik, fazla beklenti ve sunilik var. İletişim zayıflığı gündelik hayattaki arkadaşlık ilişkilerinde yaşanan ufak meselelerde bile bizi birbirimizden kopabilir. Buna şahit olduğum gibi birkaç kez de yaşadım. Yol yordam bilerek muhatabına sorunlarını aktarmak ve çözüm yollarını irdelemek gerekir. Bu filmde bir iletişim var ama kimse kusura bakmasın birbirinden daha ebleh iki insanın iletişimi bu. Sorunu çözmek yerine birbirlerini sorunun olmadığına inandırmaya çalışıyorlar. Fazla beklenti konusu ise bilindiği üzere bu çağda herkesin ortak sorunu. Zihnimize zerk edilen ışıltılı yaşam, mükemmel evlilik, reddedilemez başarı gibi hayallerin olağandışılığını fark eden herkes gibi bu hikayedeki kişiler de buhran yaşıyor. Halbuki "Biz diğerleri gibi değiliz.", "Asla diğer kadınlar gibi olmayacağım." veya "Hep böyle mutlu olalım." gibi sözlerin bir geçerliliği yok. Siz de diğerleri gibisiniz. Sen de diğer kadınlar gibi olacaksın zamanla. Ve maalesef ki her zaman mutlu olamayacaksın. Hayatın güzelliği burada. Ölümün olduğunu bildiğimiz için yaşamın lezzetli gelmesi gibi üzüntünün varlığı da mutluluğu kıymetli kılıyor. Finalde Nick'in sözlerine cevap olarak Amy'nin "Evlilik zaten bu." demesi onun en sonunda bu bilince erdiğinin bir göstergesi. Sunilik ise hem Amy'nin çocuk kitaplarının gerisinde seyreden hayatında hem de evliliğinde fark ediliyor. Her türlü çabaya rağmen birbirine geçememiş iki yapboz parçası gibiler kocasıyla. Kurduğu komplo ile evliliği sürdürme arzusu ise onun ruh sağlığının nasıl berbat bir halde olduğunu kanıtlıyor. Zorla güzellik olmaz arkadaşlar. Hz. Adem'den günümüze kadar zorla hiçbir güzellik doğmadı. O yüzden sizi artık sevmediğine inandığınız birinden sevgi talep etmeyin. Bırakın gitsin. Alabileceğiniz en iyi karar bu olur. Nick'in aldatma olayından hiç bahsetmeyeceğim. Her mantıklı insan gibi aldatmanın affedilemez olduğunu düşünüyorum şartlar ne olursa olsun. Bu yüzden ne onu ne de Amy'i aklamaya çalışacağım. İki berbat insanın eş olmaya çabalaması diye özetleyebilirim. İzleyin, belki benim kavrayamadığım güzelliği siz yakalarsınız.


Koe no Katachi (2016)


Bu filme duyduğum sevgiyi sayfalar boyunca hiç erinmeden anlatabilirim. Keşfettiğim gün art arda üç kez izlemiş, her seferinde ağlamıştım. Hatta işaret dili öğrenmeye karar vermiştim. Beni bu kadar etkileyen nadir filmlerdendir Koe no Katachi. Bunun sebebi gerçekçiliği, iyiliğe olan masumane inancı ve zarifliğidir muhtemelen. Yoshitoki Oima'nın yirmi dört yaşındayken yazdığı asıl öykü yazarın ne ölçüde hassas kalpli ve iyi bir gözlemci olduğunu kanıtlıyor. Zorbalığın yıkıcı kuvveti ile sevginin iyileştirici özelliğini çizgisel ilerleyen bir hikayede seyirciyi sıkmadan anlatabilmiş. Eserin ders verme kaygısı bariz olsa da mesaja giydirilen kıyafet o kadar güzel ki hayran olmamak elde değil. Zorbalığı alegoriyle değil doğrudan anlatması beni etkileyen hususlardan biri olabilir. Yönetmen Naoko Yamada'yı da takdir etmem gerekiyor. Onun vizyonuyla film sıradanlıktan kurtulup iyi bir Hollywood filmiyle boy ölçüşebilecek bir kaliteye ulaşmış. Asıl hikaye çizgisel olsa da bu anime filmini kurgularken farklı zamanlardan kesitleri, karakterlerin ruh halini temsil eden sahneleri yerli yerine koyarak hem görsel çeşitlilik sağlamış hem de hikayenin mesajını güçlendirmiş. Ben bu filmi her izlediğimde keşke devamı olsa diyorum. Onlarca sezonu olan bir dizi olsa hiç sıkılmadan izlerim. Çünkü ben bu hikayeyi de karakterleri de çok sevdim. Her zaman kasvetli ve ağır filmler tüketmek insanı yorabiliyor. Bu film gibi tatlı bir finale varan, gerçek hayattan kesitler sunan eserlere ihtiyaç var.


İki ana karakterden biri olan İshida'nın ahlaken temizlenme hikayesi aslında bu eser. İlkokulda zorbalık etmesi ve sonra zorbalığa uğrayarak etrafındaki insanlar tarafından tecrit edilmesi bir başlangıçtan ibaret. Asıl mesele onun geçmişiyle nasıl yüzleşeceği ve vicdan azabından nasıl kurtulacağıdır. İdare edilmeye muhtaç olduğumuz çocukluk ve ergenlik döneminde hatalar normaldir. Bu hataların bir kısmı masum bir kısmı yüz kızartıcı olabilir. Önemli olan insanın hata yapması değil hatasını kabul etmesi ve düzelip düzeltmek için çaba harcamasıdır. İshida ilkokul yıllarında iğrenç biri olsa da lise döneminde belli bir ahlaki olgunluğa eriyor. Bunu sağlayan yalnızlık ve vicdanıyla baş başa kalmak olabilir. Sebebi ne olursa olsun İshida topluma kazandırılabilecek bir insan portresi çiziyor. Ancak bir kişinin yola devam edebilmesi için yükünden kurtulması gerekir. İshida'nın yükü ilkokul yıllarında işitme engelli olduğu için zorbalık ettiği Nishimiya. O affetmediği sürece İshida için sağlıklı bir gelecek mümkün değil. Bilindiği gibi günümüzde özür dilemek çok zor bir hal aldı. Doğrusu ben de özür dilemekten uzak biriyim. Gözlemlediğim kadarıyla diğer insanlar da benim gibi hatasını kabullense de ağzından "Özür dilerim." sözü zor dökülüyor. Günün sonunda taşınması zor ve gereksiz yüklerle yaşıyoruz hayatı. Bu filmde de bunun ne ölçüde yıpratıcı olduğuna değiniliyor.


İshida'nın arkadaş olmak istediği Nishimiya hikayede adeta bir azize işlevi üstleniyor. Onun merhameti sayesinde İshida ve gaddarlığından pek bir şey yitirmemiş Ueno iyileşebiliyor. Nishimiya'nın da kendinden nefret etmesi konuşulmaya değer bir husus bence. En hassas olduğu dönemde işitme engeli yüzünden zorbalığa maruz kalması doğal olarak onu yaralıyor. Bu yarayla baş edebilmesi yaralandığı gerçeğini değiştirmez. Her yerde engelinin dezavantajıyla karşılaşması, insanların yadırgayıcı bakışları, zorbalığa uğrama ihtimali onu sona ermeyen bir üzüntüye sevk ediyor. Yaşadığımız hayatın engelli bireyler için tasarlanmaması bu sorunlara yol açıyor. Yakın zamana kadar engelliler tanrı tarafından cezalandırılmış olarak görülürdü. Onlara saygı duymayı en sonunda öğrenebildik. Yine de hayatı ve toplumu onlara uygun hale getirmedik ve gördüğüm kadarıyla bunun için çaba sarf etmiyoruz. Çocuklarımıza herkesin eşit olduğunu ve kimsenin elinde olmayan sebepler yüzünden yadırganamayacağını öğretmiyoruz. Bu durum devam ederse engelli bireyler kendini birer külfet olarak görmeye devam edecek. Nishimiya'nın başına gelenler başkalarının da başına gelecek. Ve bizler dışladığımız insanların neden kendini öteki olarak gördüğünü sorgulamaya devam edeceğiz. Değişim için herkesin ders verici bir olay yaşamasına gerek yok. Böyle eserler ders almamız için yazılıp çiziliyor zaten. İzlemenizi, etrafınızdaki insanlara izletmenizi şiddetle tavsiye ederim.


Tomris (2019)


Ben bu filme bayıldım, kalbimde özel bir yere koydum, hayranı oldum ve daha bir sürü güzel his. Kazak sinemasına bu eser için ve tarihimizin en önemli değerlerinden birini anlattıkları için teşekkür ederim. Filmin yönetmeni Akan Satayev'i muadillerinden hiçbir eksiği olmayan ve bazı kısımlarda daha parlak olan bu filmi için tebrik ederim. Bundan sonra Satayev ve Kazak sinemasını yakından takip edeceğim. Gerçekten "Biz yaparsak kötü olur." algısından uzak kalırsak filmin ne kadar kaliteli olduğu berrakça görülür. Ben muhtemelen önümüzdeki yıllarda birkaç kez daha izlerim. Sahne tasarımları ve efektler savaş sahnelerinde bile sırıtmadığı için ne kadar emek verildiği belli oluyor. Pers Uygarlığının bir sembolü olan kanatlı aslan biraz zayıf görünse de olur o kadar deyip geçeceğim. Keşke Türk sinemasında da böyle eserlere rast gelebilsek. Göğsüme ay yıldız çizip sokaklarda çığlık atarak yalın ayak koşardım. Yine de umudumu yitirmeyeceğim. Neyse, filme döneyim. Doğayı en etkileyici açılardan çekebilmiş yönetmen. Hatta ormanda geçen kısımlarda Lord of the Rings mi izliyorum diye düşündüm. Frodo ve saz ekibinin Shire'dan ayrılmasından sonraki kısmı düşünürseniz demek istediğimi kavrayabilirsiniz. Akan Satayev film boyunca estetikten ödün vermediği gibi gerçeklikten de vazgeçmemiş. Bu gerçeklik tutkusu atalarımızın bir kahraman olarak sahnelendiği kısımlarda bile azalmıyor. Yine Lord of the Ring filmlerinden örnek vereceğim. Aragorn'u bir kral olarak görebilmemizin sebebi her haline tanık olmamızdı. Suni bir saygı devşirme çabası hiç yoktu. Bu filmde de Tomris ve diğer göçebeler düşmesi ve kalkmasıyla gösterildiğinden bağ kurmak kolaylaşıyor, onlar en yüksek mertebeye ulaştığı zaman sevgi ve saygı duyabiliyorsunuz. Yani abartısız ve samimi bir anlatımla sevdirdi yönetmen Tomris'i. Oyuncuları da çok beğendim. Kingdom of Heaven filmindeki Selahaddin Eyyubi performansıyla kalbimize giren Gassan Mesud'u bu filmde Cyrus olarak görmek hoşuma gitti. Tomris'i canlandıran Almira Tursyn de çok iyiydi. Hal ve hareketleri bir oyuncu olduğunun bilincinde olsam da ona hükümdar olarak saygı duymamı sağladı. Otuz iki yaşında genç bir oyuncuymuş. Dilerim ki kariyerinde daha başarılı olur.


Klasik bir kahraman anlatısı olsa da Tomris'in hikayesi etkileyiciydi. İhtiyacımız olan bu çünkü. Tomris'in düştüğü çukurdan kurtularak saygıdeğer bir kahraman haline gelmesi birçok insanın hayallerinden vazgeçmemesini sağlayabilir. Emir Timur ve Cengiz Han'ın hayatı da benzer bir çizgidedir. İstikballeri çalınmış olsa da yılmamış, hiç pes etmeden savaşmış, şartlara uygun davranmış, en sonunda kan ve gözyaşıyla bezenmiş tahtlarını kurabilmişlerdir. Onların adını hala anıyor olmamız ihtişamlarının bir kanıtıdır. Kimse Emir Timur'u küçümseyemeyeceği gibi varlığı sorgulansa dahi kimse Tomris'i küçümseyemez. Burada Pers milletinin tarihi belirleyici özelliğine değinmeliyim. Devletleri çok kez yıkılsa da İran'a hakim halklar Asya ve Avrupa'nın kaderini belirledi. Roma ve Bizans İmparatorluğu, Halifeler, Selçuklu, İlhanlılar ve Safeviler rakip kim olursa olsun İran'ı zapt etmeye veya korumaya çalıştı. Çünkü İran bir kısım toprağı bereketsiz olsa da ticari avantajları sayesinde gelişmeye meyilliydi. Zagros Dağları ve sert iklimi sayesinde doğal bir savunmaya sahipti. Coğrafi şartlar sebebiyle yakın civarda kuvvetli bir rakip devlet ortaya çıkmıyordu. Bu sebeple genişlemek işten bile değildi. Demem o ki İran tarihte her zaman önemli bir yere sahip olmuştur. Bu sayede Ahameniş İmparatorluğu'nun en kudretli figürlerinden biri olan Büyük Kiros'u yenen Tomris adını Herodot'a kadar ulaştırabildi. Onun bu filmde yetim ve öksüz birisi olması, ekmeğini taştan çıkarması, yiğitliğinden ödün vermemesi ilham verici. Çünkü hayatım iyi değil. Bana duygusal destek verecek eserlere ihtiyacım var. Bu yazıyı okuyacak dört kişiden üçünün de ihtiyacı vardır diye tahmin ediyorum. Bu sebeple izlemenizi şiddetle tavsiye ederim. Destansı bir anlatı olduğundan bir sanat filmi kadar kafa açmayabilir. Her filmin kafa açmasına gerek yok zaten.


Parasite (2019)


Birkaç kere izlediğim halde hiç sıkılmamam bu filmi sevdiğimin en bariz göstergesidir. Anlattığı hikaye ve bu hikayeyi anlatma biçimi zamanında beğenimi kolayca kazanmıştı. Bir daha izleyince hem yönetmenin zekasına şahit oldum hem de hangi ögelere bağlandığımı temiz bir bilinçle idrak ettim. Statü ve gelir eşitsizliğini dert edinmiş bir sanatçı olarak bu filmde zengin-fakir çatışmasının merkeze oturtulmuş olması hoşuma gidiyor. Bence bu konunun daha sık gündeme getirilmesi gerekiyor. Hele orta sınıfın kodamanlar tarafından eritildiği günümüzde bu sorun yokmuş gibi davranmak, popüler kültür eserlerinde hiç bahsetmemek bence alçakça bir eylemdir. Bu açıdan Bong Joon-ho'yu tebrik etmek lazım. Kendi ülkesindeki dar gelirliden bahsetse de gariban ve mazlumun dili, dini veya rengi olmaz bana ve vicdanı olan herhangi birine göre. Bong Joon-ho'nun tebriki hak eden bir diğer özelliği ise muadillerinin önüne geçmesini sağlayan estetik anlayışıdır. Renklerin birbiriyle uyum içinde olmasına ve ışığın bu uyumu desteklemesine özen gösteriyor. Bunu yaparken doğallıktan ödün verdiğine hiç rastlamadım. Bazı yönetmenler sahneyi enteresan kılayım derken eşeğin bir tarafına su kaçırabiliyor. Halbuki Bong Joon-ho estetik-doğallık dengesini ayarlayabiliyor. Eserlerinde göze hitap eden sahneler yaratmak konusunda ısrarcı buluyorum kendisini. Bu filmin de sanat tasarımı sadelik ve gerçekçilik açısından bakıldığında neredeyse kusursuz. Oyuncuları başarılı bulduğumu da söylemem lazım. Birkaç kişiden bu insanların abartılı tepkiler verdiğine, gerçekçi olmadıklarına dair eleştiriler duydum. Bunun açıklaması oldukça basit. Bu bir Kore filmi olduğu için Koreli biri nasıl konuşursa bu insanlar da öyle konuşuyor. Bunu tartışmanın bir gereği yok. Ayrıca ben Song Kang-ho'yu A Taxi Driver filminde çok beğenmiştim. Bu filmde de takdiri hak eden bir performans sergilemiş. Çoğu sahne onun enerjisi sayesinde çekilebilmiş diye düşünüyorum.


Aile üyelerinin çorapları ve bodrumun penceresinden görülen sokak imajı güzel bir açılış sekansı olmuş. İzleyeceğimiz garibanlık öyküsünü ve ana karakterlerin birbiriyle bağını birkaç saniye içinde anlayabiliriz. İnternet çeksin diye evin içinde gezinmek, belediye ilaçlarken sırf evdeki böcekler ölsün diye pencereleri açık tutmak gibi detayları ben iyi gözlemciliğin sonucu olarak görüyorum. Min'in gelişi ve zenginlik taşını hediye etmesinden sonra gerçekleşen olaylar bir oya gibi işlenmiş. Min'in zengin bir ailenin kızı olan Da-hye'yi ana karakterimizin oğlu Ki-woo'ya teslim etmesi ilk domino taşıydı. Bu domino taşı ahlaki olarak sorgulanabilir. Kanunen habis niyetlerden korunması gereken birisi üzerinden uzun vadeli planlar yapmak ve onu manipüle etmek Min için basbayağı ahlaki bir kusurdur. Onun senaryodaki varlığı ilerleyen kısımlarda yaşanacakların ufak bir örneği gibi. Ki-woo'nun işi kapması ve kız kardeşi Ki-jung'u hileyle bir resim öğretmeni gibi tanıtması ahlaki yozlaşmanın belirtileridir. Bu noktada garibanın ne ölçüde hileye başvurabileceği tartışılabilir. Ben henüz gençken, gerçeklerle tanışmamışken adaletin en önemli ve kıymetli özellik olduğunu savunurdum. Artık geçkin biri olarak söyleyebilirim ki bizim gibi garibanlara adil olma fırsatı verilmiyor. Adil olmaya çalışanın sırtında sopa, avcunda nasır, hayatında uykusuzluk, açlık ve yorgunluk eksik olmuyor. İnsan gibi yaşayabilmek için insani değerlerden uzaklaşmak gerekiyor. Bu sebeple ana karakterlerin diğer garibanları saf dışı ederek iş sahibi olmasını keskin bir dille eleştiremem. Bu sistemin baştan kokuşmuşluğu giderilmeden birilerini suçlamaya çalışmak pisliği halının altına süpürmekten ibaret bana göre.


Park ailesinin zenginliği, özgürlüğü ve rahatı imrenilmeye müsait olduğundan tıpkı ana karakterlerin arzuladığı gibi bundan yararlanılabilir belli şartlar dahilinde. Ev sahiplerinin yokluğunda anın tadını çıkaran ailemizin partisi bunun kısmen masum bir örneği. Bu sahnede Ki-jung da benim dediğimin bir benzerini söylüyor. Bir fakirin bir başka fakiri düşünme yükümlülüğü yok. Birileri gereğinden fazla zenginleşmişse ve bunu yaparken alt tabakanın emeğini sömürmüşse başkasının refahını düşünme görevi ona düşer. Kimseye elindeki kuru ekmeği bölüşmesi söylenemez. Bu noktada başka bir tartışma konusu açılabilir. Her zaman bir alt tabakanın varlığı söz konusudur. Alt tabakanın üst tabakaya darbeyi indirmemesi için de bir sebep yoktur. Ana karakterlerimiz hakkına girdiği hizmetçinin kısa süreliğine emri altına giriyor. Bu durumdan hizmetçinin kanını dökerek kurtulabiliyorlar. Seyirciye on dakikalık bu kısımda tarih ve sosyoloji dersi vermiş Bong Joon-ho. Kaymak tabaka rahatına bakarken garibanların birbirini dişlediği apaçık gösterilmiş. Zengini sömüren fakiri sömürecek daha fakirin yaşadığı acı son da denebilir. Bu kısımdan sonra finalin dehşetine açılan yolu izliyoruz.


Koku detayı bu filmde son derece acı ve onur kırıcı bir yere sahip. Karnını doyurmaktan aciz bir adam nasıl koktuğunu umursamaz. Parfüm fiyatlarının uçukluğundan bahsetmiyorum bile. Bununla birlikte kişisel bakımına özen gösteren zenginlerin kötü kokan insanlar hakkında düşündüğünü biliyoruz. Bu filmde de zengin iş adamı Park Dong-ik'in birkaç kez değindiği koku meselesi izleyiciyi rahatsız edecek bir acımasızlıkla yazılmış. Öyle ki ailenin babası Kim Ki-taek'in gururu zedeleniyor ve finalde dökülen onca kana, sergilenen dehşete rağmen Dong-ik'in hala kan kokusundan rahatsız olması Ki-taek'in öfkesini kabartıyor. Bu sahnede kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış bir adamın neler yapabileceğini görüyoruz. Bu da bir nevi tarih dersidir. Eziyet edilen ve hor görülen halkın kendini matah bir şey sanan lideri alaşağı etmesi yabancısı olduğumuz bir konu değil. Bu sahneden sonra yapboz parçalarının birbirine bağlandığı ve genel resmi gördüğümüz kapanış kısmı geliyor. Ki-woo'nun geçmişini geride bırakıp yeni bir sayfa açma kararına tanık oluyoruz. İçine düştüğü bataktan hoşlanmayan herkes bu kararı almalı bana göre. Başka türlü ilerlemenin mümkün olmadığına herkes emindir. Günün sonunda Bong Joon-ho çektiği bu filmle insanı düşünmeye sevk eden bir eser yaratmış. İzlememek bence büyük bir kayıp olur.


Ultrasound (2021)


Öncelikle filme karşı nötr olduğumu belirteceğim. Sevapları ve günahları eşit miktardaydı. Bu günahların bir kısmı sinematografi ile ilgili olduğundan burada bahsetmeyeceğim. Çekimler ve sahne tasarımlarının etkileyicilikten yoksun olduğunu söylemekle yetineceğim. Oyunculukların da dişe dokunur bir tarafı yoktu. Diyalogların çiğliği ile vasat oyuncu performansları birleşince ilkokul müsameresi tadında bir film meydana gelmiş. Çekim süresinin kısalığından mıdır bilinmez Breeda Wool isimli hanımefendinin berbat performansına belli ki hiçbir şey dememiş yönetmen. Kadın istikrarlı bir biçimde kötü oynuyor rolünü. Övgüyle bahsedemeyeceğim bir kariyere sahip bu ablamızın başarısızlığında temel bilgi ve beceri eksikliği sezdim. Diğer oyuncular iyi olmasalar da her sahne sanatçısında bulunması gereken mimik ve ses kontrolü yeteneğine sahiplerdi. Geniş perspektifte sıradan görüntü ile aksiyon birleştiği için vurucu bir kompozisyon yaratılamamış. Sanatta ortalamaya çoğu zaman yaşama şansı verilmediğinden bu film de gişede çakılmış. Kısaca söylemem gerekirse bu eserde görsel açıdan haz almamı sağlayacak hiçbir unsur bulamadım. Benim için önemli olan "senaryo ve işleyiş" konusunda da iki kelam edeyim. Hikaye ile hiçbir açıdan bağ kuramadım maalesef. Yönetmen senaryonun yazılma sebebi olan ana fikri yeterince yaratıcı, ana fikrin üzerine inşa edilen hikayeyi yeterince güçlü bulmadığından kurguda şov yapmak istemiş ama becerememiş. Hikayenin bayat olduğu konusunda muhtemelen yönetmenle hemfikirimdir ama ana fikrin yaratıcılığı bence filmi tek başına taşımaya yeterdi. Hipnoz yoluyla tedavi üzerinden onlarca sıra dışı hikaye yazılabilecekken konu dönüp dolaşıp "hayal mi gerçek mi" tantanasına geldi. Çok sıkılıyorum bu muhabbetten. Gerçekliği sorgulamak hoş olsa da ana meseleyi öldürecek kadar önemli görülmemeli. Film zaten açılış sekansından itibaren gözüme hitap etmedi, mesaj vermekten kopup akıl oyunları yapmaya başlayınca büsbütün uzaklaştım. Son olarak yüz yirmi dakika bile olmayan bir filmin bana uzun gelmesinden bahsedeceğim. Art karakterinin göründüğü sahnelerin yarısı atılsa film hiçbir şey kaybetmez. Art'ın sahneleri zaten bir amaca hizmet etmiyor, bu yetmezmiş gibi ana karakterlerin hikayesini unutturuyor seyirciye. Gereksiz yere seyircinin odağını bozmaya ne gerek var? Art'ın bir işler çevirdiğini anlamıştık zaten. Filmi izleseniz de olur izlemeseniz de. Suyu bulandırmayan, ortalama bir filmdi Ultrasound.


The Pig (2021)


Eleştirmeden önce kesin bir dille belirtmeliyim ki ben bu filmi beğendim. Bu beğeni beni bir daha bu filme getirmez belki ama geçirdiğim vaktin karşılığı olabilir. Bazı şikayet ve tavsiyelerim var ama bunlar günün sonunda filmden keyif aldığım gerçeğini değiştirmiyor. Gelecek sızlanmalarımdan bağımsız olarak bir eserden beklediğim birçok özelliği bu filmde bulduğumu söylemeliyim. Karakterleri az çok tanıdım, hikayeyle aramda bir bağ kuruldu, ana karakterin derdi bir zaman sonra benim derdim oldu. Bunlar en temel beklentilerimdi ve karşılandı. Yönetmenliği üstlenen Michael Sarnoski'yi ilk filmlerini çeken birisi olarak başarılı buldum. Özellikle fırın sahnesi ve diğer bazı kısımlardaki çekim açıları ile sahne tasarımları bu yönetmenin ileride adını sıkça duyacağımız birisi olabileceğini gösteriyor. Zaten kendisine A Quiet Place film serisinin üçüncüsü emanet edilmiş. Nicolas Cage'in performansına bayılmakla birlikte böyle projelerde daha sık yer almasını isterim. Robin karakterini üzerine bir deri gibi geçirmiş, rolünün hakkını fazlasıyla vermiş. Diğer oyuncuların performansı hakkında söyleyebileceğim olumlu veya olumsuz bir yorumum yok. Her birinin vasat oynadığını düşünüyorum.


Filmin ilk on dakikasında Robin'in yaşayış tarzına ve kişiliğinin bir kısmına tanık oluyoruz. Beslenme biçimi, kiminle vakit geçirdiği, ne işle meşgul olduğu, boş vaktini nasıl harcadığı ilk on dakika içerisinde gözler önüne seriliyor. Bu güzel bir tercih olmakla birlikte sahnelerin kısalığından ötürü Robin'i yeterince benimseyemedim. Bence kendisi de başlı başına bir sanat eseri olan ormanda bir beş dakikalık daha sahne çekilse ne bütçe şişerdi ne de seyirci sıkılırdı. Bunun yerine yönetmen hikayeye fazla uzatmadan başlamak istemiş. Bu tercihe saygı duymakla birlikte daha iyisi yapılabilir diye düşünüyorum. İlk on dakika için anlatmak istediğim son konu ise ana karakter tasarımı olmalıdır. Bu türden filmlerde birçok kez rastladığımız eski asker, eski çete üyesi gibi karakter tasarımı yerine mantar işiyle uğraşan yaşlı bir adamın hikayesini izleyecek olmak ilgimi çekti. Klasik söylemle 'içimizden birisi' diyebiliriz onun için. İlerleyen kısımlarda Robin'in emekli bir şef olduğunu öğreniyoruz. Yönetmenin bu kararı da yerinde ve yaratıcıydı. Domuzun çalınmasından Robin'in şehre inmesine kadar olan ikinci on dakika içerisinde dikkate değer bir olay yaşanmıyor. Bu kısım Robin'in kişiliğini ayrıntılara kavuşturmak için ayrılmış. Onun insanlarla iletişim şekli, mantık mekanizması ve yaşadığı duygusal çöküş anlatılmış. Bu kısımda domuzun neden değerli olduğunu ondan dinleyerek filmin geri kalanında yaşanacaklara mantıklı bir açıklama getirebiliyoruz. Yönetmen bu kısımda yerinde kararlar vermiş olsa da karakteri derinleştirmeyi daha sonraki bölümlere saklamış. Ben bunu doğru bulmadım. Robin neredeyse kırk beş dakika boyunca bir kabuk gibi göründü gözüme. Bu kabuğa az da olsa net bir tavır ve birkaç ufak detay konulması bana göre daha iyi olabilirdi.


Alex Wolff'un canlandırdığı Amir karakterinin Robin'e yaklaşımını kökünden değiştiren dayak yeme sahnesinden sonra açıkçası senaryo arzuladığım biçimde ilerledi. Robin'in bir arkadaş gibi Amir ile sohbet etmesi ve bu sırada Amir'in de bir drama sahip olduğunu öğrenmemiz, eski çırağı Finway'i azarlar gibi konuşarak hayatın gerçeklerini göstermesi ve bu sayede domuzunun nerede olduğunu öğrenmesi, eski evinde yaşayan çocukla hurma ağacı hakkında konuşması çok güzel sahnelerdi. Bu diyaloglar gündelik hayattaki gibi teatrallikten uzak, doğal ve samimiydi. Bu, bir senaristin yapması gereken ilk iş, kazanması gereken ilk özelliktir bana göre. Metnin bütünüyle değil birkaç kelimesiyle karakterin ne hissettiğini, ne düşündüğünü anlatmak gerekir. Yemek sırasında Amir'in anlattıkları darmadağın, duygusal ve üstünkörü olsa da seyirci bu kısımda alması gereken bilgiyi alıyor, bu bilgi daha sonra filmin bütünü için anlamlı bir hale geliyor. Amir'in anne ve babasının yerken mutlu olduğu biricik akşam yemeğinin şefi Robin imiş meğer. Bu hem güzel bir detay hem de hikayedeki karakterleri birbirine bağlayan 'kaderin kırmızı ipi' işlevini görüyor. İkinci kırk beş dakikayı düşününce başarılı bir senaryo yazarlığı seyirciyi bekliyor diyebilirim. Amir'in babasıyla tanışma, Robin'in ona yemek yapması ve duygusal finalden sonra iyi bir film izlediğime emin oldum. Size de tavsiye ediyorum.


Nightmare Alley (2021)


Filmin hikayesine alıştıktan sonra anlatının bu çağa yakışmayacak kadar geleneksel olduğunu fark ettim. Guillermo del Toro filmi olduğundan çok garipsedim bu durumu. On saniyelik bir araştırma sonucu edindiğim bilgi halihazırda azalmış olan tadımı tuzumu tamamen kaçırdı. Meğerse bu film uyarlamaymış. Kaynak eser yetmiş beş sene önce çekilmiş. Yani orijinal filmi sinemada izleyen birisi günümüzde en az doksan üç yaşında olmalı. Kim bekliyordu bu filmi Allah aşkına? Kaynak esere sadık kalındığını ben kaynak eseri tüketmeyen birisi olarak anladım. Çünkü günümüzde bu senaryo böyle yazılamaz. Sanatın öğretici ve eğitici yanını bu kadar aleni göstermek bu yüzyılda ayıp bana göre. Neden uyarlandığı konusu ciddi anlamda düşündürdü beni. Zaten uyarlamaya bazı istisnalar dışında hiç gerek yok. Senaryo kıtlığı var sanki. Yaratıcılığıyla tanınan bir yönetmenin uyarlamaya meyletmesi beni üzdü. Oyunculuğa denecek bir söz yok. Her biri rolünün hakkını vermiş. Rooney Mara hanımefendiyi hem dış görünüşü hem de oyunculuğu açısından beğendim. Görüntü ve ses tasarımı klasik bir del Toro filminden beklendiği üzere tutarlı, ilgi çekici ve etkileyiciydi.


Filmin ilk perdesi hakkında söylenecek çok fazla sözüm yok. Seyrettiğim sahnelerden keyif aldım. Yalnız fragmanı göz önünde bulundurduğum zaman daha tuhaf ve dehşet verici bir film beklediğimi itiraf etmeliyim. Oysaki bu eserin neredeyse tamamı gayet tanıdık ve sıradan bir çehreye sahip. İlk perdedeki garipliğin dozu biraz artırılsa hikayeden pek bir şey eksilmezdi bence. Burada karakterleri tanımamız için sunulan sahneler geleneksel ve bu sebeple işlevseldi. Aşk hikayesinin işleniş biçimi o kadar eskiydi ki klasik bir roman okuyor gibi hissetim. Yine de karakterlerin ve özellikle Stan'in ilk perdede sevimli bir portre çizdiğini reddetmeyeceğim. İkinci perde beni ilkinden daha fazla yordu. Alışılmış ve hızlı anlatıdan daha kötü bir şey varsa o da alışılmış ve ağır anlatıdır bana göre. Stan'in yükseliş ve para hırsının doğuracağı sonuçların tahmin edilebilir olması yetmiyormuş gibi falcı ablaya geleceği söylesin diye sahne yazmışlar. Bence senaryo dinamiği bahsettiğim sahne olmasa da çalışabilirdi. Son sahneye kadar kayda değer bir olay gösterilmese de 'Geek' olayına pay-off verilmesi gayet güzeldi. Bradley Cooper'ın oyunculuğunu beğenmemi sağlayan ve biraz da olsa yüzümü güldüren bir sahneydi. Bu filmi izlediğime pişman olmadığım gibi bir daha izlemeye de gönüllü değilim.


Doctor Strange in the Multiverse of Madness (2022)


Ben bu filmi beğenmedim. Beğenmemekte haklı olduğumu gösteren bazı sebepler var. Eleştiriye geçmeden önce üstünkörü bir açıklama ve serzenişte bulunmak istiyorum. Sam Raimi'nin kıymetli bir yönetmen olduğunu düşünüyorum. Şüphesiz ki yetenekli, estetik anlayışı alengirli ve etkileyici, hikayesini her zaman tutarlı bir biçimde sunan biri diyebilirim. Popüler kültüre Evil Dead adındaki başyapıtı kazandırdı. Evil Dead sayesinde korku sineması gömlek değiştirdi. Kısacası takdire değer bir sinemacıdır kendisi. Ancak bu filmde yönetmen koltuğunda onun yerine hormonlu bir ergen oturuyormuş gibi hissettim. Ben bağlamdan kopuk, manasız ve çiğ olan bir sürü film izledim fakat hiçbiri bu kadar utandırmamıştı beni. Sevdiğim birçok oyuncuyu sevme nedenimi sorgulattı. Oyuncu kadrosundaki istisnasız her isim rezil rüsva edilmiş. Neden edilmiş diye sorgulamıyorum. Cumberbatch yerine Al Pacino, Olsen yerine Tilda Swinton olsa bu klişe replikleri kurtaramazdı. Sam Raimi elindeki cevheri kömüre çevirmiş. Halbuki onun Doctor Strange filmi çekeceği duyurulduğunda heyecanlanmıştım. Scott Derrickson kesinlikle daha ölçülü ve zeki bir yönetmen olduğunu kanıtladı. Ben bu filmi bir daha izleyeceğimi zannetmiyorum.


Filmin başlangıcı hikayenin nasıl işleneceğini gözler önüne serdi aslında. Nedensizce hızlı, buna rağmen seyirciyi sıkan uzun bir açılış sahnesi vardı. Yüksek perdeden bir açılış seyirciyi filmin devamı adına meraklandırabilir ancak bunun da bir yöntemi var. Salt aksiyondan ibaret olan bir açılış makul bir hedefe bağlanmazsa vakit kaybına dönüşür. Hak yememek için söylemeliyim, ilk sahnelerde gösterilen bazı unsurların pay-off'u yapılıyor. Hikaye umurumda olmadığı için pay-off da beni ilgilendirmedi. Ucuz görünen görsel efektlerden bahsetmiyorum bile. İlk filmde bunlar mezeyken burada ana yemek olmuş. CGI ekibi birkaç sahne yerine yüz yirmi dakikalık bir filmi montajladığı için anca bu kadar iyi bir iş ortaya koyabilir. Oysa ki olağanüstü görseller az ama öz olsaydı akılda daha sağlam bir yer edinebilirdi. Açılışın ardından Strange'i daha yakından tanımamızı sağlayacak bazı diyaloglar vardı. Bunlar o kadar kısa ve duygusuzdu ki Strange iki boyutlu kalmaya devam etti. Filmin ilerleyen dakikalarında Strange zor kararlar vererek karakterini derinleştirecek olsa da babamın da karakteri zor kararlar verirken derinleşiyor. O zaman neden Strange'i bir kahraman olarak izliyorum? İkinci canavarla dövüşmeleri keyifliydi. Bu sahnelerde saçma bulduğum tercih "Sorcerer Supreme" denilen bir büyücünün neden bu kadar beceriksiz olduğudur. Infinity War'da Thanos'u tokatlayan o değilmiş gibi rastgele bir canavar karşısında pelerinli bir denyoya dönüştü. Biz bu karaktere seyirci olarak saygı duyalım mı duymayalım mı? Marvel'ın üçüncü filmi çekmeden evvel bu soruya cevap vermesi gerekiyor.


On altı yaşında olduğu için ağır eleştirmeyeceğim Xochitl Gomez tarafından canlandırılan America Chavez ile sohbet, Wanda ile pazarlık, tapınağın savunulması sahnelerini bir celsede eleştirecek olsam berbat demekle yetinirdim. Çömez bir kahramanla ne konuşulursa o konuşuluyor America ile. "Vay efendim gücüne ihtiyacımız var." "Yok efendim ben gücümü kontrol edemiyorum." onlarca kez dinlemedik mi bu replikleri? Ben artık seyirci olarak sıkıldım bundan. Deadpool II'de bir tane gücünü iyi kullanan velet gösterildi, yemin ederim keyifle izledim bütün filmi. Wanda ile pazarlık da aynı şekilde klişeydi. Tapınağın savunulması keşke klişe olsa dedirtti. Bizon adam neden var? Neden herkes sadece sarı kalkan açabiliyor? Neden Wanda maganda gibi davranıyor? Bir sürü saçma karar alınmış bu sahnelerde. Wanda'yı aşırı kuvvetli ve tehlikeli göstermeye çabaladıklarını anlıyorum. Bunun yolu bu değil. Karanlık bir büyücünün neler yapabileceğini, sıradan büyücülerin onunla nasıl savaşacağını animelerde defalarca kez izledik. Fullmetal Alchemist, Black Clover ve Naruto buna örnektir.


Hikayenin ikinci çeyreğine yapabileceğim bir eleştiri yok. İzlediğim sahnelerden memnun kaldım. İlluminati diye bir avuç meczup gösterilene kadar keyfim yerindeydi. Kaptan Amerika, koskoca Black Bolt ve Kaptan Marvel birer kahraman değil de sirk soytarısıydı. Hal ve tavrın bu kadar absürt olması komedi mi bu film diye sorgulatıyor insana. Havalı olmaktan çok uzak, gereksiz ve çocuksuydu her bir replik. Bilgili, erdemli ve ahlaklı diye bildiğimiz bu karakterler aralarında insan hayatının değerine yönelik felsefi bir konuşma gerçekleştirse tadından yenmezdi. Bunun yerine ilkokul müsameresi izledik. Canları sağ olsun. Karanlık Doctor Strange ile Aydınlık Doctor Strange arasındaki savaş gayet lezzetliydi. Ben müşteri olarak bu yemeği afiyetle yerim. Keşke yemeğin yanında ikram edilenler taze ve güzel olsaydı. İşte o zaman bu filmi tavsiye edebilirdim. Finaldeki Wanda-Strange savaşındaki görsel tasarım da takdiri hak ediyor. Bu sahnelerin gücünü daha dolgun ve alt metni sağlam replikler sayesinde artırabilirmiş senarist. Bunu beceremediği için biraz kuru kalmış final. Özetle Doctor Strange in the Multiverse of Madness görsel olarak ortalamanın üstünde, senaryo ve işleniş bakımından berbat bir filmdi bana göre.


Batman (2022)


Batman bana göre sanat tarihinin en kıymetli, etkileyici ve derin birkaç karakterinden birisidir. Yalnız eser yaratımında değil kişilik inşası konusunda da birkaç nesle ilham oldu. Onun temsil ettiği kavramlar birçoğumuzun ihtiyacı olan değerler. Ne yaşanırsa yaşansın prensiplerden vazgeçmemek ve insanlığın ruhsal olarak iyileşebileceğine inanmak onun en temel özellikleri. Robin öldürülse de kendini kaybetmediğine, Joker'i öldürme fırsatı eline geçse de buna tenezzül etmediğine şahit olduk. Prensipleri ve inatçılığı ile tanınan Batman'in kültürel etkisini kıyaslayabileceğimiz çok az kurmaca karakter var. Okunan veya izlenen eserlerin kayda değer bir kısmı Batman külliyatından alınan ilhamla yazılıp çizildi. Çizgi roman ve bilim-kurgu aleminin Hz. İsa'sı olmasının yanında polisiye hikayeciliğinin de ölmemesini sağlıyor bir bakıma Batman. Bu sitedeki insanların çoğu ne kastettiğimi anlamayacak muhtemelen. İlla bir örnek vermem gerekiyorsa sitenin sahibi Bektaş Şenel'in roman karakterlerinden biri olan Saye düşünülsün. Acı ve kaybın iki karakter tarafından biraz farklı yorumlanması bir kenara koyulursa tasarımların birbirine çok yakın olduğu görülür. B. Şenel hiç Batman eseri tüketmemiş olabilir ama mutlaka Batman tüketen birinin ürettiği bir eseri tüketmiştir. Bu durum onun kalemini dolaylı yoldan etkilemiştir. Bu film etkileme kudretine değindiğim Batman karakterinin şanına yaraşır mı? BvS ve Justice League rezaletlerinden sonra ballı börek gibi gelse de Nolan filmlerinin yanında zayıf kalıyor. Filmi izlerken bu iki kutbun etkisindeydim. Temiz bir bakışla filmi yargılayamadım. Aklımın bir yerinde sürekli Christian Bale'in sesi yankılanıyordu diyebilirim.


Seleflerinin gölgesinde kaldığı halde film beklentimin üzerindeydi ve keyifli vakitler geçirmemi sağladı. Bu keyifte sanat yönetmeninin basbayağı, görüntü yönetmeninin de biraz katkısı var. Her sahne çiçek gibi tasarlanmış ama aynı ölçüde iyi çekilememiş. Belki filtre belki de açılar sahnenin suniliğini ele vermekte çoğu zaman. Matt Reeves'in senaryo ve idare görevini aynı projede üstlenmesi iki karpuzun her zaman bir koltukta taşınamayacağını kanıtlıyor. İlgi ve yeteneğini yalnız bir göreve yönlendirdiği takdirde daha başarılı eserler yaratabileceğine eminim. Senaryo, hakkında uzun incelemeler yazmayı gereksiz kılacak kadar sıradandı. Nolan usulü kurgu ile ilgi çekici kılınmak istenmiş ama başarılamamış maalesef. Dürüst olmak gerekirse ben bu hikayeyi Batman sosuna bandırılmasaydı yemezdim. Yakından tanıdığımız bir kanunsuzun çaylaklığı sırasında yaşananları anlatan, onlarca kez tükettiğimiz bir öyküsü vardı. Senaryonun iyi yegane özelliği yukarıda bahsettiğim Batman algısını bozacak en ufak bir sahnenin bile yer almamasıydı. Bununla birlikte Batman'in iyi kalpli olduğunu anlatan final sahneleri bir kesimin iyiliğe olan inancını tazeleyebileceğinden sevgimi kazandı. Oyuncu seçimi Matt Reeves'e bırakılmışsa yine bazı hatalar yapmış diyebilirim. Dano, Pattinson ve Kravitz haricinde performansını beğendiğim bir oyuncu olmadı. Pattinson için söylemem gerekir ki iyi bir Batman gördüm onda. Batman maskesini birkaç film daha takmayı hak etti bence. Ancak Bruce Wayne olmak konusunda sınıfta kaldı. Gece-gündüz hayatlarının farklı olması ve aradaki kontrastın iyi idare edilmesi Bruce Wayne'nin en önemli özelliklerinden birisi. Pattinson ise gece derdo gündüz derdo... Ona sorulması gereken soru şu: Neden bu kadar ciddisin sen?