Mystic River (2003)
Oyunculuğunda western filmlerinde gösterdiği muhteşem performanslarıyla sinemaseverlerin gönlünde taht kuran Clint Eastwood yönetmen koltuğunda da kendine güzel bir kariyer çizmiş. Onun entelektüel açıdan iyi bir seviyede olduğunu bu filmdeki çekim tekniği, sahne tasarımı, senaryo, işleyiş, diyaloglar, diyalogların aktarım biçimi, oyuncu yönetimi gibi hususlardan yola çıkarak anladım. Şüphe ve hüznü aynı hikaye içerisinde birbirinin hakkına girmeyecek şekilde işleyebilmiş. Bana bu özelliği ile Prisoners filmini hatırlattı. Travma sonrası karakterlerin sona ermeyen bir çöküş içinde olduğunu, bunun ne gibi sonuçlara yol açabileceğini iki film de çok başarılı bir şekilde işliyor. Bu filmi polisiye ve dram hikayesi diye iki başlık altında incelersek ikisinin de çok sarih ve nezih bir tavırla işlendiğini görürüz. Bir ferdini yitirmenin acısıyla başa çıkmaya çalışan ailenin birbirine destek olma veya işleri rayına koyma çabası gerçekçiydi. Jimmy'e yüklenen "Sen ailenin babasısın. Acını içinde yaşamalı, dışarı yansıtmamalı, eşine ve çocuklarına destek olmalısın." misyonu Türkiye'de de rast geldiğimiz bir mantığın ürünü. Evladını kaybeden bir babanın ağlaması bile gözden ırak olmalı diye düşünebiliyor insanlar. "Eski erkeklerden biri" diye tanımlanan Jimmy bunun farkında olarak aileyi bir arada tutmayı birinci önceliği olarak belirliyor. Yine de hayatının baharında öldürülen kızının intikamını almak bir zaman sonra ağır basıyor. Burada Clint Eastwood bilinçli bir sanatçı olarak intikamın hiçbir zaman olumlu sonuç vermeyeceğini gösteriyor. Bunu takdir ettim. Acıyla kör olanların mantıklı davranmasını talep etmek ahmakça olduğundan çevresindeki insanların bir sakinleştirici ilaç işlevi görmesi gerekiyor. Sizin de etrafınızda ağır depresyonda olan insanlar varsa onlara elinizden geldiğince psikolojik destek vermeyi ihmal etmeyin. Onları kendi halinde bırakmak üzerinde yeterince düşünülmeden alınan kararların önünü alamamak anlamına gelebiliyor. Jimmy film boyunca destek gören değil destekleyici insan olmanın ağırlığını hissediyor. Aldığı intikamın diğer aile üyeleri adına olduğunu düşünecek noktaya gelmiş bile olabilir. Dave'i öldürerek üzerinden bir sorumluluk atmak istiyor diye yorumladım. "Sevdiğim toprak altında iken katilinin özgürce dolaşmasını hazmedemedim." savını onlarca kez duymuşsunuzdur. Bu sav ve Jimmy'nin bir an önce hıncını üzerine boşaltabileceği bir korkuluk bulmak ihtiyacı filmdeki ikinci cinayetin sebepleri olabilir.
Hikayenin polisiye kısmını herkesin izleyip çözmeye çalışırken zevk alması gereken bölüm olduğundan ayrıntılı olarak incelemeyeceğim. Sadece katil olması muhtemel üç kişi üzerinde eşit ölçüde şüphe biriktirebilmesini takdir edeceğim yönetmenin. Bu yazıda bahsetmesem ayıp olacak Dave mevzusuna değineyim. Islak betona yazılan ismin yarım kalması, arabanın sıklıkla gerilim ve kanıt unsuru olarak kullanılması ve arkadaşlık motifi dikkate alındığında görülür ki bu film biraz da Dave'in hikayesi. Onun geçmişindeki iğrenç olaylar kişiliğini o kadar etkilemiş ki dünyayı algılayış biçimi kökten değişmiş. Konuşması, hareketleri ve bir an olsun yüzünden silinmeyen korkulu ifadesi gösteriyor ki Dave hala çocukken başına gelenlerin etkisi altında. Ölüp yeniden doğmuş olmalarından ötürü vampirlere takıntısı onun geçmişin hiç yaşanmamış olma veya sıfırdan hayat kurma isteğinden kaynaklanıyor. Fantastik edebiyata hakim olanların iyi bildikleri üzere vampirlerin bir özelliği de önceki hayatlarından tam olarak kopamamaları. Yani Dave biliyor ki vampir de olsa geçmişinin izleri bütünüyle silinmeyecek. Ayrıca filmin finalinde kendisini değil öldürdüğü tacizciyi vampir olarak tanımlaması insan olarak kalmanın önemini, asıl kan emicilerin zayıflardan faydalananlar olduğunu anladığını gösteriyor. "O arabaya binmek" deyişi filmde sıkça geçiyor. Bunun karakterler tarafından normal hayattan kopuş ve zihinden çıkmayacak lekeyi ifade eden bir metafor olduğunu düşünüyorum. Jimmy, Sean ve Dave bu sözü kullanırken bazen kendi müşkül durumunu bazen de kader ortaklığını anlatmak istiyor. Sean'un da dediği gibi o arabaya üçü de bindi aslında. Birisinin tecavüz uğraması sebebiyle ruh sağlığı mahvoldu. Diğer ikisi ise yardım edememeden doğan suçluluk duygusu yüzünden yaralandı. Dave'in ölümünden sonra Sean ve Jimmy boyunlarından bir urgan atmış gibi oldu. Ben psikolojilerinin iyileşebileceğini düşünmüyorum. Sonuçta ip kesilse de boyundaki morluk uzun süre yerinde kalır. Bu düşüncelere sevk ettiği için beni Mystic River'ı herkese öneririm. Sean Penn, Kevin Bacon, Laurence Fishburne ve Tim Robbins mükemmel performanslar sergilemişler. Dennis Lehane çok iyi yazmış, Clint Eastwood çok iyi yönetmiş. Sadece filmin son on dakikasına gerek var mıydı gibi bir eleştirim olacak. Annabeth'in manyak olması hikayeye ne kattı ben anlamadım. Oyuncuyu parlatmak için sonradan eklenmiş gibi geldi bana. Onun haricinde çiçek gibi bir filmdi.
Oldboy (2003)
Sağlam bir spoiler yememe rağmen film üzerimden tır gibi geçti. Aslında bundan birkaç sene önce İstanbul'dan Adana'ya dönerken, otobüste telefonumdan izlemiştim filmin yarısını. O gün neden bu kadar övüldüğünü anlamamış, sıkılıp bırakmıştım. Şimdi daha olgun bir zihin ve daha gelişmiş bir sinema anlayışı ile uygun bir ortamda bu filmi izleyince nasıl büyük bir yanılgı içinde olduğumu anladım. Film asla ve asla sıkıcı değil. Her dakika yüksek bir ritim olmasa da sahnelerin birbiriyle bağlantısı ve gizemin yavaşça çözülmesi dikkatimi hep tepede tuttu. Bir kanıt olarak söyleyebilirim ki maalesef ben sigara bağımlısıyım ve iki saate varan filmlerin yarısında ara verip sigara, içecek, tuvalet gibi ihtiyaçlarımı gideririm. Bu filmde nikotin zafiyetim bile bana izin verdi sonunu tek celsede görebilmem için. Dramatik anlatı konusunda herkesin kolayca algılayabileceği, çoğu insanın da benimseyebileceği tarzda bir iskelet var. Yani filmdeki intikam arzusu, ilahi adalet mefhumu bir kenara koyulursa çoğumuzun en az bir kere tattığı bir histir. Bu sayede ana karakter ile empati kurmak kolaylaşıyor. Bununla birlikte sevmek mümkün mü bilemiyorum. İlk sahneden finale kadar Oh Dae-su bana asla yan yana gelmek istemeyeceğim, hatırı için hiçbir külfetin altına girmeyeceğim bir karakter izlenimi verdi. Canını sıktığı insanların adının yazılı olduğu listenin kabarıklığı ve ilk sahnelerdeki taşkınlığı onun iyi bir adam olmadığını anlamam için yetti. Yine de başına gelenler hak mıydı? Bu konuda söyleyebileceğim kesin bir hükmüm yok. Ben halkın oy çokluğu ile seçtiği üst merciinin yasama, yürütme ve yargıyı denetleyip uygulaması taraftarıyım. Bireysel adalet beyaz perdede izlenirken hoş ama gerçek hayata taştığı zaman masumların canını yakan bir kan davasına kolayca dönüşebiliyor. Bu filmde Dae-su'nun on beş senelik mahpusluk hayatı bireysel bir intikamın ürünü ve ben bunu bir türlü kabul edemiyorum. Asıl hapishane kurumu ile onun yaşadığı hayat arasındaki keskin fark da insanı rahatsız ediyor. Islah etme değil acı çektirme işin içine girdiği zaman benim taş kalbim bile tepki verme ihtiyacı hissediyor. Bence yönetmenin de becermek istediği şey buydu. "Bir hayvandan daha aşağı olsam bile benim de yaşamaya hakkım yok mu?" sorusunu düşünmemiz istendiği barizdi.
Bence bu filmde kimin haklı, kimin haksız, kimin katil, kimin maktul olduğu konusu çok muğlak ve filmin en sağlam özelliği de bu. Oh Dae-su ve Lee Woo-jin arasında seçim yapmak mümkün değil. Dae-su'nun günahı lise zamanında hassas bir konu hakkında dedikodu yapması ve bir kızın ölümüne dolaylı yoldan sebep olması. Bu kesinlikle iğrenç bir hata ve üstünkörü geçmek imkansız. Yine de başına gelenleri hak ettiği anlamına gelmiyor. Woo-jin ise kız kardeşini kaybetmesine neden olan Dae-su'nun acı çekmesini istiyor ve ona direkt haksızsın diyemiyorum. İki taraf da bir girdabın içinde savruluyor ve bu sırada hem kendisini hem de çevresini yaralıyor. Ortalama bir savaş filmi kadar kan akıtılmasa da film boyunca ölenler ve yaralananların sayısı az değil. Demek istediğim iki kişinin bireysel davası onlarca kişinin hayatını karartabiliyor. Ben olsaydım affetme erdemini gösterir miydim bilemiyorum. Bu tür soruların cevabını vermek bile büyük bir cüret göstergesi bana göre. Zaten ne Dae-su ne de Woo-jin aldıkları kısmi intikamdan memnun değiller gibi. Birinin hipnoza başvurması diğerinin intiharı bunu düşündürttü. Yani intikamın alınması da başka sorunlara yol açabiliyor. Dae-su'nun finaldeki hali yeterince sağlam bir dersti. O anki çaresizliği ve bir nevi arınması beni etkiledi. Genel olarak ahlak konusunda insanı sorgulamaya mecbur bırakan bir filmdi Oldboy. Teknik kısımdan da biraz bahsedeyim. Oyunculuklar konusunda bence hiçbir sıkıntı yok. Choi Min-sik filmi çok güzel taşıyor. Yardımcı oyuncular ve figüranlar da benzer bir kalite sergiliyor. Görüntü ve sanat yönetmenleri el ele verip çiçek gibi bir iş ortaya koymuş. Sahne tasarımları ile kamera açıları birbirini destekler vaziyetteydi. Dae-su'nun suratına yakın çekim alınması ve bu sırada sıfatının aldığı haller bile bir mesaj kaygısı taşımaktaydı. Meşhur koridor sahnesi gerçekçilik ve etkileyicilik görevlerini başarıyla yerine getirmişti. Burada koreografın da hakkını teslim edelim. Her bir oyuncunun hamleleri ve etki-tepki mekanizması iyi tasarlanmış. Filmin yönetmeni Park Chan-wook bütün elementler üzerinde hakimiyet kurup kuvvetli bir büyü yaratmış tabiri caizse. Bunca övgünün sonunda anlaşılmıştır ki ben Oldboy'u izlemeyi ve üzerinde tartışmayı herkese tavsiye ederim.
Paprika (2006)
Animenin sanat olduğunu, belki de sanatın üst formlarından biri olduğunu kanıtlayan türden bir eser Paprika. Rahmetli Satoshi Kon yine deha ve ustalığını sergilemiş. Ele aldığı konuyu seyirciyi bunaltmadan ve aptal yerine koymadan, efendi gibi anlatabilmiş. Bu çok önemli bir özellik çünkü girift kurguları anlatan çoğu sanatçı ya gereğinden fazla ele veriyor işin özünü ya da mesajı seyirciye aktarmak için hiç çaba sarf etmiyor. Kon'un iş bilirliği Perfect Blue'da kanıtlandığından Paprika yemeğin üzerine içilen kahve gibi oldu. Bu kahveyi geçmişte Nolan da içmiş olacak ki Inception'da aynı tarifi kullanmış. Suçlamak için değil açığa çıkarmak için söylemeliyim ki ben de dahil batılı sanatçıların birçoğu Uzakdoğu dünya görüşü ve sanatının nimetlerinden faydalanıyor. Japonlar doğa, tarih ve insanın sırlarını nazikçe anlatabilmek için asırlar boyunca uğraştılar. Günümüzde eğlence sektörünün ABD'den sonra gelen efendileri olmalarının sebebi de bu çabadır. Onların geliştirdiği denklemleri ve hikayeleri kullanmamak için fazla ısrarcı olmak bilinçli körlüğe götürür insanı. Rus ve İngiliz romancılığından, İtalyan ve Fransız müzisyenliğinden, Alman ve Felemenk ressamlığından, Türk ve Fars şairliğinden yararlanmadan sanat eseri yaratılamayacağı gibi Amerikan ve Japon sinemacılığını yok sayarak film çekilemez. Bu sebeple Nolan'ın bu filmden etkilenmesini yadırgamıyorum. Paprika bazı özellikleriyle Inception'dan daha üstün bana göre. Örneğin ana karakterin sunuluş biçimi, derinliği ve onun üzerinden geliştirilen hikaye çok lezzetliydi. Dr. Atsuko ile diğer kişiliği Paprika arasındaki keskin kontrast hoşuma gitti. Doktora göre ideal insanın Paprika olduğunu düşündüm. Atsuko'nun sadeliği, ciddiyeti ve pasifliğinin aksine Paprika neşeli, ilginç ve aktif bir portre çiziyor. Bu portrenin bir unsuru kahramanlığa varan yardımseverlik. Himuro, Konakawa, Şef ve Tokita'yı rüyadan kurtarmak için çabalaması ve bu sırada eğlenmekten ödün vermemesi tam bir kahraman özelliğidir. Savaşan karakterin mutlu olması en eski metin ve sözlü destanlardan günümüze ulaşan bir durum. Bunun sebebi iyiliğin her açıdan besleyici görülmesidir belki. Halkın iyiliğe inancını diri tutmak için sanatçılar mahzun değil hayat dolu kahramanlar tasarlamış olabilir çünkü tehlikesini bildiğimiz yola asla adım atmayız. Ağlayanın kaderine ortak olmamak, gülene özenmek yaradılışımızda var.
Dr. Tokita da tasarım olarak takdirimi kazandı. Dahi bilim adamının bedenine hapsolmuş çocuk diye tanımlanan bir karaktere pek rastlamadım. Finalde esas kızı kapabilmesi de dış görünüşü her şey zanneden insanlara ufak bir ders niteliğindeydi. Onu yargılayacaksak fazla kilolarından değil sorumsuzluğundan dem vurmalıyız. Başkanın yozlaşmasının ve dolayısıyla hikayenin yaşanma sebebi DC Mini'yi yeterince iyi programlamaması, insanların kötülüğe yatkınlığından bihaber olması. Onun ciddiyetsizliği başkanın eylemlerini yumuşatmıyor. Engeli yüzünden istediği gibi yaşayamayan başkanın rüyalar alemine hükmetme ve orada istediğini yapma arzusu affedilebilir değildi. Bir insan birçok açıdan dezavantajlı olabilir. Uzuvları işlemiyor, fakirlik çekiyor, zekası yetmiyor, ayrımcılığa uğruyor diye birinin kötülüğe meyletmesini haklı bulursak bu dünya yaşanmaz olur. Başkan kendisine hareket imkanı yaratmak için başkalarının özgürlüğünü kısıtlıyor ve o insanların da teröre başvurma hakkı doğuyor. Neyse ki kahramanımız Paprika finalde başkanı yeniyor da gerçeklik yeniden hakim oluyor. Gerçeği, bir başka deyişle düzeni sevmiyorsak bunu çapulculukla değil iyilik ve sevgiyle değiştirmeyi denemeliyiz. Akıtılan her kanın, dökülen her gözyaşının hesabı sorulur. Konakawa'nın hikayesi de hoşuma gitti. Zaten bir karakter sanatçıysa direkt sempatimi kazanıyor. Sinemayla ilişkisi ve bunun ruh sağlığına etkisi tamamen gerçek diyebilirim çünkü benzerini yaşıyorum. Sinema sektörüne atılmanın zorluğu bunu kafasına takmış herkesin canını sıkabiliyor. Benim gibi hassas ruhları ise kötü etkiliyor. Hele ki Konokawa gibi sarsıcı deneyimleri olan insanların zihinleri ağır hasar alabiliyor. Bu açıdan hoşuma gitti film. Onun da senaryo içinde aktif bir rolü vardı. Genel olarak Satoshi Kon yarattığı her karaktere yeterince süre tanımış. İllaki bağlanacağınız bir karakter bulabilirsiniz. Ben kafa açması ve seyir zevki vermesi açısından herkese tavsiye ederim bu filmi.
Blood Diamond (2006)
Alışveriş çılgınlığı ve refah üzerinden rekabetin sürdüğü bu günlerde ihtiyacımız olan filmlerden birisi Blood Diamond. Sektöre kanser gibi yayılan dertsiz tasasız, alt metin yoksunu ucubelerin arasında pırlanta gibi parlıyor. Para babalarını kızdırmamak için ahraz taklidi yapan sinemacılara inat yönetmen Edward Zwick'i ve yapımcıları tebrik ediyorum. Hz. İbrahim'in ateşine su taşıyan karınca misali etkisiz de olsa birilerinin bu konular hakkında belki yetkili birinin kulağına gider ve kalbini titretir diye konuşması gerekir. Filmin sonundaki yazıların da değindiği üzere kirli sektörlerin ölebilmesi insanların rağbet etmemesine bağlı. Hayvanları alçakça sömüren bazı kürk, ilaç ve makyaj firmalarına karşı çıkmamız gibi kanla kirlenen mücevherata da karşı çıkmamız gerekir. Bu sebeple daha fazla bu tarz film çekilsin ve insanlar bilinçlensin isterim. Açıkçası ben Sierra Leone ve diğer Afrika ülkelerinde neler olup bittiğini bilmiyordum. Bu film sayesinde mücevherat aleminin günahlarına tanık oldum ve her vicdanlı insan gibi üzüldüm. İncelemenin bu kısmında erkenden itiraf etmem gerekir ki acıklı sahnelerde gözyaşlarım sel olmadı. Bunun sebebi tarih eğitimimle beraber gelişen insan tabiatına yaklaşımım ve yönetmenin anlatım tarzıydı. Edward Zwick yırtıcıları konu alan bir belgesel havasında çekmiş bana göre filmi. Fark ettiyseniz hiçbir sahne steril, dramatize veya stilize değil. Cevval ve cesur bir savaş muhabirin kamerasından izler gibi seyrettik filmi. Bu durum da Hollywood filmlerinin abartılı üslubuna alışmış bana yeterince vurucu gelmedi. Tabii bunu bir kusur olarak söylemiyorum. Sahne tasarımları hakkında denecek pek bir söz yok. Mis gibi orman manzaraları var filmde bolca. Başta DiCaprio ve Hounsou olmak üzere bütün oyuncuların gayet iyi bir performans sergilediğini düşünüyorum. Kendisi bana göre en izlenilesi aktrislerden biri olsa da Jennifer Connelly'i nedense donuk buldum. Ona biçilen rol yeteneğini sergilemesine izin vermemiş demek ki.
Bir asır öncesine kadar sömürge olan Afrika topraklarının müşkül durumunu öğrenerek filme başlıyoruz. Bir öğrencinin okuluna varabilmesi için her gün beş kilometre yürümesi gerekiyor. Uzay Çağı diye övünerek adlandırdığımız bu yüzyılda utanç verici bir durum insanlık adına. Bu yetmezmiş gibi saldıranın da savunanın da akıl melekelerini yitirdiği bir iç savaş bölgeye hakim. Yalnız isyancıların düşünce biçimini öğrenebiliyoruz ve açıkçası kayda değer bir fikir duyamıyoruz. Eylemlerine haklılık verebilecek bir davaları yok. Zaten hiçbir dava masum ve silahsız halka kıyımlar, uzuv kesmeler, tecavüzler, köle olarak çalıştırmalar yoluyla eziyet etmeyi aklayamaz. Çukurdan kurtuluş birilerinin başına basarak gerçekleşirse kurtulanların başına da birisi basar. Kargaşa er ya da geç başka bir formda kargaşayı doğurur. Bu kısımda "beyaz adamın" etkisini konuşalım. Dolaylı olarak kaosu ateşleyen zengin elmas madenleri normal şartlarda yedi milyon nüfusa sahip bir ülkenin kalkınmasını kolayca sağlar. Fitneciler elini sürmezse bu sofradan herkes tok karınla kalkar bir başka deyişle. Ama para öyle bir bela ki üç kuruş fazla kazanacağım diye kardeşi kardeşe kırdırıyor. Bunun sebebi de babam değil herhalde. Daha fazla yasal olarak takip edilemez satıcı baş göstersin de maliyet düşsün diye batılı burjuvalar Afrika'yı birbirine katıyor. Bugün herkese medya organları tarafından aşılanan "Aman kardeşim önce sen kendini kurtar!" mantığının nelere yol açtığını bu filmde görüyoruz. Danny bu anlayışın doruk noktasında geziniyor uzun süre. Kendince haklı sebepleri var tabii. Ama bu sebepler finalde Solomon ve oğlunu harcamaya ikna edemiyor Danny'i. Arınmasına şahit olduğumuz bu karakterin kendini feda etmesi Afrika'da yaşananların müsebbibinin açığa çıkmasını sağlıyor. Burada "Önce ben!" yerine "Önce biz!" demenin erdemini anlıyoruz seyirci olarak. Yönetmenin diğer meşhur filmi The Last Samurai da birbirini düşünmenin önemini anlatıyordu. İzlemediyseniz iki filmi de şiddetle tavsiye ederim.
Moon (2009)
On sene önceye kadar halk kitleleri sanatçılardan inanılmaz kabarık bütçelerle çekilmiş film beklentisine girmez, senede birkaç masraflı yapım çıkması yeterli olurdu. Sinema salonları ilgi çekici olacağı tahmin edilen filmlerin yanına ufak işler de koyabiliyordu. Moon, Locke ve türevleri bu sıralarda parlamış, gişe hasılatı bakımından başarı elde edemeseler de eleştirmenler ve festivaller tarafından ödüllendirilmişti. Malum şirketlerin sektörü ele geçirmesinden sonra piyasa eşek yüküyle para harcanan filmlerle dolup taştı. Kaliteli-kalitesiz ayrımı gözetmeden yeterince patlama çatlama var diyerekten filmlere rağbet gösterdi halk bunun sonucunda. Artık belli seviyelerde hikayesi, mesajı, alt metni olan eserler çok salakça bir tabir olan "sanat filmi" diye adlandırılıp kimsenin sallamadığı mezra festivallerinde gösteriliyor, maksimum on dört hadi bilemedin on beş kişi izliyor, iki buçuk gün hakkında yorum yapılıyor, sonra unutuluyor. Kaliteli ve düşük bütçeli filmlerin gördüğü bu muamele sebebiyle at dışkısından hallice ne idüğü belirsiz yapımlar ayakta alkışlanıyor sanki matah bir iş yapılmış gibi.
Gelelim beş milyon dolara çekilip on milyona yakın hasılat yapmış, sonradan bazı övgülere mazhar olmuş Moon filmine. Samimiyetle söylüyorum ki gerçekten temiz bir iş. Kısa süre içinde bir karakterin dramını bilim-kurgu hikayesiyle birlikte işleyebilmek övgüye değer. Sam adlı karakterin yalnızlığı bir roman hacminde işlenmese de varsayımlarla onun yaşadığı izole hayat sebebiyle yavaşça çöktüğünü anlayabiliyoruz. Sosyal bir canlı olan insanın kendi sesine gereğinden fazla maruz kalması ruh sağlığını bozar, bozulan ruh tutunabileceği bir dal arar, bu dal hafızada yer edinmiş sevilen insanlar veya yaşanmak istenen hayat olabilir. Moon filminin neredeyse tamamında bir aile vurgusu var. Yani Sam karakterinin tutunduğu dal yeryüzünde bıraktığı eşi ve kızı. Bu hayatta kalmaya yönelik alışılmış bir motivasyon unsuru. Alışılmadık olan Sam ve diğer klonlar üzerinden ilerletilen hikayeydi. Klon mevzusunun bilim-kurgu edebiyatında ne kadar işlendiğini bilmemekle beraber bu filmde kullanılış biçimini beğendim. Açgözlü ve şeytani şirketlerin birkaç kuruş ekstra kâr için ne kadar alçalabileceğine dair güzel bir mesaj oldu. Ancak iki klonun yan yana gelişi sırasında yaşananlar hoşuma gitmedi. İki Sam de çok kolay kabul etti diğerini. Şaşkınlık, şüphe, sorgulama gibi aşamalar üstünkörü geçildi. Filmin süresi gayet kısa. Yarım saat kadar bu konuya vakit ayırsalar daha tutarlı bir hikaye yaratılabilirmiş. Finalin bir açıdan mutlu bitmesi hakkında net bir fikir oluşturamadım maalesef. Sağlam bağlar kuramadığım bir karakterin kısmi başarılı olması benim pek umurumda olmadı. Yine de bütüncül baktığım zaman Moon seyirciden istediği doksan küsur dakikayı verimli kullanan bir filmdi. Herkese tavsiye ederim.
Vavien (2009)
İlk izleyişten sonra hakkında tutarlı ve isabetli yorumlar yapmanın zor olduğu bir film Vavien. En azından bana göre durum bu. Filmin sonunda düşündüğüm ilk mesele kimin hikayesine tanık olduğumuzdu. Sahne süresini dikkate alırsak tartışmasız Celal'in hikayesiydi. Fakat hikayenin özünü oluşturan dert yumağı Sevilay sayesinde çözüldü. Sevilay'ın arınması filmin sonunu getirdi. Bu noktada altını çizmem gerekir ki arınma illa ki olumlu yönde olmak zorunda değildir. Gerçek hayatta olduğu gibi kurgusal öykülerde de karakter başına gelenlerden ötürü eski hayatındaki bazı özelliklerinden kurtulup yenilerini kuşanmaya karar verdiği an arınmış olur. Bu süreç mantıklı gelişmişse pozitif olmak zorunda değildir. Sevilay'ın arınması var olan uysallığının koşulsuz teslimiyete evirilmesiydi. Filmin çoğunda onu zaten karar alma mekanizmasından yoksun biri olarak gördük. Parayla ilgili son konuşmada artık bütün iplerin Celal'e geçtiğini diyalog vasıtasıyla anladık. Bu kısımda incelemeyi okuyanlar "Ama son sahnede dikkate değer bir karar aldı. İplerini teslim eden biri öyle davranmaz." diye itiraz edebilir. Bu itirazı mantıklı buluyorum fakat Sevilay'ın huzurevi işini bağlaması kocasına olan kanıtlanmış aşkının bir sonucu. Sevilay vekile bu teklifi daha öncesinde de sunabilirdi. Sunmadı çünkü içindeki aşk veya teslimiyet ihtiyacı çok sonradan ortaya çıktı. Filmin finalinde Celal'i az da olsa mutlu ve huzurlu görüyoruz. Hikayenin bütününe hakim olan gerginlik ve korku bu kısımda yok. Onun da arındığı söylenebilir ama bu söylem bence yerinde olmaz. Bence Celal düşmanı üzerinde zafer kazanmış bir komutandan farksızdı. Onun yengisini Pirus Zaferi olarak tanımlayabiliriz. Buradaki düşmanın Sevilay olduğunu okuyucu anlamıştır. Onun gözünde Sevilay bir çatal, vestiyer veya evdeki herhangi bir eşyadan farksızdı. Kendini iyi hissettiği yerden kovulunca ve başarılı olacağını umduğu plan çuvallayınca kendini karısının kucağında buldu. Bu yüzden Celal eşi Sevilay kadar olmasa da yelkenleri suya indirdi. Ben bunu bir arınma olarak görmüyorum. Celal durumun gerektirdiğine uydu sadece.
Filmin sonunda düşündüğüm ikinci mesele Celal'in gerçek bir karakter mi yoksa toplumu taşlamak için yaratılan bir korkuluk mu olduğuydu. Bu konuda net bir fikre varamadım. Şimdilik düşüncem ikisinin ortasında bir yerde olduğu yönünde. Evdeki ile sokaktaki hayatının ve kişiliğinin birbirinden tamamen farklı olması karakterin gerçekçi yönünü besliyor. Sosyo-kültürel olarak sakıncalı bulduğumuz bütün özelliklere sahip olması da biraz karikatürize ediyor Celal'i. Dediğim gibi bir kere izleyerek hakkında inceleme yazmak oldukça zor. Neden bu seriye dahil ettiğimi soracak olursanız film hakkındaki fikrinizi merak ediyorum. Siz nasıl buldunuz Vavien'i. İncelemeyi bitirmeden evvel övmezsem ayıp edeceğim birkaç isim var. En başta Engin Günaydın'ı tebrik ve takdir ediyorum. Oyuncu olarak fevkalade bir performans sergilemiş. Ayrıca senaryonun da sahibiymiş. Birkaç tane "En İyi Senaryo" ödülüne layık görerek zamanında hakkettiği değeri göstermişler Engin Günaydın'a. Bu durum beni mutlu etti. Binnur Kaya zaten herkesin sevip saydığı bir oyuncu ve bu filmde de şanına yaraşır bir oyunculuk sergiliyor. Yardımcı oyuncular da gayet iyiydi. Ses ve görüntü daha iyi olabilirdi tabii. Yine de ben seyir zevki yüksek bir iş olarak görüyorum Vavien'i. Bana batan pek bir sahne olmadı açıkçası. Genel olarak kaliteli bir eser Vavien. Herkese tavsiye ederim.
Shi (2010)
19 Ocak 2023'te üzücü bir rastlantı olarak Alzheimer sebebiyle hayatını yitiren Yoon Jeong-hee'nin son filmi olan Shi sinemaya gönül veren sanatçıların nasıl bir sona ulaşması gerektiği konusunda güzel bir ders bana göre. Kariyeri boyunca üç yüzden fazla filmde rol alan mezkur aktris son filminde göz dolduran bir oyunculuk sergilemiş. Güney Kore sinemasına hakim olmasam da bu sanatta edindiği yeri ve harcadığı emeği kolayca anlayabildim. Sanat için ve sanat ile ömrünü geçiren herkesle birlikte rahmetliyi takdir ve saygıyla anıyorum. Yönetmenlik ve senaristlik görevlerini üstlenen Lee Chang-dong da işini layıkıyla yerine getirmiş bence. Birkaç noktada aynı eksende yer almasak da günün sonunda kaliteli bir eser ile buluştuğumu söylemem gerekir. Tabiri caizse "şiir" gibi bir filmdi Shi. Öyle ki şairlere has hassasiyet ve korkusuzluk kendini belli ediyor çoğu sahnede. Hassasiyet ana karakter Mija ile sergileniyor. Korkusuzluk ise reşit olmayanlar arasında yaşanan tecavüz vakasının işlenme biçiminde görülüyor. Bu iki unsurun üzerine gerilen şiir çadırı ise hikayenin içselleştirilmesine olanak sağlıyor.
Şiirsel bir film olduğundan herkesin seyir zevki ve tecrübesi farklı olacak. Bu sebeple az önce değindiğim iki konu üzerinden gideceğim. Hassasiyet bu sitedeki çoğu arkadaşın katılacağı üzere bir sanatçının mutlaka taşıması gereken bir özellik. Herhangi bir meseleye duyarlı değilse insan sanatçı olamaz. Bir sanat eseri tabiatı gereği bir yere parmak basmalıdır, bir eser incelenirken nereye parmak bastığı ilk olarak sorulmalıdır. Özetle eserin "derdi" olmalıdır. Dertler arasında bir hiyerarşi bence mevcut değil. Tercihen günümüzde can çekişen evrensel değerleri dert edinen eserleri tüketiyorum. Bu filmde Mija hassasiyeti körelmiş bir kişiydi. Merak saldığı şiir bunu kabul etmedi. Ders aldığı şairin tavsiyelerine birebir uysa da eline kayda değer bir şiir geçmedi. Tutunduğu bir dal olmadığı için ulaşabildiği zemin de olmadı yani. Bu çoğu insanın kaderi maalesef ki. Gündelik hayata bağımlılığın sonucunda birçok insanın kalbi duyarsızlaşıyor. Hep aynı konuları dert edinmek bir süre sonra dert edinme refleksini köreltiyor. İnsan en sonunda makineleşiyor. Bu filmde Mija'nın fabrika ayarlarına dönmesini sağlayacak derde ihtiyacı vardı. Maalesef ki ve Allah kimseyi bununla sınamasın ki Mija kucağında aniden Alzheimer ve tecavüz vakasını buluyor. Bu andan sonra acı çeken kalbi devreye giriyor ve içindeki derdi şiirle haykırıyor. Bu çok iyi bir anlatı bana göre. Sanatın tabiatını sinema diliyle anlatmanın ürünü bu film.
Korkusuzluk konusunda kimsenin yaşamak ve anmak zorunda kalmamasını istediğim tecavüz meselesini anlatmak zorundayım. Filmdeki dava reşit olmayanlar arasında yaşandığı için iddialı cümleler kurma hakkını kendimde görmüyorum. Yanlış fikir verecek bir cümle kurmak bu dava özelinde tehlikeli bence. Bu yüzden söz hakkı bana göre hukukçulara ve pedagoglara bırakılmalı. Değinmek istediğim konu ebeveynlerin "Aman çocuğumuzun geleceği yanmasın." diyerek davayı usulsüz yollarla kapatma çabası. Bu çok alçakça. Belirlenen kanun ve uzmanların görüşü çerçevesinde ele alınması gereken bir mesele yetkili olmayan hiç kimsenin kararına bırakılmamalı. Bu tahmin edeceğiniz ve bildiğiniz üzere gerçek hayatta sıkça yaşanıyor. Ben sanatçıların bu türden davaları eserlerine konu, kendilerine dert edinmelerini takdir ediyorum. Korkusuzluğun bana göre iyi bir örneği olan bu filmi herkese tavsiye ediyorum.
Yeraltı (2012)
Öncelikle belirtmem gerekir ki bu film Zeki Demirkubuz külliyatından tükettiğim ilk eser oldu. Doğru yerden mi başladım bilmiyorum ama gayet memnunum şahidi olduğum hikayeden. İftira atma amacında olmadığımın altını çizerek söylemeliyim ki Dostoyevski'nin hepimizin gayet iyi bildiği Yeraltından Notlar eserini anımsattı bana bu film. Yalan olmasın, Yeraltından Notlar'ı lise yıllarımda okudum. Aradan beş seneden fazla geçti. O romanda karakteri tek kelime ile tanımlayacak olsam bu sözcük uyumsuz olurdu. Uyumsuzluk beraberinde bir sürü sıfat getiriyor tabii. Bu filmdeki Muharrem için de aynı durum ve sıfat geçerli. Filmin başında kendini tanımlarken kullandığı sözlerin hiçbir önemi yok, basbayağı uyumsuz Muharrem. Yemek sahnesinde altı çizilen zekası, duyarlılığı ve kişiliği onu topluma entegre olmaktan alıkoyduğu gibi kendisi hariç herkesi koyun olarak görmesine neden oluyor. Daha da ilerisi Muharrem bu ötekileştirmeden zevk alıyor gibi. Ayrıca aykırı olmanın sunduğu acıdan keyif alıyor. Acıdan keyif almayı illa mazoşizme benzetmeye gerek yok. İnce bir kesikten akan kanı emiklerken alınan garip zevkti Muharrem'in hisleri. Tabi bu zevkin bedelini de her fırsatta ödüyor. Arkadaş ortamında, evinde, işinde... Aldığı zevkin ve ödediği bedelin altı hayat kadının kucağında ağlarken çiziliyor. Uyumsuzluk konusunda herkesin bir fikri vardır. Farklı olmanın bir cazibesi olduğunu biliyoruz sonuçta. Ben hayatım boyunca "Memur olayım, karnım doysun yeter." diyen birini duymadım. Böyle düşünen elbette ki var ama nedense söze dökmüyor onlar. Söze dökülesi görülenler genelde pahalı hayaller ve kabuslar. Klişe bir filozof gibi kendini halktan ayrı görmek hepimizin düşebileceği pahalı bir kabus ve gençlik hatası bana göre. İnsan yaşı ilerledikçe aslında kimseden bir farkının olmadığını, bariz bir farkı olsa kolayca yaşayamayacağını fark ediyor. Bu filmde de Muharrem hem klişe bir filozof (Nietzsche benzetmesi) ve çocuk adam (dengesiz duygular) olarak gösteriliyor. Aynalama yöntemiyle filmi izleyen çoğunluk için onunla bağ kurmak aşırı derecede zor.
Yeraltından Notlar kitabında olduğu gibi Yeraltı filmi de lafı dolandırmadan söylenirse "yeraltında olmanın" hikayesi. Belki karakter hapsedildiği dehlizden çıkamayacak ama tüketici onun sayesinde dersini alabilir. Taxi Driver filmi sayesinde nasıl biri olmamamız gerektiğini anladık sanırım. Travis Bickle gibi birisi Muharrem. Hatta bu benzerliği şöyle özetleyeyim: ikisi de fazlasıyla duyarlı. Travis karısını vurmak isteyen adamla muhabbetinden sonra silah sahibi olmaya karar veriyor. Muharrem ise ev sahibinin köpeklerle dostluğunu öğrendikten sonra ulumaya başlıyor. Uluma mevzusunda "avcı ve av" kavramının etkisi var. Muharrem'in dikkatle izlediği belgesel boşuna filme dahil edilmemiş. Burada bir soru sormak istiyorum Muharrem'e. Birader madem farklı olmakla bu kadar hoşnutsun neden çoğu canlının içinde yatan avcılık içgüdüsüyle bu kadar ilgileniyorsun? Neden ilgilendiğini ben size söyleyeyim. Farklı olmanın getirdiği acıdan aldığı zevk bir yerden sonra yetmiyor. Bana katılmayacakların dikkatini final sahnelerine çekerim. Muharrem yürüdüğü yolun bir yere varmadığını anladığı için finaldeki sakat arınmayı yaşıyor. İncelemenin övgü kısmında Engin Günaydın'ın nefis oyunculuğunu ve Zeki Demirkubuz'un yönetmenliğini takdir edeceğim. İkisi el ele verip gayet kaliteli bir iş çıkarmışlar. İzleyin, izlettirin efendim.
Venom: Let There Be Carnage (2021)
Cüzdanında beş lira bulunmadığı yetmezmiş gibi borç içinde yüzen birisinin dev bir şirket için üzülmesi sizi güldürür değil mi? Cevabınız evetse işte size gülme fırsatı. Ben cidden Sony'nin haline üzülüyorum. Ne zaman üzerinde Sony amblemi olan bir film görsem kafamda direkt kalitesiz diye kodluyorum. Bu önyargı beni hiç yanıltmadı. Sony filmleri kalitesizlik ve saçmalık konusunda inanılmaz bir başarı yakaladı. Oyunculuğundan görsel dile kadar her alanda takdire şayan bir kalitesizlik sunuyorlar seyirciye. Sizden ricam bu filmi izleyin ve düşünün acaba ben hangi oyuncunun performansından etkilendim diye. Bu soruyla yetinmeyin ve "Karakter gelişimi var mı?", "Ses tasarımı iyi mi?", "Müzikler temaya uygun mu?", "Sebep-sonuç ilişkisi kuruluyor mu?", "Diyaloglar kaliteli ve doğal mı?", "Senaryo kurallara uyuyor mu?" ve en önemlisi "Bu filmi izlemek bana ne kattı?" gibi başka sorular da sorun. Tahmin edebileceğiniz gibi dostlar, benim cevaplarım maalesef ki olumsuz. Filmin oyunculuklarına berbat demek yetersiz kalıyor. Yeni bir sıfat bulmak lazım bunun için. Tom Hardy, Woody Harrelson ve Naomi Harris adına utanmaktan testislerim acıdı. Görünen o ki hiçbiri oynadığı role inanmamış. Karakter gerçekçi gelmemiş gözlerine. Çünkü filmde karakter gelişimi çocuk kitabı seviyesinde. Çocuklar izlesin diye böyle olmuş diyebilirsiniz. Ben bunu reddediyorum çünkü filmde bir sürü cinayet var ve hiçbir çocuk cinayete tanık olmamalı. Ses tasarımı da ayrı bir facia. Sadece seslendirmeler ve ses efektlerinden bahsetmiyorum. Atmosfer için kullanılan veya "kullanılmayan" sesler filmi hissetmemizi engelliyor. Müzikler var mıydı yok muydu emin değilim. Sadece berbat bir rap sekansı hatırlıyorum müziğe dair. O kadar... Bir filmde akılda kalan bir tane beste bulunmaz mı? Piyasada bir sürü başarılı bestekar var. Ben örnek olarak birkaçından bahsedeyim: Jesper Kyd (Assassin's Creed), Yasuharu Takanashi (Naruto), Motoi Sakuraba (Dark Souls), Marcin Przybyłowicz (Witcher). Müziği görmezden geldiğimiz takdirde önümüze sebep-sonuç ilişkisinin basitliği geliyor. Zorlanarak da olsa mantıklı denebilecek bir ilerleyiş var ama bu bir sanat eseri olduğundan mantık değil güzellik arıyorum ama bulamıyorum. Her olayın sonu tahmin edilebilir, başlangıcı utanç verici ve sahte. Diyaloglar çiğ ve ucuz... Bunca kusur bir araya gelince film seyirciye hiçbir şey katmıyor. Katmak istemiyor belki. "Eğlen geç!" denebilir ama bu motivasyon benim için yeterli değil. Bunu söylemek istemezdim ama maalesef ki Andy Serkis film çekmemeli, Kelly Marcel senaryo yazmamalı. Çünkü birisi çekemiyor, diğeri yazamıyor. İkisi aynı projede birleşince sonuç Venom: Let There Be Carnage oluyor.
Morbius (2022)
Filmi izlerken ateşim yükseldi. Fiziksel bir tepki vereceğimi tahmin etmezdim izlemeye başlamadan önce. Canım yandı gerçekten. Bu yüzden herkese "şiddetle" tavsiye ediyorum. Filmi incelerken -ki incelemeyeceğim aslında- senaryo boşluklarına, çelişkilere, ucuz karakter tasarımlarına ve çiğ diyaloglara değinmeyeceğim. Marvel evrenindeki yeri falan umurumda değil zaten. Ben sadece paranın ve vaktin bu kadar berbat yönetilmesinden dem vuracağım. Bildiğiniz üzere tüketim çağındayız. Tüketilebilecek her şeyi tüketmek için müthiş bir çaba sarf ediyoruz. Alışveriş kültürünü öldürüp cesedinin üzerine yeni bir alışveriş kültürü inşa ettik. Tüketmekte bir sorun görmüyorum. Doğma sebebimiz bu zaten: tüketmek. Ama ben bu filmdeki kadar boşa harcanmış vakit ve para ömrümde ne duydum ne gördüm. Öncelikle oyunculardan bahsedelim. Bu filmde bu oyuncuların varlığı anlamlı mı? Kesinlikle değil. Jared Leto yerine Hacı Kerim, Matt Smith yerine Kara Murat olsa sırıtmazdı. Oyuncuların büyüklüğü filmi küçültmüş, filmin küçüklüğü oyuncuları gülünç hale getirmiş. Matt Smith izleyenlerin hatırlayacağı o malum sahnede adeta bir hokkabazdı. Jared Leto ise ciddiye almaması gereken bir filmde oyunculuğunu konuşturmaya çalışmış ama boş konuşmuş günün sonunda. Filmin olumsuz anlamda ibret alınası akışı ise vakit israfının sonucu. Yüz küsur dakikalık filmin ilk yarısı tahammül sınırlarımı zorlayan bir yavaşlıkta ilerlerken ikinci yarısı adeta bir hız treni. Ben son savaşı izlemedim, gördüm sadece. Çünkü hem savaşın koreografisi hem de görsel dil benim gibi izleyiciler için tasarlanmamış. Açıkçası bol bol ışık ve birkaç hırıltı beni yedi senedir heyecanlandırmıyor. Ben kolayca başvurulmaması gereken savaşta bir anlam, duygusal bir taraf, ikilemler arıyorum. Maalesef ki bu filmde olaylar ve savaşlar sebeplere dayanmayan birtakım "afetler" sadece. Olaylar oldu çünkü senarist olmasını istedi. Yönetmen ise buna itiraz edemeyecek kadar basiretsiz biriymiş belli ki. Özetle beceriksizler ittifakı yetmiş milyon doları, oyuncuların verdiği izlenimi ve kimsenin sallamadığı bir karakter olan Morbius'u harcamış. Uzunca incelemenin gereksiz olduğuna karar verdiğim Morbius ömrümden yüz dakika çalmaktan başka bir işe yaradıysa o da damağımı tazelemiş olmasıdır. Art arda izlediğim kaliteli işlerden sonra bu film zihnimi temizledi.