Işıklar kapandı ve etrafı bir sessizlik sardı. Yaşadıklarına bir nebze de olsa alıştırabilmişti kendini Yaşar ama buranın karanlığı ve sessizliği dayanılmazdı onun için. Başına gelen onca şeyden sonra özgürlük nedir deseler mesela Yaşar’a, aydınlık, derdi, gürültü, derdi.

Burası bir hapishane…

Daha yirmi birindeydi Yaşar. Hürriyetin tanımınıancak bir kitapta görmüştü, ortaokul terk olduğu sıralarda. Bilmezdi hür olmanın yaşamdaki karşılığını, hayat ona hürriyetten önce mahkumiyeti öğretmişti en acımasız haliyle.

Diğer yanda Ali daha yirmisindeydi ve buradaki karanlık onu da ürpertiyordu her gece.


Bir pencere olsa mesela koğuşta yeter gibiydi onlara. Tek bir pencere gökyüzünü görmeye, az da olsa bir ışık girse içeriye dayanılmaz karanlığı sindirmeye yeter gibiydi. Ama yoktu. Karanlık sessizlikle büyüyor,sessizlik mahkumiyeti ağırlaştırıyordu adeta.

Onlar da bir yol bulmuşlardı gecelerini aydınlatacak. Ne zaman ışıklar kapansa herkes uykuya dalsa köşedeki masaya geçerlerdi.

Köşedeki masa, dışarda amansız dalgalarda boğulan iki gence liman olmuştu bu mahkumiyette. İki de tabure, dalgaların çarptığı zamanla aşınmış kayalardan farksız. Deniz olunca, dalgalar olunca, bir serinlik gelirdi Yaşar ile Ali’ye. Tam da bu yüzden akşamdan demlenen çay ısıtılırdı. Acı olurdu bekleyen çay ama ikisinin de pek umrunda değildi bu. Çay serinliği alıyordu, muhabbet karanlığı aydınlatıyordu.


İlk yudumlar içilirdi ve başlardı “firar”.

Firar derlerdi bu dostane mevzuya. Otururlardı karşılıklı ve o gece ne varsa hayallerinde dışarıya dair anlatırlardı birbirlerine. Anlattıkça sanki kilitli kapılar açılır, iki genç bu karanlık ve sessiz yerden koşarak çıkarlar, özgürolmanın kıymetini bilen iki delikanlıya dönüşürlerdi adeta. Bir nevi firar ederlerdi yani.


Bu gece Yaşar başladı firara,

"Bir ormandayım Ali, küçük bir ateş yanıyor yanıbaşımda, uzanmışım yıldızları seyrediyorum. Sonsuz bir uzaklıkta olmalarına rağmen gözlerimizi kamaştıracak kadar parlak görünmeleri çok garip değil mi? Ya da yıldızların hiç farkına varmadan geçirdiğimiz geceler büyük bir mucizeye sırt çevirmek olmaz mı?

Neyse, tam ateşe odun koymak için doğruluyorum bir yıldız kayıyor o sırada. Bir yıldızın yok oluşuna dilek tutmak saçma geliyor dilek falan tutmuyorum.

Bir ormandayım Ali, etrafta gece böcekleri hürriyeti bas bas bağırıyor bana, ateşin çıtırtısı özgürlüğü fısıldıyor kulaklarıma. Özgürlüğün bir ormanda olduğunu anlıyorum."


Sustu sonra Yaşar. Sessizliğe tahammül edemeyen Ali başladı anlatmaya,

"Bizim oralardayım şu an, oturmuşum Mehmet Abi’nin kahvesine denizi izliyorum.

Mavi, gözünün alabildiğine bir mavilik görüyorum. Seyrettikçe özgür hissettiren, iç çektikçe nefesini anlamlı kılan bir mavi.

Balıklar gösteriyorlar arada kendilerini, simit atıyorum onlara. Bir balığı düşünüyorum sonra, onun özgürlüğünü ve huzurunu düşünüyorum. Farkında mı acaba ne kadar özgür olduğunun ya da bir oltaya kurban gittiği an mı anlıyor denizin kıymetini?

Tam şu an kendimi akşam yenmek üzere kovada çırpınan bir balığa benzetiyorum."


Çaylar içilmişti, usulca yataklarına geçmişti ikisi de. Yaşar gözlerini kapamış yıldızları seyrediyordu, Ali nefesini tutmuş maviliğin içinde kayboluyordu.


Bir firardı Yaşar ve Ali’ninki, gündüzleri mahkum oldukları gerçeklere karşı geceleri hayallerine giden bir firar.