Sabah erken kalkmıştım. Hava aydınlanmak için gökyüzünden bir işaret bekliyordu sanki. Her gecenin olduğu gibi bu gecenin de sabahı vardı. Ancak gece, yaşadığını kimse unutmuyordu. Bu durumda da sabah boşa çıkıyordu. Hatta bazı gecelerde sabah olmasın diye ömründen ömür verecek insanlar da vardı. Örneğin bir gece babasını kaybeden bir adam, sabah babasının doğum tarihini ve gittiği tarihi nasıl yazacağını düşünür, sabah olmasın diye dua ederdi. Olurdu. Sabah yaşamsa, gece ölümdü. Ya da tam tersi. Evde kahvaltı yapacağım malzemem var mı diye buzdolabına baktım. Buzdolabımı açmam ile kapamam bir oldu. Evvelsi gün yaptığım makarnanın kapağını kapatmayı unutmuştum. Fena bir kokuyu tekrar buzdolabının içine hapsederek evden çıktım.

Köşebaşından dönerken dükkanının demirleri kaldıran Fırıncı Osman amcayı gördüm. “Poğaçaların taze mi Osman amca?” dedim. Osman amca küçüklüğümden beri bu fırınını sahibiydi. Mahallenin tüm ekmekleri Osman amcadan sorulurdu. “O nasıl soru? Tazesine taze de birazdan pişer. Fırını daha yeni yaktım. Az bekle. Hem senin bu saatte burada ne işin var? Sen genelde bu saatte bilmem kaçıncı rüyanı görürsün.” dedi. Haklıydı, erken kalkmayı bir türlü huy edinememiştim. “Bugün canım böyle istedi.” dedim. “İyi bakalım. Ben elli senedir erken kalkıyorum, keşke senin gibi canımın istediğine göre hareket edebilsem.” dedi. Osman amcanın yüzünde elli senenin yorgunluğu vardı. Erken kalkan yol alırdı ama Osman amcanın dükkanı evinin altındaydı. “Ben senin derdini biliyorum oğlum. Bırak o işi, o berduştan sana öykü çıkmaz. Beni yaz işte. Başlık da belli, Fırıncı Osman.” dedi. “Kimse Fırıncı Osman’ın öyküsünü okumaz. Sen çok düz adamsın.” dedim. “Düz adam ne demek be? Oldu olacak bütün berduşları öyküne topla, bizim gibi işinde gücünde olan insanları yazma. Peh! Bu öykü dediğin meret buysa çok da matah bir şey değilmiş.” dedi. “Şaka yapıyorum Osman amca. Seni de yazacağım, başlığa da poğaçayı bir türlü yetiştirmeyen ihtiyar fırıncı yazacağım.” dedim. “Geç dalganı geç, ben elli yıldır insanların karnını doyuruyorum burada. Ben olmasam aç kalırsınız aç!” dedi. Yüzünde hafif bir gerilme oldu, Osman amcayı kızdırmayı çok seviyordum. Kızınca daha bir tatlı oluyordu. “Yahu memlekette bir fırıncı Osman mı kaldı? Osman gider Mehmet gelir.” dedim. Yüzündeki gerilme, mesleğine olan sevgisinden kaynaklı tebessüme dönmüştü. “Nah gelir!” dedi. Poğaçalar gelmişti. “Osman amca ben poğaça almaktan vazgeçtim. Sen bana iki ekmek ver en iyisi.” dedim. “Ulan hergele! Sabah sabah benim asabımı bozma, ekmek yok sana, hadi git başka fırından al.” dedi. “Şimdi sen bana ekmek vermiyorsun öyle mi?” dedim. “Evet. Yaz bunu, düz adam bana ekmek vermedi diye yaz.” dedi. “Yazmayacağım, seni belediyeye şikayet edeceğim. Vatandaşa ekmek vermemekten hakkında suç duyurusunda bulunacağım.” dedim. Osman amca ile aramızdaki gerilimin gittikçe artması gerekirken tersine, azalıyordu. “Umurumda değil. Hem onu bırak, kendine şu soruyu sor? Ben ekmek hak edecek ne yaptım de.” dedi. “Osman amca sen ciddi ciddi ekmek vermeyerek öyküye gireceğini düşünüyorsun, hem yarım saat oldu, daha bir poğaçayı yetiştiremedin, yazmayacağım seni, inat ettim ben de. Hem ne öyle beylik laflar? Yok ekmek hak edecek ne yaptın... Parası ile değil mi? Yok, ne olur beni de öykünde yaz, yalvarırım beni de yaz diyorsun.” dedim. “Ulan! Ben öyle mi dedim, beni yaz mı dedim? Öyle yazma hergele! Bak hele, bir yazdığını bir yerde işitirsem ömür billah sana bayat ekmek veririm, taze ekmeğin tadını unutursun.” dedi.  

            

Osman amcaya üstten bir bakış attım. Sonra fırınını incelemeye başladım. Ekmek ve poşet kokuları arasında ufak ama sıcak bir fırındı. Gazete kağıtları da vardı. Bir keresinde Osman amcadan gazete satın almak istemiştim. O da bana “Burası gazeteci mi hergele! Git bakkaldan al.” demişti. Ben de “Bu kadar gazeteyi ne diye burada tutuyorsun o zaman?” demiştim. “Poşet yerine bazen gazete kağıdı kullanırız, ısısı gitmesin diye.” demişti. Fırının içinde bir fırın vardı. Hamur olan ekmekleri orada pişiriyorlardı. Sonra betimlememi kafamda inceledim. Kendime kızdım; içimden, “Ulan, hayatında fırın görmemiş birisi de senin yazdıklarını yazar! Salak Kafa!” dedim. “Ben gidiyorum Osman amca, ekmek de vermedin, canın sağ olsun, merak etme, belediyeye şikayet etmeyeceğim seni, hadi yine şanslısın, bir elli yıl daha fırıncılık yapabilirsin.” dedim. Osman amca hamurların ortasını çizmeye başlamıştı, beni dinlemiyordu bile, zaten ben de biricik Osman amcamı kimselere şikayet etmezdim. Fırından çıkmak için ayağımı sokak kaldırımına attığım sırada “O berduşa gidiyorsun değil mi? diye sordu. “Evet. Merak ediyorum, acaba ne yaşamış, sen hiç merak etmiyor musun Osman amca?” dedim. “Ne merak edeceğim Allah’ın berduşunu? Adı üstünde, berduş. Sen ne zannediyorsun? Her içki içen adamın başına felaket mi gelmesi gerek? Ya da alkolik olması için bir sebep mi lazım? Belki adam çok zengindi, bütün parasını içkide yedi bitirdi, evli de değildi, çocuğu da yoktu. Adam zevkten berduş oldu. Olamaz mı?” dedi. “Olabilir ama…. .” dedim. “Aması yok bu işin, sen taze ile bayat ekmeğin arasındaki farkı biliyor musun?” diye sordu. Ayağımı kaldırımdan kaldırıp tekrar fırının içine soktum. Gülerek “Hem bana ekmek vermiyorsun hem de sözlü yapıyorsun bana. Belediyeye olmasa da kesin fırıncılar odasına şikayet edeceğim seni. Sen de amma cahil belledin beni Osman amca, taze ekmek tazedir. Bayat ekmek taze olmayandır.” dedim. “Nah öyledir!” dedi. İkinci nahında el işareti de yapmıştı. Galiba el fırıncılar odasına şikayet edeceğimden korkmuştu. “Biz hamuru açarız, maya koyarız ki ekmekler böylelikle daha yavaş bayatlar. Sonra fırından çıkan sıcak ekmekleri müşterilere satarız. Bir evde taze olmayan ama yenilebilecek ekmek varsa ilk o tüketilir. Bayat ekmeği köfteye katarsın, kurutursun, kıtır kıtır çorbaya atarsın. Tatlı yaparsın. Şimdi burada sorulacak soru var. Diyeceksin ki yahu bu bayat ekmek bir zamanlar taze değil miydi? Evet ama ekmek çok kısa bir süre taze kalır. Misal veriyorum, ekmek fırından çıktı, ben sattım. O andan itibaren bayatlamaya başlar. İnsan da böyledir. Doğarken tazeciktir. Doğduğu andan itibaren bayatlamaya başlar. Küfleninceye kadar da yaşar. Doğum ile gideceğimiz yere kadar da bayat bir hayat geçirir işte. İnsanların ekmeği bu kadar kutsallaştırması bundandır, istemsizce kendilerini ekmek yerine koyarlar.” dedi. Şaşkınlığımı gizledim. Ekmek ile hayat benzetmesine gerçekten hayran kalmıştım. Hayatı boyunca evden işe giden, yaptığı işte de fiziksel ve zihinsel bir gereksinime ihtiyaç duymayan bir adam bunları hangi ara düşünmüştü? “Merak ettin değil mi bu adam bunları nereden uydurdu diye? Hatta şunu da düşünmüş olabilirsin, 'Osman amca keşke berduş bir fırıncı olsaydı da bu dediklerini yazsaydım.' diye. Ben bunları düşünmedim oğlum. Ben bunları her gün yaşıyorum. Sen hiç evine ekmek götüremeyen bir baba gördün mü? Ben gördüm. Çocuğu ile ortada kalan dul kadınlar gelir, askıdan ekmek alır. Onların yüzündeki ifadeyi gördün mü? Ben gördüm. Sen hiç ekmeğe muhtaç olan yaşlı amcayı gördün mü? Ben gördüm. Ben bu gözlerimle insanların nasıl yavaş yavaş bayatladığını gördüm, görüyorum. Sen var git, berduşu yaz.” Dükkandan çıktım. Osman amca ile bir an bakıştık. Utanmıştım.

Aşağıya doğru yürürken berduş adamı gördüm. Oradaydı. Şarap içiyordu. Göz göze geldik. “Bir şarap parası ver be abiciğim.” dedi. Şarap parası verdim, yürümeye devam ettim. Osman amca haklıydı. Düz insan yoktu. Sadece insanlara nasıl bakacağını bilemeyen diğer insanlar vardı. Osman amca ekmekten şarap yapmıştı. Hava da aniden aydınlanmıştı.